İçinde bulunduğumuz ekonomik krizin nedenlerine ilişkin son dönemlerde değişik yaklaşımlar ileri sürülmekte.

Bir kesim krizin tek adam rejiminden kaynaklandığını ve ancak kapsamlı bir demokratikleşme paketiyle çözülebileceğini savunmakta.[1] Diğer bir kesim sorunun tamamen ekonomik olduğunu ve başta faiz artırımı ve sıkı para politikası olmak üzere neoliberal politikalara geri dönüşle (mecbur kalınırsa da IMF’den destek alınarak) çözülebileceğini savunmakta. İktidar ise, en son yaşanan “Brunson” krizi ve sonrasındaki gelişmeler etrafında dış güçler tarafından Türkiye’ye karşı yürütülen bir ekonomik savaşın söz konusu olduğu imajını yaratmaya çalışmakta ve krizin “milli duruş” ile aşılacağını iddia etmekte. (Aslında Trump ve ABD yönetiminin de bu görüntünün oluşmasına çok yardımcı olduğunu belirtmeliyiz.) Bu söylemiyle örneğin kitlesel bir döviz/altın bozdurma kampanyası yaratamamakla birlikte ortağı MHP’yi 7,20’den dolar bozdurmaya ikna eden iktidarın şimdilik seçimlerden sonra darmadağın olan muhalefeti manipüle etmekte başarılı olduğu söylenebilir. Öyle görünüyor ki “aynı gemideyiz” söylemi yeni bir “Yenikapı ruhu” arayışını işaret ediyor. Bize göre ise iktidarın son dönemde attığı ve atmadığı somut adımları da dikkate aldığımızda iktidar ciddi bir açmaz içinde ve mevcut kriz ve çıkış yolları ekonomiden öte, şu an için Ülkücü-İslamcı-Ulusalcılardan oluşan koalisyonun yapısını da zorlayacak ölçüde sistemik sorunlar içeriyor.

İçinde bulunduğumuz krizin sebeplerinin yıllar öncesine dayandığını, etki ve sonuçlarının da beklenenden uzun vadeli ve derin olacağını, iktidarın seçimleri (Suriye’deki olası gelişmelerle birlikte) bu nedenle erkene çekmek zorunda kaldığını daha önce belirtmiştik.[2] Dolayısıyla bu yazımızda krizin görünürdeki nedenlerine (borç yükü ve döviz kurundaki yükselme) ve mevcut durumdaki olgulara tekrar değinmek yerine krizin yapısal boyutunu tarihsel gelişmeler ışığında değerlendirmeyi deneyeceğiz.[3]

***

AKP iktidara geldiğinde aslında 2002 yılının sonunda var olan bir modeli devralmıştı. Devraldığı model bugün “zinhar görüşmeyiz” dediği IMF’nin dayattığı ve Kemal Derviş’in uygulamaya soktuğu “güçlü ekonomiye geçiş programı”ydı.[4] İronktir ki bu modelin ana unsurlarından biri, bugünün popüler meselelerinden olan sermaye hareketlerinin serbestisiydi. İkincisi, merkez bankalarının bağımsızlığı, üçüncüsü de enflasyonla mücadele idi. AKP bu IMF sözleşmesini devralmakla kalmayıp o sözleşmenin gereği olan bazı kurumsal düzenlemeleri üstlendi. Bu program Mayıs 2008’e kadar uzatıldı, sonra da dolaylı olarak izlendi. Program, başlangıçta yüksek “faiz dışı fazlalar” yaratılarak dış borçların ödenmesine odaklıydı. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında ülkenin dış borç stoku 130 milyar dolar düzeyindeydi. (Hazine’nin 2018 mart sonu istatistiklerine göre dış borç 467 milyar dolar; yani 2002’den sonra 336 milyar dolar artış söz konusu.)

Bu program başlangıçta kısmen başarılı da oldu ve kamu borçlarında önemli ölçüde düşüş yaşandı. Örneğin Net Borç Stoku / GSYH oranı 2002’deki 37.4 değerinden 2005’teki 19.8 değerine düşmüştü. (Bugün bu oran tekrar 2002’deki seviyeye geldi; mart 2018 sonu itibarıyla 34.3). İhracata dayalı borçlanarak büyüme diyebileceğimiz bu dönemde TL’nin değeri düşürülmüş, reel ücretlerin de düşürülmesiyle ihracatta rekabetçi konum elde edilmeye çalışılmıştı. Ancak, “AB’ye giriş süreci” rüzgarının da etkisiyle sağlanan ihracat artışı ve büyüme özel sektörün borçlanmasıyla fonlanmıştı. Ortalama milli geliri çok düşük ve gelir dağılımı bozuk olan ülkelerde, hatta merkez ülkelerde de benzer trendler yaşanmıştı. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde hem özel sektör hem de hane halkı borcu hızla arttı. Büyüme bu şekilde gerçekleşti. 2008’de merkez ülkelerde borçlanmayla talebi canlı tutma politikası çökmüş, başta ABD olmak üzere küresel aktörler girdikleri sert krizden para basarak çıkma stratejileri geliştirmişti.

Türkiye’deki siyasi iktidarın yapılanması açısından baktığımızda ise bu dönemi (özellikle 2007-2010 yılları arası) “yeni vesayet rejiminin kurulması” olarak değerlendirmiştik.[5]

***

2008 küresel krizinde başta ABD ve Avrupa olmak üzere merkez sermaye kendi ülkesinde sıkıntılar yaşayınca “dışarıya” (aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan piyasalara) yöneldi. Dış sermayeye “görece”[6] yüksek faiz, düşük kur imkanları sunan Türkiye de rağbet gören ülkelerden biriydi. Ancak çok yüksek değerlere ulaşan bu yabancı sermaye girişleri, doğrudan üretken alanlara veya eğitim, teknoloji gibi gelecekteki büyümeye temel oluşturabilecek alanlara yönelmedi. Doğrudan finans, enerji ve inşaat sektörlerine yansıdı ve yine “görece” ucuz kredi olanakları ile iç tüketime dayalı bir büyüme yapısı ortaya çıktı.

Bu model ülkenin özellikle enerji, inşaat, inşaat malzemesi, ev eşyası üreten sektörlerine talep sağlayarak onları geliştirdi. Ama kendisi yalnızca rant, komisyon üretti, artık değer üreterek değil, ülkede üretilen toplam artıkdeğerden beslenerek birikim sağladı. Elde edilen rantın önemli bir kısmı da iktidarın yönetici sınıfı içinde paylaşılmak üzere servete dönüştü.

Bu manzara karşısında küresel sermaye, sürdürülemez bir borçlanma süreciyle yüz yüze olduğunu görmeye, bu piyasayı terk ederek, risk primi daha düşük piyasalara yönelmeye başladı. Küresel finansal kriz içinde merkez ülkelerde, merkez bankalarının faizleri yeniden artırmaya başlaması süreci daha da hızlandırdı. Küresel piyasalardaki likidite bolluğunun sonuna gelindiğini ilan eden süreç, Mayıs 2013’teki FED kararlarıyla başladı ve günümüze kadar devam etti. FED’in yıllar içinde faizleri kademe kademe artırmasıyla birlikte merkez fonlar “gelişmekte olan riskli ülkelerden” “güvenli” merkez ülkelere yönelmeye başladı. Böylece gelişmekte olan ülkelerin dışarıdan borçlanma maliyetleri de artmaya, Türkiye’de neoliberal popülist birikim modeli de tıkanmaya başladı. Giderek Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) içinde sanayi katma değerinin azalması, tasarrufların gerilemesi, tasarruf-yatırım açığının büyümesi, ekonominin üretimden çekilerek ithalata yönlendirilmesi ve sonuçta ancak yüksek cari açıklar ve yüksek maliyetli dış borçlanmayla kendisini “döndürebilen” marazi bir yapıya dönüştürülmesi süreci başladı.

Türkiye’deki siyasi iktidarın yapılanması açısından baktığımızda ise Türkiye’nin 2011-2014 yılları arası yaşanan güçler mücadelesi sonrasında (Cemaat’in tasfiyesi ve ülkücülü-islamcı-ulusalcı koalisyonunun kademeli gelişimiyle birlikte), Türk-İslam faşizminin inşası diyebileceğimiz yeni bir sürece girdiğini görmekteyiz.[7]

***

Sözünü ettiğimiz yüksek cari açık ve yüksek maliyetli dış borçlanmayla kendisini “döndürebilen” marazi yapı ilk önce 17/25 Aralık 2013, ardından Temmuz 2015 darbesi (çözüm sürecinin sona ermesi), daha sonra 15 Temmuz 2016 kalkışması, ve ardından 2017 başındaki ve 2018 ilk çeyreğindeki ciddi kur ataklarıyla[8] daha da sorunlu hale gelmişti. Bunu gören hükümetin kriz tamamen yönetilemez hale gelmeden erken seçim kararı almıştı. 2018 Mayıs sonundaki Londra fiyaskosu, 24 Haziran seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesi, finans çevrelerinin beklentisine aykırı olarak Mehmet Şimşek’in kabineye alınmaması ve hazine yönetiminin birleştirilerek damat Berat Albayrak’a teslim edilmesi ve hepsinin üzerine tuz biber eken ABD ile yaşanan rahip Brunson krizi sonrası bugünkü duruma geldik. Geçtiğimiz hafta da uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları üst üste açıklamalar yaparak Türkiye’nin ve bankaların kredi notlarını düşürdü. Bu vesileyle borçların “döndürülmesi” için artık çok daha köklü bir program değişikliğinin zorunlu olduğu bir döneme girdik.

Daha önceki yazımızda krizin somut göstergelerini ve hükümetin girilen borç-cari açık sarmalını (maliyetlerin artmasına karşın borçlanmaya devam ederek ve temelde dayandığı sektörleri fonlama amaçlı vergi/teşvik ve kredi destek paketleriyle) nasıl “yönetmeye” çalıştığını açıklamaya çalışmıştık.[9] Yazımızın bundan sonraki kısmında ise iktidarın son dönemdeki adımlarının neyi ifade ettiğini ve içinde bulunduğu çıkmazı tartışmacağız.

***

Şu anda Türkiye’de ekonomi politikasının kilitlenmiş görünmesinin nedeni neoliberal popülizm modelinin krizinin nasıl aşılacağı ile ilgili net bir doğrultunun henüz ortaya çıkmamış olmasıdır. 2014 ve sonrasında, özellikle de 2018 Mayıs ayı sonundan beri iktidar, neoliberalist piyasa belirleyicilerinin beklentilerine uygun hareket etme konusunda – her ne kadar son Ekonomi bakanı meşhur sunumunda neoliberalist ezberleri tekrarlayıp bunları uygulayacaklarını belirtse de – pratikte buna direnmekte, hatta zaman zaman tam tersi kararlar almaktadır. İktidarın yaklaşık 12 yıl boyunca neoliberal politikalara büyük bir oranda sadık kaldığı bilindiğine göre iktidarı bu doğrultuda hareket etmekten alıkoyanın bilgisizlik veya beceriksizlik olamayacağı, bunun yapısal sebeplerinin olduğu görülmelidir. Yapısal ekonomik kriz dönemleri her zaman için iktidar içi güç mücadelelerinin, özellikle de egemen sınıf içi fraksiyonlar, sektörler arasındaki mücadelelerin yoğunlaştığı, çıkar çatışmalarının arttığı dönemler olagelmiştir. Şu anda “neoliberal aklın” önerdiği adımların atılmamasının nedeni iktidarın beklenen (ekonomiyi soğutmaya, sıkı para politikasıyla tüketimi kısma, faizleri artırarak likidite ve tüketimi azaltma yönünde işlev görecek) adımların atılmasıyla zarar görecek olan fraksiyon ve/veya sektörlerden şu anda vazgeçememesidir. Zira krizden çıkış için başta finans çevreleri ve TÜSİAD’ın önerdiği IMF politikalarına dönüş konusunda bir direnç olduğu, iktidarın alternatif olarak düşünüyor olabileceği bir programın ise henüz netleşmediği görülmektedir.

İktidarın son dönemdeki adımlarının neyi ifade ettiğini ve içinde bulunduğu çıkmazı gösteren somut girişimleri değerlendirdiğimizde aşağıdaki konuların öne çıktığını görmekteyiz:

Önce iktidarın 6-14 Ağustos arasındaki ciddi değer kaybı sırasında ne yaptığına bakalım:

İlk etapta ne yapılacağı bilinemediği (ve belki de ABD ile Brunson konusunda anlaşma olabileceğinin umulduğu) için bir bekleyiş süreci yaşandı. Sonrasında TL üzerindeki spekülasyon kanallarını kurutmak için bazı önlemler denendi. 13 Ağustos’ta Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu bu kanalların kurutulması için swap işlemlerinin limitini önce yüzde 50’ye sonra yüzde 25’e indirdi. Bu Türk lirasının ciddi anlamda değer kazanmasına vesile oldu. TL’nin fiyatı yükselince dövize olan talep geriledi ve doların fiyatı 7.2 TL’den 6 TL 20 KR’a düştü. 14 Ağustos’tan sonra TL’deki geçici değer kazanmanın sebebi buydu. Bu önlemin yan etkisi, 2 yıllık borçlanma faizinin rekor düzeye çıkması oldu. Örneğin iki yıllık tahvillerin faiz oranları yüzde 28’e değin yükseldi. Yani, TL’deki değersizleşmenin durması, buna karşın faizin artması, yapısal krizin aşıldığını değil sürdüğünü gösteriyor. Zira merkez bankasının temmuz ayında artırmadığı faiz bu şekilde artırılmış oluyordu.[10]

Bir diğer adım da bankaları bir nebze rahatlatma amaçlı olarak sermaye yeterliliği hesaplama yönteminin geçici olarak değiştirilmesi oldu. Bu sayede bankaların önümüzdeki aylarda daha az kredi geri çağıracağı düşünüldü. Ayrıca bankaların zorunlu karşılık oranları da değiştirildi. Bu sayede piyasaya 6 milyar USD ve 10 milyar TL likidite sağlandı. Bütün bunlar kısa dönemde Ağustos ayının ilk yarısındaki sert kur atağının ilk etapta sadece frenlenmesine yarayan kısa süreli adımlardı.

17 Ağustos’ta Hazine ve Maliye Bakanlığı, ekonomideki dalgalanmalara karşı yeni bir karar açıkladı. Bu karara göre bankalar kur artışı nedeniyle limit aşımı oluşan kredilerde limit aşımını dikkate almayacak ve kredi kapama talebi yapamayacaktı. Kararda “8 Ağustos 2018’den itibaren yaşanan ekonomik ortam nedeni ile oluşan kredi gecikmeleri, karşılıksız çek ve protesto edilen senetler Risk Merkezi’ne mücbir sebep koduyla bildirilebilecek.” deniyordu. Ancak piyasadan ve uzmanlardan gelen ve söz konusu adımın bankalardaki kredi riskini artıracağı yönündeki eleştirilerden sonra Bakanlık çark etti, tedbirlerin ‘tavsiye’ niteliğinde olduğunu açıkladı. Aynı gün öğleden sonra yapılan yeni bir açıklamayla, sektörle ilgili tedbirlerin TBB tarafından tavsiye niteliğinde olduğu, bu tedbirlerle ilgili Bakanlığın aldığı karar olmadığı ifade edildi. Analistler bu açıklamayı gelen tepkinin ardından atılan bir ‘geri adım’ olarak değerlendirdi. 

Kurban Bayramı öncesinde SANAYİ ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank , sanayici, KOBİ ve girişimciler için 16 maddelik destek ve önlem paketini açıkladı.[11] Söz konusu KOBİ destek programıyla ilgili kapsamlı bir düzenleyici ve denetleyici yapı görülemediği için bu paket ekonomi çevrelerince Sanayi Bakanlığı’nın, KOBİ’lerce temsil edilen sermaye kesimlerine kaynak aktarmaya hazırlandığı, yani bu kesimler için bir kurtarma planı hazırladığı yönünde algılandı.

Yakında benzeri bir paketin bu kez inşaat sektörüne dönük olarak çıkarılması sürpriz olmayacaktır diye düşünürken imdada Milli konut kampanyası[12] yetişti.

Görüldüğü üzere bu adımların hiçbiri beklentilere uygun adımlar değil. Tersine hala son dört yıldır uygulanan “yüzdürme” hamlelerinin devamı niteliğinde.

Son dönemdeki yönelimlerin bir diğeri Batı’ya alternatif olabilecekmiş gibi gösterilen finansman kaynaklarına yöneliş oldu.

Bunlardan birincisi Çin’den alınan kredi idi.

27 Temmuz’da Çin’den 3.6 milyar dolar kredi paketi sağlandığı haberi çıkmıştı. Bu haber yeni bakan Berat Albayrak’ın başarısı olarak yayımlanmıştı ve “kamu kurumları ve bankalara sağlanacak 3.6 milyar USD kredi paketi” olarak lanse edilmişti. Konunun detayları ortaya çıktığında durumun böyle olmadığı, bu paranın BOTAŞ ve IC İçtaş İnşaat ve Astaldi (3.Köprünün yapımını üstlenen konsorsiyum) için kullanılmak üzere verildiği anlaşıldığında durum değişti. Türkiye’nin Batı ekseninden uzaklaşmasını arzu ettiği düşünülen Çin’in 3,6 milyar USD borç vermesi piyasalardaki tedirginliği yatıştırmaya yetmedi. Olağan koşullarda, Çin’den borç bulunmasının piyasalara güven vermesi, TL’nin değer kaybını kısmen yavaşlatması ve belli bir süre için de olsa USD/TL kurunun bulunduğu seviyenin altına inmesi beklenirdi. Ancak 27 Temmuz’da kur 4,86 olarak yüksek seyrini korudu. Döviz kuru 22 Temmuz’da da 4,82 idi. 06 Ağustos’ta ise 5,08 seviyesine geldiği gözlendi.

Öte yandan “uzak” Çin’in şu an için Türkiye açısından bir ithalat kaynağı olmaktan öteye gidemediği, yatırım ve askeri ilişki bakımından organik bağlarının olmadığını göz önüne aldığımızda, Türkiye için kısa ve orta vadede Batı’ya alternatif bir “ortak” olamayacağını belirtmemiz gerekir.

Alternatif fon kaynaklarına ilişkin diğer bir adres Katar oldu.

15 Ağustos 2018’de Katar ile yapılan görüşme sonrasında Katar’ın Türkiye’ye 15 milyar USD yatırım yapacağı sansasyonel bir şekilde duyuruldu. Batı’ya karşı alternatif arayışlarında çok büyük bir adımdı bu iktidara ve yandaşlarına göre… Oysa konunun detayları incelenince bunun yaşanan soruna “ilaç” olamayacağı, somut değerinin çok küçük olduğu görülmektedir.

Öncelikle söz konusu olan “destek sözü” 15 milyarlık dolarlık doğrudan yatırım olarak açıklandı. Doğrudan yatırım demek anlık olarak ihtiyaç duyulan sıcak döviz ihtiyacının fonlanmasında kullanılamayacak bir para demek. Öte yandan “al istediğin gibi kullan” denseydi bile, ülkenin toplam borç stoğu ve kısa vadedeki (1 yıl) ihtiyaç (yaklaşık 230 milyar dolar) düşünüldüğünde 15 milyar çok kısa süreli nefes aldırabilecek, merkez bankası rezervlerindeki erimeyi ancak bir nebze durdurabilecek yeterlikte bir tutar. Daha önemlisi bu vaadin ne oranda gerçekleşeceği başka bir şüphe konusu. Zira Katar 2017’de de 20 milyar dolar yatırım sözü vermişti.[13] Katar’ın uluslararası doğrudan yatırım verilerine baktığımızda 16 yıl içinde Türkiye’ye 1.6 milyar dolar civarında doğrudan yatırımının olduğunu görüyoruz.[14] (Doğrudan yatırım haricinde gelen toplam paranın ise 4 milyar dolar civarında olduğu belirtilmekte.) Yani Katar 16 yılda, bugün vaat ettiği doğrudan yatırımın onda birini gerçekleştirmiş durumda.

Batı’ya alternatif gibi sunulan bu cılız girişimlerin yanında ABD ile AB arasında sorunlar içeren konjonktürden de yararlanarak Türkiye tekrar AB’yi bir çıkış kapısı olarak görme eğilimine girdi.

Türkiye’nin AB ile mevzuatını uyumlulaştırmak için oluşturulan Reform Eylem Grubu 3 yıl aradan sonra toplandı. Uzun yıllardır telaffuz etmekten bile kaçınılan ‘Demokrasi, hukukun üstünlüğü, AİHS, adalet, özgürlük, insan hakları’ gibi kavramlar toplantıya damga vurdu.[15] Aynı günlerde Türkiye’de yıllar sonrasında tekrar idam tartışmalarının başlamış olması ise iktidar bloğu içindeki kafa karışıklığının göstergesidir.[16] Nitekim AB de Reform Eylem Grubu toplantısı sonuçlarını temkinle karşıladı.[17]

Yandaş medyada Almanya’nın yardım etmek istediği ABD’ye karşı bir alternatifmiş gibi sunulurken ve Almanya’da da Türkiye’ye mali yardım önerisine ilişkin tartışmalar devam ederken,[18] AB Komisyonu yetkilisi Günther Oettinger, gerekiyorsa mali yardım için ‘doğru adresin IMF’ olduğunu söyledi.[19] Benzeri ve daha kapsamlı bir değerlendirmeyi Almanya’nın da dile getirdiği biliniyor.[20] Yani “her yol Roma’ya çıkıyor”.

***

Özetleyecek olursak Türkiye’deki ekonomik kriz iktidarın önünde 2,5 (iki buçuk) seçenek bırakmış durumda.

  1. İş dünyası ve Batı’nın da telkin ettiği katı bir IMF programına geçiş. Bunun için güçlü bir iradenin ve IMF ve sermaye çevrelerinin güven duyacağı yetkin bir kadroyu gerektiriyor. Yukarıda da belirtiğimiz gibi şimdilik bu konuda bir direnç var.[21]
  2. AB’den gelebilecek desteğe güvenerek sert bir faiz hamlesiyle (örneğin %8-10) ve yine sermaye çevrelerin güven duyacağı kadroların uygulayacağı sıkı maliye politikasına geçiş. (Ki aslında bu senaryo ile IMF senaryosu çakışmakta, ilkinde IMF kredisi söz konusu olacak, ikincisinde ise kredi yenileme (“döndürmeleri”) piyasa şartlarına kalacak.) 11 Eylül’de yapılacak MB toplantısındaki faiz kararı bu senaryoya ne kadar yakın olunduğunu bir parça gösterecek.
  3. Borçların ertelenmesini talep ederek (1998 Asya krizinde bazı ülkelerin yaptığı gibi) küresel sermayeyle radikal restleşmeye ve tamamen içe kapanmaya dayalı çılgın modele geçiş. Bu modeli çılgınlık olarak gördüğümüz ve Batı ile bu denli organik ekonomik ve askeri ilişkileri olan bir ülke için gerçekleşme ihtimalini de çok düşük gördüğümüz için “buçuk” seçenek olarak adlandırıyoruz.

 

Her 3 senaryonun da ortak bir yanı var. Üçü de gerek iktidar bileşenlerinin (Ülkücü-İslamcı-Ilusalcı koalisyon) gerekse etraflarındaki sermaye gruplarının çıkar ve pozisyonlarında ciddi çatışmalar getirecek senaryolar. Bu çatışmaların sertliklere ve tasfiyelere mi evrileceği, yoksa yumuşak geçişlerle mi yönetileceğini şu an kestirmek imkânsız. Bu haliyle Türkiye’deki mevcut durumun giderek salt bir ekonomik kriz olmaktan ziyade bir iktidar krizine evrilmekte olduğu ve bu krizin sonunda yeni bir dönemin başlayacağı öngörülebilir. Bu noktada ekonominin yanısıra fazlasıyla belirleyici başka bir etkenin Suriye – SDG görüşmeleri ve İdlip’deki gelişmeler olacağı görünüyor.

[1] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1052866/_Turkiye_krizi_nde_cozum_yolu_demokrasi.html

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1067091/CHP_den_4_maddelik_cozum_onerisi.html

[2] Necdet Hasgül: Seçim Kararı ve Ekonomik Gelişmeler https://www.art-izan.org/one-cikanlar/secim-karari-ve-ekonomideki-gelismeler

[3] Krizin gelişimi ile ilgili farklı göstergelerin yer aldığı kapsamlı bir değerlendirme için Bkz.: Mustafa Murat Kubilay: “Kâr patronun zarar kamunundur” https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2018/08/27/kar-patronun-zarar-kamunundur/

[4] http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/turkiye-ninguclu-ekonomiye-gecis-programi-39237492

[5] Bu rejimin kurumsal vitrininde emniyet-yargı eksenli bir güç yoğunlaşması olduğunu, arka planda ise AKP-Cemaat-Ordu arasında bir uzlaşmaya ve güçler dengesine dayandığını belirtmiştik. Bu dönemde askeri vesayetin göreli olarak geriletildiğini ve bunun yerine yine otoriter, alabildiğine anti-demokratik, kişi hak ve özgürlüklerini hiçe sayan ve her türlü toplumsal muhalefeti bastırmak üzere kurgulanmış “yeni bir vesayet” rejimi kurulduğunu öne sürmüştük. Ayrıca çoğu kez dillendirildiği gibi ordunun iktidar ortağı olmaktan çıkmadığını, (“Ergenekon ve “Balyoz” operasyonlarıyla “ulusalcı” kanadın tasfiye edildiğini) özellikle Kürt sorunu gibi rejimin “kırmızıçizgileri” söz konusu olduğunda karar alma süreçleri üzerindeki etkinliğini sürdürdüğüne işaret etmiştik. Bu dönemde Cemaat yargı ve emniyetteki ağırlığı sayesinde yeni vesayet rejiminin operasyon gücü olarak oldukça ön planda idi.

[6] Bu dönemde Türkiye’de faizler yaklaşık %8-9 seviyelerinde ve önceki döneme göre düşükken merkez ülkelerde faizler sıfıra yakın seviyelerde olduğunda Türkiye yabancı sermaye için çekim merkezlerinden bir olabildi. Yine önceki dönemlere göre faizler düşük olduğundan iç talep için görece ucuz kredilendirme (borçlanma) olanakları doğmuştu. Faizlerle ilgili yararlı bir tablo için bkz.: http://www.finansalgoz.com/2017/03/turkiyede-faiz-enflasyon-ve-reel-faiz.html

[7] 2011-2014 yılları arası dönemde “yeni vesayet rejiminde im mücadeleler” adını vereceğimiz dönemde, yeni vesayet rejiminin ortaklarından AKP ve Cemaat arasında baş gösteren güç mücadelelerine tanık olduk. Bu mücadeleler, bir iktidar odağı olarak Cemaat’in tasfiyesiyle sonuçlandı, ancak aynı zamanda ortaya dökülen kirli ilişkiler, yeni vesayet rejiminin klientalist, kleptokratik ve baskıcı karakterini de gözler önüne serdi. Öte yandan bu dönem dış politikada Türkiye’nin alt emperyalist “Bölge liderliği” hayaliyle Suriye macerasına girdiği dönem idi.

AKP İktidarları Döneminde Yargı: 2011-2014 Yeni Vesayet Rejiminde İç Mücadeleler

 https://www.art-izan.org/akpli-yillar/akp-iktidarlari-doneminde-yargi-2011-2014-yeni-vesayet-rejiminde-ic-mucadeleler

[8] Kur ataklarının seyrini gösteren yararlı bir tablo için Bkz.: http://trinvesting.com/10-yillik-dolar-grafigi-dolar-tl-grafik-10-yillik/

[9] Necdet Hasgül: Seçim Kararı ve Ekonomik Gelişmeler https://www.art-izan.org/one-cikanlar/secim-karari-ve-ekonomideki-gelismeler

[10] http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/1067007/Swap_oncesi__Swap_sonrasi_TCMB.html

[11] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1058131/Sanayiciye_16_maddelik_destek_paketi.html

[12] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ekonomi/1066429/Bakanlik_tan__milli_duruslu__konut_kampanyasi.html

[13] https://m.sabah.com.tr/ekonomi/2017/10/17/20-milyar-dolarlik-emir/amp

https://m.ahaber.com.tr/ekonomi/2017/10/17/katardan-turkiyeye-20-milyar-dolarlik-yatirim/amp

[14] http://www.hurriyet.com.tr/amp/ekonomi/iste-katarin-turkiye-yatirimlari-40485286

[15] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1067878/Kur_yukselince_Avrupa_hatirlandi__Toplantiya_adalet__ozgurluk_sozleri_damga_vurdu.html

[16] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1066402/_AKP_ve_MHP_anlasti__3_suca_idam_gelecek_.html

[17] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1068938/AB_den_dikkat_cekici_toplanti_degerlendirmesi__Guzel_ama….html

[18] Almanya ve AB’nin yardıma meyilli olmasının sebebinin Almanya ve diğer AB üyesi ülkelerin bankalarını Türkiye’deki krizden koruma dürtüsü olduğu düşünülebilir. Ancak bundan ziyade (açıkça tartışılmasa da) Suriye’de İdlip operasyonu sonrası gelecek cihatçı baskısına karşı Türkiye ile eski anlaşmayı koruma isteğinin daha belirleyici olduğunu belirtmemiz gerekir. Öte yandan AB ülkelerinin Türkiye’de çok fazla direkt yatırımı olduğunu bunların zarar görmesini istemeyeceğini unutmamak gerekir.

[19] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/1061444/AB_den_Turkiye_ye_IMF_onerisi.html

[20] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/dunya/1066792/WSJ__Almanya__Turkiye_ye_acil_maddi_yardim_saglamayi_dusunuyor.html

[21] Kulislerde IMF ile perde arkasında (Mehmet Şimşek aracılığıyla) görüşmeler yürütüldüğü konuşulmakta. Yine aynı söylentilere göre sorun sadece Türkiye’nin bu konudaki isteksizliği değil. IMF’in gündeme gelecek sert programın uygulanabilir ve sürdürülebilir olması için belli şartlar ileri sürdüğü düşünülebilir. Bu söylentilerin doğruluğu elbette ki çok tartışmalı. Ancak geçmiş dönemlerdeki ve başka dönemlerdeki uygulamalara bakıldığında IMF’in her zaman şartı bir programa izin verdiği bilinmekte. Örneğin yazımızın en başlarında belirttiğimiz “güçlü ekonomiye geçiş programı” da bu tür şarta bağlı bir program idi yürütülmesi için daha ünce Dünya Bankası bürokratı olan Kemal Derviş görevlendirilmişti.