Döviz Kuru Hâlâ Ekonomiyi İzlerken Bakılacak Temel Gösterge mi?
Ağustos-Eylül aylarında meydana gelen döviz krizinden sonra memlekette ekonominin gidişatı biraz da doğal olarak döviz kurundaki yükselişler-düşüşler üzerinden izlenmeye başlandı. Eylül ayından bu yana dolar/TL kurunun düşerek en son 5,30’lu seviyelere gelmesi rejimin yoğun propagandasının da büyük etkisiyle “ekonomik kriz atlatıldı mı?” sorusuna yol açtı.
Meseleyi doğru bir şekilde ele almak için 13 Eylül’de Merkez Bankası’nın (MB) politika faizini 625 baz puan arttırarak % 24’e yükseltme kararının, rejimin ekonomi politikası açısından ne anlama geldiğini hatırlamak faydalı olabilir.
Hatırlanacağı gibi küresel düzeyde sermaye hareketlerinin “gelişmekte olan ülkelerden” merkez ülkelere yönelmesi, dolayısıyla Türkiye’ye giren yabancı sermayenin azalması, buna karşın artan cari açık ve reel sektör şirketlerinin aşırı döviz borçluluğu nedeniyle döviz kuru üzerinde baskı oluşması, rejimin 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak için uyguladığı bir dizi teşvik paketinin ekonominin mevcut kapasitesini zorlayarak enflasyonu yükseltmesi (Temmuz’a gelindiğinde yıllık enflasyon % 16’ya yaklaşmıştı) gibi ekonomik gelişmeler, rejimin uluslararası finans çevrelerinin taleplerine direniyor görünmesi ve rahip Brunson kriziyle birleşmiş ve büyük bir döviz şoku yaşanmıştı.
Bu noktada henüz kurulma aşamasındaki başkanlık rejimi bir tercihle karşı karşıya kaldı. Uluslararası finans merkezlerinin taleplerine uzun boylu direnmek zaten hiçbir zaman gerçek bir seçenek olmamıştı. Geriye şu iki seçenek kalmıştı: Ya MB üzerinde faizi yükseltmeme baskısı sürdürülecek, böylece döviz krizinin tam bir finansal krize dönüşmesi göze alınacaktı; ya da MB’nin yüksek faiz artışına gitmesine izin verilecek, böylece kur kontrol altına alınacak, fakat reel ekonominin aşamalı olarak derin bir krize sürüklenmesine razı olunacaktı. İkinci seçeneğin avantajı, dört dörtlük ani bir kriz yerine zamana yayılan bir reel ekonomi krizinin 31 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerde AKP oylarını daha az etkileme ihtimaliydi.
Dolayısıyla 13 Eylül’de MB’nin yüksek faiz artışı ve 20 Eylül’de Bakan Albayrak tarafından açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda (YEP) kamu harcamalarını kısma taahhüdüyle kur büyük ölçüde kontrol altına alınmış oldu.
Buna karşın, döviz kurunda belirli bir gerileme sağlansa da sonuçta 2018 başında 3,75 dolayındaki dolar/TL kuru 5,30’a çıkmıştı. Yaşanan döviz krizi, kredi faizlerinin olağanüstü şekilde yükselmesine ve yüksek döviz borçlusu çok sayıda şirketin borçlarını yeniden yapılandırmak üzere konkordato ilan etmesine yol açtı. Reel sektör şirketlerinin kredi borçlarını geri ödeyememe riski oluştu ve bu durum başka nedenlerle birleşerek, aşağıda göreceğimiz gibi, bir kredi krizini beraberinde getirdi. Kredi kanallarının tıkanması, üretim ve tüketimin hızla düşmesiyle sonuçlandı. Üstelik, uluslararası finans çevrelerine verilen taahhüt gereği rejim, 2017 ve 2018’in ilk yarısında yaptığının aksine, ekonomiyi “yüzdürmek” için kapsamlı kredi ve teşvik paketlerini rafa kaldırmak, devlet destekli çok sayıda projeyi dondurmak zorunda kaldı. Böylece krizin 2. aşamasına, reel ekonomi krizi ve reel sektör ile bankalar arasındaki kredi kanallarının tıkanması aşamasına geçmiş olduk.
Krizin, Reel Ekonomi Krizine Dönüşmesi: “Stagflasyona Çeyrek Kaldı”[1]
10 Aralık’ta 2018 yılı 3. çeyrek (Temmuz-Ağustos-Eylül) büyüme rakamları açıklandı. Buna göre, Türkiye ekonomisi 3. çeyrekte bir önceki yılın aynı dönemine göre yalnızca % 1,6 büyüdü. 2018’in 1. ve 2. çeyrek büyüme oranları ise sırasıyla % 7,2 ve % 5,3’tü. Üstelik, mevsim ve takvim etkilerinden arındırıldığında 3. çeyrekte Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) 2. çeyreğe göre % 1,1 daraldı.
Veriler geçen yılın 3. çeyreğine göre birçok sektörde şiddetli bir yavaşlama veya daralmaya işaret ediyor. Üretim tarafından bakıldığında, tarım sektörü % 1 büyürken (geçen yıl bu oran % 3,6 idi), sanayi sektörü sadece % 0,3 büyüyebildi (bu oran geçen yıl % 15,4 idi). AKP döneminde ekonominin “lokomotif” sektörü inşaat ise % 5,3 daraldı (geçen yıl % 18,8 oranında büyümüştü). TL’nin değer kaybetmesinin sağladığı avantajla ihracat % 13,6 artarken, Türkiye ekonomisinin dışa bağımlı üretim ve tüketim kapasitesi açısından çok temel bir gösterge niteliğindeki ithalat rekor bir seviyede % 16,7 daraldı.
Harcamalar açısından bakıldığında ise, iç talebe dayalı büyümenin sonuna gelindiği açık. Büyük ölçüde döviz krizinin sonucu olan yüksek enflasyon toplumun geniş kesimlerinin gelirleri erittiği ve tüketici kredilerine dönük talep hızla gerilediği için hanehalklarının tüketimi yalnızca % 1,1 oranında arttı (oysa 2017’nin aynı döneminde bu oran % 10,3 idi). Yatırımların seyrini gösteren “gayrisafi sabit sermaye oluşumu” ise % 3,8 azaldı (geçen yıl % 12,8 artmıştı). Kredi kanallarının tıkanması ve iç talebin düşmesi yeni yatırımlarda ciddi bir gerilemeye neden oldu. Büyüme oranının her şeye karşın pozitif çıkmasının başlıca nedenlerinden biri “devletin nihai tüketim harcamalarının”, yani mal ve hizmet alımlarının % 7,5 oranında artmış olması.[2]
Aşağıdaki grafikte 2016 1. çeyrekte, ardından 2017 ve 2018 yıllarının çeyreklik (üçer aylık) dönemlerinde GSYH’nın büyüme oranı gösteriliyor. 2018‘de önce bir durağanlaşma, ardından hızlı bir yavaşlama göze çarpıyor.
Yazıyı yazarken Ekim ayı sanayi üretimi verileri açıklandı. Takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi Ekim 2018’de geçen yılın aynı ayına göre % 5.7 azaldı. Mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış sanayi üretimi ise bir önceki aya kıyasla % 1.9 düşüş kaydetti.
Aşağıdaki grafikte, ülke ekonomisinin büyümesiyle ilgili temel gösterge olan sanayi üretiminde Ocak 2017-Ekim 208 arasındaki şiddetli düşme ve giderek daralma eğilimi gösteriliyor.
Bu tablo neyi gösteriyor?
Tablo iki şeyi gösterebilir: Ya Türkiye ekonomisi geçici sayılabilecek bir kur şokundan dolayı dönemsel olarak yavaşlama eğilimi içine girmiştir. Bu durumda önümüzeki çeyreklik dönemlerde belki dönemsel bir daralma görülse de 2019 yılı içinde büyüme çok geçmeden yeniden başlayacaktır. Ekonomi yönetiminin iddiası bu yöndedir.
İkinci olasılık ise, verilerin ekonomide daha orta vadeli bir daralmanın ön-göstergesi olmasıdır. Eğer böyleyse, 2019’da Türkiye ekonomisi net bir daralma içine girecek, sonrasında ise büyüme oranları şimdiden öngörülmesi zor olan çok sayıda değişkene bağlı olarak şekillenecektir. Birçok eleştirel iktisatçının tahmini ise bu yöndedir.
Ben de ekonominin 2019 yılında ve belki bir süre daha daralma trendinde olacağını, yaşanan krizin kolay bir çözümü olmadığını düşünüyorum.
Bunun nedeni, ekonomik yavaşlamanın aslında finansal bir krize işaret eden bir kredi krizinden kaynaklanıyor olması. Aşağıda göreceğimiz gibi kredi hacmi giderek daralıyor. Bankalar, işletmelere kredi açmak konusunda isteksiz davranırken şirketler ve hanehalkları cephesinde de kredi talebi düşüyor. Önce veriler ışığında duruma bakalım.
Kredi Krizi
Aşağıda Atilla Yeşilada’nın bir yazısından aldığım grafik[3] 2012 yılı başından 2018 Kasım ortasına kadar kamu ve özel bankaların ve toplamda bankacılık sektörünün kullandırdığı kredilerin (kur etkisinden arındırılmış) büyüme hızlarını gösteriyor. (Lacivert eğri kamu bankalarının, yeşil eğri özel bankaların, kırmızı eğri ise toplam bankacılık sektörünün kredi hacmi.) Grafik, Mart 2017’de tepe noktasına çıkan kredi hacminin Ağustos 2018’de yaşanan kur krizinden sonra hızla düştüğünü ve giderek daraldığını gösteriyor.
Rakamlarla ifade edecek olursak, 31 Ağustos itibariyle mevduat bankalarının kredi hacmi 2 trilyon 189 milyar TL iken, 30 Kasım’da 1 trilyon 954 TL’ye geriliyor. Yani kredi hacmi 3 ayda % 11 oranında, 235 milyar TL azalmış durumda.[4]
Kredi krizinin nedenlerini şöyle sıralayabiliriz:
– Bankaların, finansçıların tabiriyle “donuk”, yani batık kredilerinin kayda değer bir düzeye ulaştığı belirtiliyor. Yazın yaşanan kur şoku aşırı ölçüde dövizle borçlanmış olan şirketlerin döviz kredilerinin TL karşılığını olağanüstü şekilde yükseltti. Dolaysıyla çok sayıda şirket kredilerini geri ödeyemez hale geldi. Resmi verilere göre “konkordato ilan eden şirket sayısı 846’ya ulaştı”. Sadece 10 Kasım’dan bu yana 490 şirket daha konkordato ilan ettti.[5]
– Ekonomi basınında aslında batmış olan, fakat yandaş oldukları için rejimin bankalara yaptığı baskı sonucu bir şekilde yüzdürülen “zombi” şirketlerden söz ediliyor. “Yüzdürme”, bankaların söz konusu şirketlerin borçlarını yeniden yapılandırmaya veya çevirmeye zorlanmasıyla gerçekleşiyor.[6]
– Bu şartlar altında, ülke riski nedeniyle yurtdışından borçlanma maliyetleri artmış olan bankalar hem riskli kredilerin artması nedeniyle hem de borçların “yeniden yapılandırılması”yla alacaklarını ötelemek durumunda kaldıkları için işletmelere yeni kredi açmakta isteksiz davranıyor. Ekonominin daralmakta oluşu bankaların kredi vermedeki isteksizliğini daha da arttırıyor.
– Diğer yandan, kur şokundan kaynaklanan yüksek enflasyon ihtiyaç, taşıt ve konut kredilerinin faizlerini fazlasıyla yükseltmiş durumda. Örneğin bu üç kredi türünün ortalama faizleri Ocak 2018’de % 18,7 iken 30 Kasım itibarıyla % 33,8 düzeyine çıkmış durumda.[7] Dolayısıyla satın alma gücü eriyen hanehalklarının kredi talebi hızla düşüyor.
Sonuç olarak, ekonomideki durgunluk ve giderek daralma eğiliminin dönemsel faktörlerden değil reel ekonominin işlemesi için gerekli olan kredi kanallarının tıkanmış olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kredi krizi aşılmadıkça da reel ekonominin krizden nasıl çıkacağı belirsiz. İşin kötüsü, reel ekonomideki krizin derinleşmesi bankaların “batık” kredi miktarını artıracak ve bu kez krizin en tehlikeli 3. evresine geçme ihtimalini, yani krizin bankacılık sektörünü de içine alma riskini güçlendirecektir.
Kredi Krizi Nasıl Aşılır? Ekonomi Yönetimi Nasıl Aşmaya Çalışıyor?
Yukarıda ele almaya çalıştığımız kredi krizinin kökeninde “batık krediler” yatıyor. Yani bankaların reel sektöre kredi vermekte isteksiz davranmasını nedeni öncelikle batık kredilerin bankaların bilançolarında meydana getirdiği tahribat. Yine yukarıda değinmeye çalıştığımız gibi, şirketlerin kredi borcunun yeniden yapılandırılmasına dair her girişim bankların alacaklarını vade sonunda tahsil edememesi ve bankacılık sektörünün biraz daha sıkışması demek. Ayrıca şunu da hatırlamakta fayda var: Türkiye’deki bankaların şirketlere açtığı kredilerin önemli bir bölümü, özellikle döviz kredileri bankaların yurtdışından gerçekleştirdiği borçlanmalarla fonlandı. Bankalar alacaklarını zamanında tahsil edip dış borçlarını ödemek durumunda.
Peki bu “batık kredi” miktarı ne kadar? Bu konuda şeffaf verilerin olduğunu söylemek zor. Bunun nedenlerinden biri, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) 18 Ağustos’ta borçların yeniden yapılandırılmasıyla ilgili yayınladığı yönetmelik.[8] Bu yönetmelik, belirli koşullar altında yeniden yapılandırılan kredilerin “takipteki krediler” kapsamından çıkarılıp “sorunsuz (canlı) krediler” kapsamına sokulmasına imkân tanıyor. Halbuki konkordato ilan edip kredileri yeniden yapılandırılan şirketler, zaten bu kredileri ödeyemedikleri için konkordato başvurusu yapıyorlar.
Bununla birlikte, mevcut kredi krizine bakarak “batık kredi” oranının kredi kanallarını tıkayacak kadar yüksek olduğu sonucuna varılabilir. Örneğin Atilla Yeşilada “Bize niye IMF lazım?” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Kaba bir hesap yapıyorum, halen 1.850 milyar TL civarındaki kurumsal kredinin %10-13’ü donuktur. Yani Nisan’a geldiğimizde ortada kimin ödeyeceği belli olmayan 200 milyar TL civarında bir hesap olacak. Ya ödersin, ya da kredi ve ödeme çarkı tamamen felç olur, ekonomi kendi ciğerlerinde biriken karbondiyoksitten zehirlenir.”[9] 200 milyar TL mevcut kur üzerinden 40 milyar dolara yakın bir meblağ ediyor. Kapalı kapılar ardında bu oranın daha yüksek olduğu da dile getiriliyor. Başka iktisatçı ve finansçılar ise Türkiye’nin krizden çıkabilmesi için dışarıdan 50-60 milyar dolarlık taze kaynak temin etmesi gerektiğini ifade ediyorlar.
İçine girdiğimiz krizi önceki krizlerden ayıran da başta inşaat ve enerji şirketleri olmak üzere reel sektör şirketlerinin yüksek miktarlara ulaşan batık kredileri.
Batık kredilerin temizlenmesi, böylelikle bankacılık sisteminin kredi kanalların yeniden açılması için gerekli olan bu kadar yüksek tutarda dövizin Hazine veya başka bir kamu kurumu tarafından yurtiçinden veya yurtdışından borçlanmayla sağlanması mümkün görünmüyor.
Ağustos-Eylül aylarında döviz krizi doruktayken yeni rejimin ekonomi yönetimi Türkiye’nin “yeni dostları” Katar, Rusya ve Çin nezdinde taze kaynak bulabilmek için girişimlerde bulunmuştu. Şimdiye kadar bu ülkelerden anlamlı bir para girişi gerçekleşmedi. Yine o dönemde gündeme gelen Almanya’nın veya AB’nin “mali yardımda bulunma” olasılığı da bugüne kadar gerçekleşmedi.
Bu arada 2019’da dünya ekonomisiyle ilgili beklentiler, Türkiye’ye dönük yüksek miktarlı yardım paketleri açılması olasılığını zayıflatıyor. 2019’da ABD ve Çin ekonomilerinin yavaşlayacağı tahmin ediliyor. Amerikan borsaları son aylarda çok sert bir düşüş yaşadı ve 2018’deki bütün kazançlarını sildi.[10] ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları ve Brexit sürecinin belirsizliğini koruması, beklentileri kötüleştiren en önemli sebepler. Dünyanın en büyük ekonomilerinin yavaşlamasının yeni bir küresel resesyonu tetikleyeceği endişesi de var.
IMF’li Çözüm mü, IMF’siz Çözüm mü?
Türkiye’ye dönecek olursak, dış borçların ödenmemesi/ertelenmesi, sermaye hareketlerine kontrol getirilmesi gibi krizin yükünün halkın sırtına yıkılmasını önlemeye dönük radikal halkçı bir alternatiften söz etmek güç. Böyle bir alternatif, örgütlü bir halk desteğine sahip güçlü halkçı politik örgütleri gerekli kılıyor.
Geriye sistem içi çözüm yolu kalıyor: IMF ile anlaşmak. Bu tür ağır borç yükünden ve batık kredilerden kaynaklanan kriz durumlarında genellikle şöyle bir yol izleniyor: Batık krediler bankalardan alınarak devlete bağlı bir kuruluşa (bazen bu amaçla oluşturulan “kötü banka”ya) devrediliyor. Yani özel sektör borçları “devletleştirilmiş” oluyor. Nihayetinde devletin hazinesi şu ya da bu mekanizma yoluyla bankalara “sermaye takviyesi”nde bulunuyor. Böylece hem kredi borçlarını ödeyemeyen şirketlerin en azından bir kısmı rahatlamış hem de asıl önemlisi bankaların bilançoları “kötü kredilerden” temizlenmiş oluyor. Kredi mekanizmasının tekrar işlerlik kazanmaya başlayacağı umuluyor.
Bu tür geniş kapsamlı bir operasyon için kuşkusuz büyük miktarda döviz cinsi kaynağa gereksinme var. IMF ile krizdeki bir ülke arasında anlaşma yapıldığında, IMF hem bu kaynağı kredi dilimleri halinde sağlama işlevini hem de uluslararası finans merkezleri nezdinde söz konusu ülkenin “kayyumu”, yani garantörü olma işlevini üstleniyor. Uluslararası fonlar ancak bundan sonra söz konusu ülkeye tekrar yatırım yapmaya başlıyor.
Sorun şu ki kurumsallaşma sancıları yaşayan yeni rejim ekonomik kriz çok derinleşmedikçe IMF’nin kapısını çalmamak için elinden geleni yapıyor. 31 Mart yerel seçimlerine kadar IMF’ye başvurulmayacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Sonrası ise şimdilik meçhul. Belli olan bir şey varsa o da yeni rejimin “kaynak” bulabilmek üzere uluslararası alandaki bütün manevra alanlarını kullanacağı ve bu arada yandaş sermaye kesimlerini kurtarmak için yeni finansman araçlarını devreye sokacağı.
İnşaat Sektörünü Kurtarmak ve Yastık Altındaki Parayı Çıkarmak
Başkanlık rejimi ve ekonomi yönetimi ekonomik krizin derinliğini kavramaktan uzak görünüyor; önceliği yandaş sermayenin yoğunlaştığı, artık tamamen tıkanmış olan inşaat sektörünü kurtarmaya veriyor.
İnşaat sektörünü kurtarmak üzere şu adımlar atıldı: Önce Türkiye Kalkınma ve Yatırım Bankası (TKYB), bankaların uymak zorunda olduğu kriterleri belirleyen BDDK’nın kredilerle ilgili bazı kriterlerinden muaf tutuldu. Böylece TKYB Yönetim Kurulu, “kredilerin sınıflandırılması, izlenmesi, takibe alınması, karşılık oranları ve teminatlarına ilişkin” olarak BDDK’nın değil kendi belirlediği “usul ve esaslara” göre davranabilecekti. Ardından TKYB’na bağlı Varlık Finansman Fonu (VFF) kuruldu. Daha sonra ağırlıklı olarak kamu bankalarının bilançolarındaki ipotekli konut kredileri, ipotek teminatlı menkul kıymete (İTMK) dönüştürüldü. Yani söz konusu bankaların verdiği konut kredileri, İTMK’lerin teminatı oldu. İTMK’ler “dayanak varlık” olarak gösteren VFF, 7 Aralık’ta varlığa dayalı menkul kıymet (VDMK) adıyla 3,15 milyar TL’lik tahvil ihracı gerçekleştirdi. Söz konusu tutar, konut kredilerini menkul kıymetleştiren Aktif Yatırım, Garanti Yatırım, Halk Yatırım, Vakıf Yatırım ile Ziraat Yatırım’a aktarıldı. Tahvillerin vade sonunda ödemesi ise konut kredileri ödendikçe oluşacak nakit akışıyla yapılacak.[11]
Buradaki amaç, özellikle bu operasyona katılan kamu bankalarına likidite sağlamak ve böylece kredi sıkışıklığının giderilmesine katkı yaparak söz konusu bankaların inşaat sektörüne yeni kredi açmasını temin etmek.
Söz konusu VDMK ihracı, bankaların likidite ihtiyacı dikkate alındığında küçük bir miktar oluşturuyor. Çok daha büyük meblağların toplanabilmesi için Türkiye’de sermaye piyasanın çok daha derin olması, yani yatırımcı talebi oluşması gerekiyor. Üstelik söz konusu VDMK ihracında yatırımcıların kimler olduğu açıklanmadı. Kamu fonlarının yatırımcı olmaya zorlanıp zorlanmadığını da bu yüzden bilmiyoruz.
Şimdilik IMF’ye filan gitmeyip kendi kaynağını kendi yaratmak arzusundaki ekonomi yönetiminin ikinci hareketi ise, vatandaşların yastık altındaki altın ve dövizini kendine çekip borçlanmak üzere döviz cinsi tahvil ve altın tahvili çıkarmak oldu. Bu operasyon henüz talep toplama aşamasında.[12]
Kamunun yastık altındaki döviz ve altınları borçlanmak üzere talep etmesindeki sorun şurada ki “yastık altı” demek, günün birinde finansal sistem büyük bir zarar görürse vatandaşın birikiminin bundan etkilenmemesi için bir korunak oluşturmak demek. Dolayısıyla vatandaşın şimdiye kadar finansal sisteme sokmadığı “yastık altını” bundan sonra sokması için en azından çok cazip getiriler olması gerekiyor.
Bundan sonra “yatırım araçlarının çeşitlendirilmesi” adı altında bu türden başka operasyonların da gündeme gelmesi muhtemel görünüyor. Kredi tıkanıklığını gidermek için gereken on milyarlarca doların bu gibi yollarla sağlanıp sağlanamayacağını hep birlikte göreceğiz.
Sonuç
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Mevcut durumda Türkiye ekonomisinin derinleşen krizi bir kredi kriziyse, bu tıkanmayı aşmak için gerekli uluslararası kaynak IMF’de bulunuyor. Bununla birlikte, seçimlerden sonra dahi yeni rejim IMF’yle anlaşmaya yanaşmak istemeyebilir. Zira Batı sisteminin finansal dayanaklarından biri olan IMF’yle anlaşmanın kurumsallaşmaya çalışan yeni rejim açısından iki büyük sakıncası var.
1) Türkiye’nin Batı sisteminin başlıca finansal kurumlarından birinin denetimine girmesi ister istemez rejimin uluslararası alandan manevra sahasını daraltacaktır. Bu durumun özellikle Ortadoğu’ya ilişkin politikalarda kayda değer yansımaları olacaktır.
2) IMF’nin, krize girip kendisiyle anlaşma yapmak zorunda kalan ülkelere dayattığı reçete irrasyonel ölçülerde bir kemer sıkma reçetesidir. Güya enflasyonu ve kamu açıklarını düşürmek için ücretler reel olarak geriletilir, emeklilik, kıdem tazminatı gibi sosyal güvenceler zayıflatılır, sosyal güvenlik ve sosyal yardım transferlerinde büyük kısıntılar yapılması istenir.
Özellikle 2. başlıktaki taleplerin yerine getirilmesi, yeni rejimin toplumsal desteğinde hızlı bir erimeye yol açabilir. Dolayısıyla “seçimlerden sonra IMF ile anlaşırlar” demek gerçekçi olmayabilir. Peki ne olursa olsun yönetimi IMF ile anlaşmaya zorlayacak olan ekonomik koşullar nedir? Krizin bankacılık sektörüne sıçramasıdır. Tayyip Erdoğan liderliğindeki rejim halihazırda ekonomik krizin derinliğine uygun adımlar atmıyor; bankaları mevduat ve kredi faizlerini düşürmeye zorlamak, “ekonomin yeniden dengelendiğine” ilişkin bol bol propaganda yapmak ve bütün dikkatini inşaat sektörünü kurtarmaya vermek dışında rasyonel bir kriz yönetimi söz konusu değil. Aslında bir tür “ekonomik maceracılık”tan söz etmek mümkün. Bu ekonomik maceracılık, bankacılık sektörünün krizden ciddi şekilde etkilenmeye başlamasından önce terk edilmezse Türkiye’yi gerçekten çok zor yıllar bekliyor demektir.
[1] Stagflasyon, hem yüksek enflasyonun hem de ekonomik durgunluğun birlikte var olması anlamına geliyor.
[2] Mahfi Eğilmez, “Türkiye’nin büyüme performansı: ‘Stagflasyona çeyrek kaldı’”, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46504821
[3] “Faizler Düştü, Kredi Yok”, http://www.paraanaliz.com/2018/ekonomi/faizler-dustu-kredi-yok-28199/
[4] Alaattin Aktaş, “‘Faiz Boynunu Büktü’, Gerileme Belirginleşti”, https://www.dunya.com/kose-yazisi/faiz-boynunu-buktu-gerileme-belirginlesti/434299
[5] https://www.sozcu.com.tr/2018/ekonomi/konkordato-ilan-eden-sirket-sayisini-bakan-pekcan-tekrar-acikladi-2792965/
[6] Mert Yılmaz, “Zombi Şirketler”, http://www.paraanaliz.com/2018/sirketler/mert-yilmaz-zombi-sirketleri-anlatti-27692/
[7] https://www.dunya.com/kose-yazisi/faiz-boynunu-buktu-gerileme-belirginlesti/434299
[8] https://www.bloomberght.com/haberler/haber/2148127-bddk-yeniden-yapilandirma-yonetmeligini-kabul-etti
[9] http://www.paraanaliz.com/2018/yazarlar/atilla-yesilada/bize-niye-imf-lazim-28322/
[10] https://www.haberler.com/abd-borsalarinda-sert-dusus-2018-in-kazanclari-11367303-haberi/
[11] https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2018/12/07/bankalardan-31-milyar-liralik-vdmk-ihraci/
[12] https://www.sabah.com.tr/ekonomi/2018/12/18/doviz-ve-altin-tahvili-ihraci-basladi