Bu Kriz Ne Krizi?
Son haftalarda yaşadığımız, dolar/TL kurunun bir ara 7,20’lara kadar yükseldiği, ardından 6 TL civarında dengeleniyor gibi göründüğü, sonuçta TL’nin çok kısa sürde olağanüstü değer kaybettiği kriz ne krizidir?
Bu kriz, bir döviz krizidir. Başka bir deyişle, 2013 Mayıs’ında Amerikan Merkez Bankası FED’in parasal genişlemeye son vereceğini açıklamasının ardından girilen süreçte Türkiye’nin döviz açığının finansmanı cephesinde yaşanması beklenen, fakat FED’in tahmin edilenden daha yavaş faiz artırması ve Körfez ülkelerinden sağlanan sıcak para sayesinde ertelenen krizin nihayet gerçekleşmesidir.
Bundan sonra fasılalar halinde devam edeceğini öngördüğümüz döviz krizini iki aşamanın izleyeceğini söyleyebiliriz. İkinci aşama, döviz krizinin bir borç krizine dönüşmesidir. Döviz cinsinden aşırı borçlu reel sektör şirketlerinin döviz kurundaki olağanüstü artışı taşıyamaz hale gelmesi, bu nedenle yüksek faiz ve artan durgunluk ortamında büyüklü küçüklü çok sayıda şirketin iflas etmesi yüksek bir olasılıktır. Nitekim ekonomi yönetimi bu gelişmeyi öngörerek kapsamlı bir “şirket kurtarma” planı hazırlıyor. Bu hazırlığa yazının 2. bölümünde değineceğiz.
Üçüncü aşama ise, sistemin kendisi açısından rasyonel olan çözüme, yani IMF’li veya IMF’siz bir IMF programına ayak diremesi sonucunda gerçekleşme olasılığı hayli yüksek olan bankacılık krizidir. Yani, yeterince çok sayıda şirketin bankalara borcunu ödeyememesi durumunda krizin bankacılık sistemine sıçramasıyla sonuçlanacak ve Türkiye’nin uzun bir süre toparlanmasını çok zor hale getirecek olan krizdir.
Üçüncü aşamaya geçilip geçilmeyeceği konusunda birçok faktörün belirleyici olacağını söyleyebiliriz. İçeride kurumsallaşmaya çalışan yeni rejim IMF’li veya IMF’siz bir kemer sıkma programını benimseyip bu seçimin çok yönlü sonuçlarıyla karşı karşıya kalmayı göze alacak mı? Başka bir deyişle, temel dayanaklarını oluşturan ekonomik büyümenin sağladığı ranta dayalı klientalist toplumsal örgütlenmeyi ve üzerinde yükseldiği yandaş sermaye sınıfını feda edecek mi? Yoksa şimdiden işaretlerini gördüğümüz üzere büyük bir krizle karşılaşana kadar direnmeyi mi sürdürecek? Bir diğer faktör ise Batı bloğunun tutumu oacak. Daha şimdiden Batı finans basınında Türkiye’deki banka ve şirketlere yüklü krediler açan Avrupa bankalarının karşı karşıya olduğu riskler tartışılıyor.[1] Özellikle Almanya’da Türkiye’ye mali yardım yapılıp yapılmaması tartışmalarının ardında öncelikle Alman ve diğer AB üyesi ülkelerin bankalarını Türkiye’deki krizden koruma dürtüsü yatıyor. Türkiye büyük bir krize girmemeli ki Avrupa bankacılık sistemi de zarar görmesin. Fakat kritik soru şu ki AB ülkelerinin Türkiye’ye yardım elini uzatması karşılığında Batı bloğu adına talep edeceği jeopolitik tavizlere yeni rejim razı olacak mı, yoksa uluslararası alanda jeopolitik konumunu pazarlamayı sürdürerek “yeni dostlarıyla” krizden çıkış yolları aramaya devam mı edecek?
Krizin Somut İfadesi
Türkiye ekonomisi 2018 Bahar aylarına dışa bağımlılığı nedeniyle kronikleşen cari açık sorununu ve enflasyonu daha da kötüleştiren bir konjonktürde girdi. Bunun nedeni rejimin, gerek 16 Nisan 2017 referandumunu gerekse 24 Haziran 2018 seçimlerini kazanabilmek için kendi haline bırakıldığında yapısal sorunlar nedeniyle durgunlaşması ve çok sayıda KOBİ’nin iflasına yol açması beklenen ekonomiye büyük devlet destekleri sağlamasıydı. Bunlar arasında kuşkusuz en kapsamlısı, Mart 2017’de uygulanmaya başlanan Kredi Garanti Fonu (KGF) oldu. KGF ile KOBİ’ler ve daha büyük boy şirketlerin yaklaşık 250 milyar TL kredi kullanması sağlandı. Krediler için gerekli teminatı Hazine üstlendi. KGF’ye istihdam teşviki, vergi ve SGK borçlarının yeniden yapılandırılması gibi başka devlet destekleri eşlik etti ve Türkiye ekonomisi bu sayede 2017’nin tümünde iç tüketim ağırlıklı olarak % 7,4; 2018’in ilk çeyreğinde ise % 7,2 oranında büyüdü.
Elbette bu zoraki büyüme çabasına, kurumsallaşma çabası içindeki yeni rejimin klientalist (kayırmacı) ağlarla sarıp sarmaladığı tabanını muhafaza etme hedefiyle girişilmişti. Fakat bedeli tüm ülke için ağır oldu: Yatırım ve üretim kapasitesi anlamında sınıra gelip dayanmış bir ekonomi böylelikle aşırı ısındı ve enflasyon hızla artmaya başladı. İkincisi, cari açık hızla büyüdü.
Büyük devlet destekleriyle ve son derece kayırmacı bir mantıkla sürdürülen bu “büyüme hamlesi”, aslında başlıca merkez bankalarının (FED ve Avrupa Merkez Bankası-ECB) faizleri arttırdığı veya artırmaya hazırlandığı, dolayısıyla yatırım fonlarının hızla “gelişmekte olan ülkelerden” çekilerek merkez ülkelere yöneldiği bir dönemde, yani gerçekte küresel ekonomi açısından tam bir dönüm noktasında yürütüldü.
İşte Mayıs ayında Tayyip Erdoğan’ın uluslararası finans çevrelerine bir anlamda rest çektiği meşhur Londra toplantısı böyle bir dönemde gerçekleşti. Uluslararası büyük fon yöneticileri ve Batılı finans sisteminin temsilcileri, Türkiye’nin borçlarını ödeyebilmesi ve yeniden “kârlı bir yatırım ülkesine” dönüşebilmesi için ekonomiyi durgunlaştıracak “tasarruf önlemleri” almasını ve Merkez Bankası’nın (MB) faizleri arttırmasını talep etti. Erdoğan ise temsil ettiği rejim adına “kusura bakmayın” diyordu. Neo-İttihatçı bir politikayla bölgesel güç olma çabasından vazgeçmeyen Türkiye[2], her ne kadar döviz açığını ve ekonomik büyümesini çok büyük ölçüde Batılı kuruluşların fonlarıyla finanse ediyor olsa da “ekonomiyi durgunlaştırma” tavsiyesine ve ardından gelmesi çok muhtemel Batı bloğunun çıkarlarıyla uyumlu hareket etme taleplerine boyun eğemezdi.
Londra toplantısından sonra Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesiyle birlikte uluslararası finans çevrelerinin temsilcisi Mehmet Şimşek’in kabineye alınmaması, ekonomi yönetiminin damat Berat Albayrak’a teslim edilmesi, MB yasasında değişiklik yapılması gibi önemli gelişmeler ABD ile yaşanan rahip Brunson kriziyle doruğa çıktı. Olup biten şuydu: Türkiye’nin doğrudan yatırımlar, ihracat pazarı ve sermaye akımları açısından Batı sistemine fazlasıyla bağımlı bir ülke olması gerçeği ile “yeni dostları” sayesinde geniş bir jeopolitik manevra alanı kazanma ve elindeki kozları abartarak Batı bloğundan büyük tavizler koparma politikası kaçınılmaz bir çatışmaya girmiş, ekonomide krizi tetiklemişti.
İçine girdiğimiz krizin, FED’in parasal genişleme politikasına son vereceğini duyurduğu 2013 Mayıs’ını izleyen yıllarda giderek artan bir olasılık olarak beklendiğini söylemiştik. Söz konusu krizin bir döviz krizi olarak, yani yabancı sermaye girişlerinin ani bir şekilde durması ve/veya çıkışa dönüşmesi biçiminde başlaması öngörülüyordu.
Nitekim öyle oldu. İktisatçı Korkut Boratav’ın sağladığı verilere göre Mart-Haziran 2018 döneminde Türkiye’ye giren toplam yabancı sermaye miktarı, bir yıl öncesinin aynı dönemine göre % 85 oranında daraldı.[3] 2017 yılında Mart-Haziran döneminde 22.4 milyar dolar yabancı sermaye girişi gerçekleşirken 2018’in aynı döneminde sadece 3.3 milyar dolar yabancı sermaye girişi yaşandı. Döviz kurundaki gelişmelerden Temmuz ve Ağustos aylarında bu eğilimin devam ettiğini çıkarsayabiliriz. Yabancı sermaye akımlarında bu ölçüde daralma 2001 krizinden bu yana ilk kez görülüyor.
Birikim Rejiminin Tıkanması
Bazı iktisatçılar Erdoğan/AKP iktidarının üzerinde yükseldiği birikim rejimini “neoliberal popülizm” olarak adlandırıyor ve tanık olduğumuz krizin gerçekte bu birikim krizinin tıkanmasına delalet ettiğini savunuyorlar. Ben bu görüşe katılıyorum.
Bu görüşü savunan Ümit Akçay ve başka iktisatçılar neoliberal popülizmi, klasik neoliberal politikalar doğrultusunda emekçi sınıfların aşırı bir sömürüye ve güvencesiz çalışma koşullarına maruz bırakılmasına ek olarak ekonomik büyümenin rantının kayırmacı ağlarla ve bir hiyerarşi içinde “yandaş” kesimlere aktarılması ve yine kayırmacı bir tarzda yapılan yüklü sosyal yardımlar sayesinde iktidara bağımlı bir yoksullar sınıfının yaratılması olarak tanımlıyorlar.
Ümit Akçay, AKP döneminde neoliberal popülizmin dış kaynakla nasıl finanse edildiğini ve tıkanmanın nasıl başladığını üç dönem halinde analiz ediyor.[4]
Birinci dönem, 2001 krizinin ardından IMF programının uygulandığı 2001-2007/8 yıllarını kapsıyor. Bu dönemin başlıca özelliği, uluslararası finans piyasalarında likiditenin bol olması ve “gelişmekte olan ülkelere” sermaye girişlerinin artmasıdır. 2001-2007 döneminde Türkiye’de yüksek faiz politikası izlenmiş, bu yolla dış kaynak girişi sağlanmış, yabancı sermaye girişlerinin artması sonucunda TL değerlenmiş, böylece enflasyonun da düşmesi sağlanmıştır. Enflasyonun düşmesine paralel olarak faizlerin de nispeten düşmeye başlaması yabancı sermaye girişlerinin yarattığı kredi genişlemesiyle birleşince Türkiye bu dönemde canlı bir ekonomik büyüme yaşamıştır.
İkinci dönem, 2007/8 yıllarındaki küresel ekonomik krizin ardından başlar (2010) ve FED’in parasal genişleme programına son vereceğini duyurduğu 2013 yılıyla sona erer. Bilindiği gibi başta FED olmak üzere merkez kapitalist ülkelerin merkez bankalarının krizi hal yoluna sokma politikası, piyasalara trilyonlarca dolar pompalamak olur. Tarihte eşi benzerine rastlanmamış boyutlaraki bu likidite o zamanlar henüz bir kriz yaşamayan “gelişmekte olan ülkelere” yönelir. Küresel piyasalardaki bu yoğun likidite Türkiye’de MB’nın politika faizini % 7’den % 4,5’a kadar düşürmesini sağlar (bugün MB’nın % 17,75 oranındaki politika faiziyle karşılaştırın). Merkez ülkelerde faizler o kadar düşüktür ki (sıfıra yakındır ve sıfırdır), Bakanlar Kurulu 2009 yılında geliri TL cinsinden olan şirketlerin dövizle borçlanmasını yasaklayan düzenlemeyi değiştirir. Böylelikle 2010-2013 dönemi -olağanüstü düşük faizler dolayısıyla- dövizin ucuz ve TL’nin değerli olduğu bir konjonktür olarak öne çıkar. Bu dönem, başta inşaat sektörü olmak üzere reel sektör şirketlerinin gelecekteki riskler hiçbir şekilde dikkate alınmadan yoğun şekilde dövizle borçlanmaya teşvik edildiği, dünyadaki krize rağmen Tayyip Erdoğan/AKP’nin “rekor büyüme oranlarıyla” övündüğü yıllardır.
Üçüncü dönem, küresel piyasalardaki likidite bolluğunun sonuna gelindiğini haber veren Mayıs 2013 FED toplantısıyla başlar ve günümüze kadar olan dönemi kapsar. FED’in yıllar içinde faizleri yavaş yavaş artırmasıyla birlikte yatırım fonları “gelişmekte olan ülkelerden” çekilme eğilimine girer. Bu süreçte en fazla kırılganlık üreten ülkeler, doğal olarak yabancı sermayenin “riskli” kategorisinde değerlendirdiği ülkeler haline gelir. Böylece bu ülkelerin dışarıdan borçlanma maliyetleri de artmaya başlar. Türkiye’de neoliberal popülist birikim modeli bu dönemde tıkanmaya başlar. Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birincisi, reel sektör şirketleri olağanüstü boyutlarda döviz borcu biriktirmiştir, çoğunun geliri TL cinsindendir ve borçları çevirme maliyetleri giderek artmaktadır. Alınan borçlar ise üretken alanlara değil, inşaat gibi ihraç edilebilme, yani döviz kazandırma kapasitesi olmayan alanlara yatırılmıştır. İkinci nedeni ise, bu yatırım politikasının sonucu olarak ekonominin dışarıya bağımlılığının artması, iğneden ipliğe her şeyin ithal edilmesi, dolayısıyla ekonomik büyümenin yüksek cari açıklarla sonuçlanmasının bir kadere dönüşmesidir.
Aşağıdaki tablo[5] 16 Haziran 2009’da TL cinsinden geliri olan şirketlerin dövizle borçlanmasının önünü açan Bakanlar Kurulu kararından sonra reel sektör şirketlerinin döviz yükümlülüklerinden döviz varlıklarını çıkardığımızda elde edilen “net döviz açığının” (2. satır) ve şirketlerin yurtiçi bankalardan aldıkları döviz kredilerinin (3. satır) 2009-Mayıs 2018 dönemindeki evrimini gösteriyor.
Reel sektör şirketlerinin net döviz açığı 2009’da 66,7 milyar dolarken Mayıs 2018’de 217,2 milyar dolara yükselir. Aynı kesimin yurtiçi bankalardan aldığı toplam döviz kredileri ise 2009’da 28,9 milyar dolardan 155,5 milyar dolara çıkar. İşte art arda gelen ve gelmeye devam edeceğini tahmin ettiğimiz kur şoklarından sonra yüksek döviz borçlusu reel sektör şirketlerinin iflasa sürüklenme riski, bu tabloda gözlemlediğimiz akıldışı borçlanma politikasından kaynaklanmaktadır.
2013’den günümüze kadar yaşadığımız 3. dönem aslında Türkiye’de yeni bir rejimin kuruluş yıllarına da karşılık gelir. Gerek Türkiye’de gerekse komşu ülkelerde Kürtlere göz açtırmama politikasının ana eksenini oluşturduğu yeni rejimin temel çelişkilerinden biri şudur: Bölgede alt-emperyal bir güç olma çabasıyla Batı’dan uzaklaşıp Rusya’nın şahsında Asya bloğuyla yakınlaşan yeni rejim gerek ülke içinde gerekse uluslararası alanda “güçlü” olmak ve Batı eksenine kesin olarak geri dönme taleplerine karşı koymak zorundadır. Fakat diğer yandan son derece avantajlı bir ekonomik konjonktürün sonuna gelinmekte, Türkiye’nin ekonomik kırılganlıkları nihayetinde bir kirize yol açacak ölçüde artmaktadır.
Ekonomi açısından baktığımızda 3. dönem, giderek ülke yönetiminde belirleyici hale gelmeye başlayan Neo-İttihatçıların temsilcisi durumundaki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın MB’nın faiz arttırımlarına düzenli olarak karşı koymasına, “enflasyonun faizi değil faizin enflasyonu artırdığı” şeklindeki aykırı formülasyonlara, kısacası yeni konjonktürün ekonomiyi durgunlaştırıcı etkisine karşı sistemli bir direnişe tanık olur. Gerçekte peşinde koşulan, 2010-2013 dönemine özgü “düşük faiz ve ucuz döviz” koşullarının geri getirilmesidir. Buna karşın, MB faizlerinin yükseltilmesine karşı gösterilen her direniş sonunda hem kurun hem de faizlerin daha fazla yükselmesiyle ve kur/faiz makasına girilmesiyle sonuçlanır. Birkaç defa tekrarlanan bu döngünün sonuncusuna geçen Mayıs ve Haziran aylarında şahit olduk.
İçinde bulunduğumuz aşamada yeni rejimin ekonomik krizi nasıl yöneteceği ve özellikle reel sektör şirketlerinin döviz borcu sorununu nasıl çözmeye çalışacağı önem kazanıyor. Zira rejimin 2013’ten bu yana yaptığı gibi sistem açısından rasyonel diyebileceğimiz çözümlere direnmesi krizin tahribatının daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanacak. Krizin nasıl yönetilmeye çalışıldığını ve bu çerçevedeki gelişmeleri yazının 2. bölümünde ele alacağız.
[1] Türkiye’deki krizin Avrupalı bankalara doğru yayılması hakkında bkz. https://www.bloomberg.com/news/articles/2018-08-16/turkey-was-ripe-for-a-currency-crisis-will-it-spread
[2] Son yıllarda Türkiye’de rejimin özellikle dış politika alanında Neo-İttihatçı bir mantıkla şekillenmesi üzerine gayet aydınlatıcı bir yazı için bkz: Ömer F. Kurhan, http://art-izan.org/one-cikanlar/iktidar-dokuluyor-sistem-cokuyor…
[3]Bkz. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/ekonomik-krize-girilirken-245110
[4]Bkz. https://kriznotlari.blogspot.com/2018/08/istikrar-program-yapsal-krizi-asabilir.html
[5] Kaynak: Ali Rıza Güngen, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/08/24/tilki-vaaz-vermeye-basladiginda/