Bu yazının 1. bölümünde[1] Türkiye’de son aylarda hızla gelişen döviz krizinin nedenleri üzerinde durmuş ve yakın gelecekte krizin alabileceği daha ağır biçimleri incelemeye çalışmıştık. Ekonomik cephede temel sorunun, Erdoğan/AKP iktidarının benimsediği, aşırı borçlanmayla finanse edilen neoliberal popülist birikim modeli olduğu tespitini yapmıştık. Fakat krizin bu boyutlara ulaşmasının ve daha da tahripkâr bir hal alma olasılığının giderek güçlenmesinin, temelde yeni rejimin uluslararası alanda izleyegeldiği Neo-İttihatçı politikadan kaynakladığını vurgulamıştık. Son olarak, yeni rejimin krizin yönetilmesi konusunda, a) yurtiçinde kurduğu rantın yukarıdan aşağıya geniş toplum kesimlerine aktarıldığı kayırmacı modeli korumak ve b) uluslararası alanda Batı bloğunun taleplerine boyun eğmemek kaygısıyla ekonomik büyümeyi frenleyecek her türlü çözüme ayak direyeceği öngörüsünde bulunmuştuk.
Şimdi öncelikle yeni rejimin krizi somut olarak nasıl yönetmeye çalıştığını görelim.
Para Piyasası ve Bankacılıkla İlgili Önlemler
Ekonomi yönetimi döviz krizi karşısında MB’nın faizleri yükseltmesi gibi daha rasyonel önlemler almak yerine temel sorunların etrafından dolaşmayı ve sonuçta başka sorunlara yol açan önlemleri devreye sokmayı tercih etti.
Bunlardan ilki, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) Türk bankalarının yabancı bankalarla yaptığı “TL verip-döviz borçlanmasını” (swap işlemlerini) sınırlandırması oldu. Bu işlemler, bankaların özkaynaklarına oranı % 25’i geçmeyecek şekilde sınırlandırdı. Benim de anlayabildiğim basit bir dille anlatacak olursak, yabancı fonlar döviz kurundaki hızlı artış karşısında TL varlıklarındaki (tahvil, hisse senedi) düşüşten kendilerini korumak için Türk bankalarından TL borçlanıp döviz alıyorlardı. Ekonomi yönetimi yabancı fonların döviz talebini azaltmak için bunların TL’ye erişimini kısıtladı. Peki sonuç ne oldu? Sonuç, birçok iktisatçı ve finansçının belirttiği üzere Türk varlıklarında hızlı bir satış dalgası oldu. Böylece iki yıllık gösterge tahvil faizi rekor bir artışla % 24’leri geçti. Diğer yandan, Türkiye’nin risk primi olarak düşünebileceğimiz CDS (kredi temerrüt takası) primleri neredeyse iflas etmek üzere olan bir ülkenin risk primi düzeyine, 500’lerin üzerine tırmandı. Böylece Türkiye’nin hem iç hem de dış borçlanma maliyetleri yükselmiş oldu.[2]
Çok yakında alınan bir başka önlem ise bankalardaki TL mevduat getirilerinden alınan stopaj vergisinin indirilmesi, döviz mevduatı getirilerinden alınan verginin ise artırılması oldu. Elbette bu önlemin döviz kurundaki yükselişi durdurmasını bekleyemeyiz, hatta tam tersine döviz mevduat faizlerinden daha yüksek vergiler alınması döviz tasarruflarının bankacılık sisteminin dışına çıkmasına yol açabilir.
Şirketleri Kurtarma Planı
Döviz krizine karşı bu tür palyatif önlemler alınırken, bir yandan da döviz borçlusu çok sayıda büyük şirketin kurdaki yükselişe dayanamayıp banka borçlarını ödemeyecek noktaya gelmesini önlemek üzere bir kurtarma planı hazırlanmaya başlandı.
15 Ağustos 2018’de Resmi Gazete’de Finansal Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması başlıklı bir yönetmelik[3] yayımlandı. Bu yönetmelik, iki yıl boyunca şirketlerin banka borçlarının yapılandırılmasını, indirilmesini, hatta tümüyle silinmesini mümkün kılıyor. Sürecin nasıl yürütüleceği ise Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) hazırlayacağı bir çerçeve anlaşma ile belirlenecek.
Buna benzer bir uygulama 2001 krizi ertesinde 300’ün üzerinde şirketin borçlarını yeniden yapılandırmak için “İstanbul Yaklaşımı” adı altında gerçekleştirilmişti. Bankalar karşılıklı bir anlaşmayla bu şirketlerin 6 milyar dolarlık borcunu yeniden yapılandırmıştı. Bunun için kısmen IMF’den sağlanan 3 milyar dolarlık bir kaynak kullanılmıştı.
Fakat şimdi karşı karşıya olduğumuz “kurtarma planıyla” ilgili iki temel sorun var. Ödenmeme riski giderek artan borç miktarı çok daha yüksek. Mütevazı bir yaklaşımla on milyarlarca dolardan söz ediliyor. Dolayısıyla bu düzeyde borcu yeniden yapılandırmak için gerekli kaynak -eğer yönetim IMF ile bir anlaşmaya gitmeyecekse- nereden temin edilecek?
Diğer sorun ise rejimin “kayırmacı” niteliğinden kaynaklanıyor. Şirketlerin kurtarılmasında “yandaş sermaye gruplarına” mı öncelik verilecek ve rejimin sınıfsal dayanağını oluşturan bu grupları “yüzdürmek” adına bankacılık sistemini riske sokacak irrasyonel zorlamalara mı girişilecek?
Türkiye’nin en fazla döviz borçlusu sektörleri arasında gayri menkul sektörü 1. sırada. Bu sektördeki şirketlerin döviz borçları, toplam borçlarının yaklaşık % 90’ını oluşturuyor. Enerji sektöründe bu oran % 80’ler civarındayken inşaat sektöründe % 60’lar düzeyinde. Bu sektörlerde AKP iktidarıyla birlikte yükselişe geçen yeni sermaye sınıfı etkin durumda.
Diğer yandan, Mustafa Sönmez’in aktardığı verilere göre en fazla döviz borcu ve döviz açığı olan şirketler aynı zamanda “kamu-özel işbirliği” çerçevesinde 3. havalimanı, 3. köprü gibi mega projeleri yapan firmalar[4]. Örneğin Dünya Bankası verilerine göre Limak Holding “kamu-özel işbirliği” projelerinde 43 milyar dolarlık yatırım üstlenmişken Cengiz ve Kolin Holding yaklaşık 40’ar milyar dolarlık, MNG Grubu ise 18 milyar dolarlık yatırım üstlenmiş durumda. 3. Boğaz köprüsünü yapan IC Grup ise bu projelerde 16 milyar dolarlık bir paya sahip. Dolayısıyla döviz krizinin en fazla tehdit ettiği firmalar, rejimin sermayedar desteğini oluşturan şirketler.
Döviz krizinden en fazla etkilenen büyük şirketler arasında “yandaş firmalar” ön sıradaysa, rejimin kayırmacı niteliği gereği “şirket kurtarma planının” öncelikle bu firmaları hedeflediği öngörülebilir.
Asıl önemlisi ise bu kurtarma planının, 2001 krizinden sonra IMF programıyla sağlıklı bir yapıya kavuşturulan bankacılık sisteminin bu yapısını bozabilecek unsurlar barındırması. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıklamasına göre hazırlanan “aksiyon planı”, bankaların zor durumdaki şirketlere “kredi kanallarını açık tutmasını”, “borçların vade ve faizlerinde esneklik sağlamasını” öngörüyor. Bu plana göre, bankalar “kur artışı nedeniyle limit aşımı oluşan kredilerde limit aşımını dikkate almayacaklar”; “kur artışı nedeniyle kredi alınırken gösterilen teminatın değeri yetersiz kalırsa firmalardan ek teminat istemeyecekler”.[5] Kısacası Albayrak’a bakılırsa, bankacılık sisteminin zorlanması pahasına “yandaş” firmaların kredi kanallarına erişimi açık tutulacak.
Somut olarak uygulamaya geçildiğinde “şirket kurtarma planının” ne şekilde işleyeceğini ve bankacılık sisteminin görece sağlıklı olmasını sağlayan kriterlerin ne ölçüde zorlanacağını göreceğiz. Bu kriterlerin zorlanması, krizin bankacılık sektörüne sıçramasına çanak tutmak anlamına gelecek.
Rejimin Uluslararası Alandaki Destek Arayışları
Döviz krizi tırmanırken yapılan ilk hamlelerden biri, Damat Albayrak’ın Körfez ülkelerine destek arama turuna çıkması oldu.
Bu ülkeler arasında sadece Katar’dan mali destek sağlandığı duyuruldu. Katar’ın Türkiye’ye 15 milyar dolarlık doğrudan yatırım yapacağı söylendi. Bununla birlikte, sözü edilen 15 milyarlık yatırımın hangi alanlara ve nasıl bir takvim içinde yapılacağı belirsiz kaldı. Ayrıca Katar’ın Türkiye’ye son sekiz yılda yaptığı toplam yatırımın sadece 1 milyar 683 milyon dolar olduğu dikkate alındığında, bu haberin ne ölçüde gerçek olduğu ne ölçüde “psikolojik etki” yaratmak amacıyla duyurulduğu soru işareti olarak kaldı.
Büyük bir gelişme olarak duyurulan ikinci haber “Katar Merkez Bankası ile 3 milyar dolarlık swap (takas) anlaşması” yapıldığıydı. Aslında olup biten şundan ibaretti: Katar, Türkiye’ye 3 milyar dolar karşılığı Riyal verecek, Türkiye de Katar’a 3 milyar dolar karşılığı TL verecekti. İki ülke arasındaki ticaret hacmi artacak olursa, bu “yerli ve milli paralar” karşılıklı ticarette kullanılacaktı. O kadar.
Rejim Yüzünü Yeniden AB’ye Dönüyor
Döviz krizi fasılalarla devam ederken özellikle Almanya’nın krizi atlatmasına yardımcı olmak için Türkiye’ye mali yardımda bulunması gündeme geldi. AB ülkelerinin ve bilhassa Almanya’nın -ABD’den farklı olarak- Türkiye’de yaşanan krizin etkilerini hafifletmek üzere mali yardımı gündeme alması birkaç önemli nedenden kaynaklanıyor. İşin ekonomi cephesine baktığımızda, Türkiye’deki bankalar ve şirketlere en fazla borç veren bankaların Avrupa bankaları olduğunu görüyoruz. Bu bankalar arasında en fazla Türkiye riskine maruz kalanlar, aynı zamanda Garanti Bankası’nın % 49,85 hissesine sahip olan İspanyol BBVA Bankası; diğerleri ise İtalyan UniCredit ve Fransız BNP Parisbas olarak sıralanıyor.[6] Kredi veren Avrupa bankaları arasında Alman Bankaları da bulunuyor. Dolayısıyla AB, Türkiye’nin dış borçlarını ödeyememesi durumunda krizin kendi bankacılık sektörüne yayılmasından kaygılanıyor. Ayrıca Türkiye’ye en fazla doğrudan yatırım yapmış olan ülkeler % 65’in üzerinde bir oranla Avrupa ülkeleri. Son olarak Türkiye, başta Almanya olmak üzere AB için gözden çıkarılamayacak bir ihracat pazarı.
Fakat en az bunun kadar önemli olan bir başka neden, AB ülkelerini ve yine özellikle Almanya’yı tehdit eden “mülteciler sorunu”. Artık AB nezdinde Türkiye, savaşların ve kitlesel göçlerin hüküm sürdüğü Ortadoğu ile Avrupa arasında bir “tampon ülke” konumunda. Türkiye’deki rejim tarafından da benimsenen bu rol, Suriye ve diğer ülkelerden Avrupa’ya geçmeye çalışan mültecilerin Türkiye sınırları içinde tutulmasından oluşuyor. Dolayısıyla Avrupa’nın “güvenliği” açısından Türkiye’nin ekonomik kökenli bir istikrarsızlığa sürüklenmemesi gerekiyor.
Medyada çıkan haberlerden anlaşıldığı kadarıyla henüz Almanya veya AB’nin Türkiye’ye nasıl ve hangi kanalla mali yardımda bulunacağı netlik kazanmış değil. Bazı Alman yetkililer yardımı Almanya’nın değil IMF’nin yapmasını, bazıları ise verilecek kredi paketine IMF’nin kefil olmasını istiyorlar. Fakat yukarıdaki gerekçeler göz önüne alındığında, Almanya ve AB’nin Türkiye’deki krizin derinleşmesine seyirci kalmayacağını ve bunu önlemek için şu ya da bu kanalla bir mali yardımı ciddi olarak düşündüğünü söyleyebiliriz. Nitekim Merkel’den gelen olumlu yöndeki açıklamalar Türkiye’de rejimi rahatlatmış görünüyor. Böylece “Türkiye’ye ekonomik operasyon çeken ABD” yerine “sonunda değerimizi anlayan AB” kıymete binmiş oldu.
Bunu Türkiye’de rejimin hamlelerinden anlayabiliyoruz. Örneğin 28 Ağustos’ta Ankara’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün katılımıyla Reform Eylem Grubu (REG) acilen toplanıyor. AB üyelik müzakere sürecindeki reformları koordine etmekle görevli olan REG’in bu toplantısı her ne hikmetse üç yıl aradan sonra apar topar yapılıyor. Türkiye’de rejimin, Almanya’nın kendi kamuoyuna karşı elini rahatlatmak adına bazı gazetecileri ve ifade özgürlüğü mağdurlarını hapisten çıkarması muhtemel görünüyor.
Burada üzerinde durulması gereken iki önemli nokta var. Neden Türkiye’yi yöneten Neo-İttihatçılar uluslararası alandaki yeni partnerleri Rusya ve Çin yerine AB ülkelerinden ve Almanya’dan medet umuyorlar?
Bu sorunun yanıtını, Duvar Gazetesi’nden Mühdan Sağlam’ın Moskova Devlet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Dr. Kerim Has’la yaptığı son derece faydalı söyleşide bulabiliriz.[7] Söyleşiden konumuzla ilgili olarak şu sonuçlar çıkıyor: Her ne kadar Rusya ve Çin, ABD hegemonyasına meydan okuyan güçler konumunda olsalar da henüz ekonomik ve finansal alanda ABD’yle boy ölçüşebilecek durumda değiller. Diğer BRICS ülkelerini de (Brezilya, Hindistan, Güney Afrika) yanlarına alarak gerçek bir ekonomik blok oluşturabilmiş değiller. Somutlaştırmak gerekirse, “Rusya, Çin’in ilk 10’daki ticaret ortağı arasında değil. Rusya ise toplam ihracatının yüzde 54’ünü hâlâ Avrupa’ya yapıyor. 2017’de Rusya’daki büyük 162 doğrudan yabancı yatırım projesinin 32’si Çin’in finansmanıyla sağlanırken, geri kalanlar hep Batı ittifakı içerisinde yer alan Almanya, ABD, İtalya, Japonya gibi ülkeler tarafından gerçekleştiriliyor.” Dolayısıyla Rusya, Çin ve bunlarla ekonomik işbirliğini güçlendirmeye çalışan diğerleri, Türkiye gibi ekonomik bir krizle karşı karşıya olan ülkelere kapsamlı mali yardım paketleriyle müdahalede bulunabilecek IMF benzeri güçlü araçlardan yoksun durumdalar. Bunun için gerekli finansal birikim ve mali örgütler hâlâ Batılıların denetiminde.
Sonuç olarak “alternatifsiz olmadığı”, “yeni dostları olduğu” söylemlerine ve “bağımsız dış politika” iddialarına karşın Türkiye’deki yeni rejimin ekonomik krizi Batı bloğunun desteğiyle aşmak dışında bir seçeneğe sahip olmadığı mevcut göstergelere bakılarak söylenebilir.
Buradan ikinci önemli noktaya geliyoruz: Almanya ve AB, Türkiye’ye mali yardım yapacaksa karşılığında hangi ekonomik ve jeopolitik taleplerde bulunacak? Ekonomi kısmıyla ilgili olarak mali yardımın karşılığında bir IMF programından çok da farklı olmayan taleplerin gündeme geleceğini öngörebiliriz. Yani yoğun devlet teşvikleriyle büyüme politikasına son verilmesi, kamu harcamalarında gerçek bir daralmaya gidilmesi, MB’nın faizleri yükseltmesi, cari açığın küçültülmesi. Kısacası, Türkiye’nin dış borçlarını ödeyecek duruma gelmesini sağlayacak bir programın, toplum bedelini ağır bir faturayla ödeyecek olsa da koşulsuz olarak benimsenmesi. Fakat dikkat edelim; bunlar tam da Erdoğan’ın liderliğini yaptığı yeni rejimin güçten düşmesine yol açacak talepler.
Mali yardım karşılığında hangi jeopolitik tavizlerin isteneceğine gelince, AB ile ABD arasında süregiden gerilim ve AB’nin Rusya’yla ilişkilerinde ABD’den farklı bir politika izlemek isteği göz önüne alındığında, haliyle daha karmaşık ve üzerinde ayrıca durulması gereken bir konu.
[1] Bkz. http://art-izan.org/guncel/ekonomik-kriz-bu-daha-baslangic
[2] Ayrıntılı bir açıklama için bkz. Uğur Gürses, https://ugurgurses.wordpress.com/2018/08/20/krizde-hasar-raporu/
[3] Bkz. http://haber.sol.org.tr/emek-sermaye/buyuk-sirket-kurtarma-operasyonu-basliyor-245432
[4] Bkz. https://www.al-monitor.com/pulse/originals/2018/08/turkey-who-is-at-sharp-end-of-currency-crisis.html
[5] Bkz. https://www.sabah.com.tr/ekonomi/2018/08/17/son-dakika-hazine-ve-maliye-bakanligi-yeni-tedbir-paketini-duyurdu
[6] Bkz. https://www.bloomberg.com/news/articles/2018-08-16/turkey-was-ripe-for-a-currency-crisis-will-it-spread
[7] Bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/08/29/dr-kerim-has-ile-rusya-ve-kuresel-gelismeler-ustune/