Bu değerlendirme yazısı linkteki haber akışını esas alarak hazırlanmıştır.

 

Koronavirüs Gündemi

Bu iki haftanın pek çok gündemini geride bırakan konu 11 Mart gecesi Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın Türkiye’de ilk Kovid-19 vakasını saptadıklarını belirten açıklaması oldu. Çin’in Vuhan şehrinde 12 Aralık’ta başlayan Koronavirüs salgını dünyanın pek çok ülkesini etkisi altına aldı ve Dünya Sağlık Örgütü pandemi (küresel salgın) ilan etti. Sağlık Bakanı’nın açıklamasıyla Türkiye’de de virüsün varlığı ilk kez resmi ağızlarca açıklanmış oldu. Virüsten korunmak için alınması gereken kişisel tedbirleri açıklayan bakan, hudut ve sahil çalışanlarının yıllık izinlerini ikinci bir emre kadar iptal ettiğini duyurdu ve her şeyin kontrol altında olduğunu söyledi. Ancak bu ilk dört günde pratikte yaşananlar durumun o kadar da kontrol altında olmadığını gösteriyor.

Öncelikle Türkiye gibi dünya ile iç içe, yurt dışıyla sürekli temas halinde olan bir ülkede bunun ilk Kovid-19 vakası olduğu çok inandırıcı gelmiyor. Bunun nedenlerinden biri Kovid-19 virüsünü tespit edecek testlerin Türkiye’de oldukça az kişi üzerinde uygulanmış olması, sınır denetim ve kontrollerinin virüs dünyada ortaya çıktığından beri yapılmaması.  Hal böyle olunca vaka sayısının devlet tarafından tam olarak bilinmediği söylenebilir. Önlemler şimdilik parça parça alınıyor. Eğitim kurumları tatil edilirken insanların topluca bir araya geldiği Cuma namazlarının iptal edilmemesi salgınla mücadele konusundaki ciddiyeti düşündürüyor. Son olarak Umre’den dönen binlerce insanın kontrolsüz bir biçimde ülkeye giriş yapması salgının daha da yaygınlaşacağını gösteriyor. Buna karşılık muhalefetin Sağlık Bakanı’nı övmesi, halk sağlığı konusunu hükümete bırakma eğiliminde olduğunun işareti sayılabilir.

Kovid-19 gündeminin özellikle iktidarı zorlayan pek çok konunun gündemden düşmesini sağladığını söyleyebiliriz. Asker ölümleri, İdlib’deki gelişmeler, Rusya-Türkiye ilişkileri, gazeteci tutuklamaları ve bakanın Koronavirüs açıklamasından saatler önce Ali Babacan’ın kuruluşunu deklare ettiği Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA)… gibi pek çok önemli mesele Covid-19’un gölgesinde kaldı.

İç ve dış politikadaki bu iki haftanın gelişmelerini kısaca hatırlayalım:

 

İç Politika

Gazeteci Tutuklamaları: Bir MİT mensubunun Libya’da ölümünü ve cenazesini haberleştiren gazeteciler tutuklandı –ki bu konu daha önce TBMM’de gündeme getirilmiş ve kamuoyuyla zaten paylaşılmıştı. Bu seri tutuklamaya ilişkin en ilginç nokta, çok geniş bir yelpazedeki gazetecilerin üzerine gidilmesi oldu. Tutuklanan gazeteciler arasında Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan, Oda TV Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Odatv muhabiri Hülya Kılınç, Yeniçağ Gazetesi Yazarı Murat Ağırel ile Yeni Yaşam Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Aydın Keser ve Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Çelik bulunuyor. Oda TV web sitesine de tamamen erişim engeli kondu. Bu olayın önemini doğru kavrayabilmek için Türkiye devletinin savaş içinde bir devlet olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Türkiye’nin Libya’da asker bulundurduğunun ortaya çıkması ile Türkiye’nin BM’nin Libya’ya ilişkin kararlarını ihlal ettiği için UCM’de yargılanması için delil ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla devlet savaş politikalarını devam ettirebilmek için tüm muhalif sesleri susturmaya çalışıyor. Aynı zamanda bu gazetecilere yapılanların bundan sonrası için tüm gazetecilere ve muhaliflere bir göz dağı olduğunu da söyleyebiliriz.

Ayrıca bu gazetecilerin bazılarının iktidarı eleştiren ve devlet içindeki tarikat örgütlenmelerini ve rant ağlarını açığa çıkaran kitapları yayımlanmıştı. Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın Metastaz kitabı, Murat Ağırel’in kısa bir süre önce yayımlanan Sarmal kitabının devlet içindeki tarikatlar örgütlenmesi, dinci sermaye ve kişiler arasındaki bağı deşifre etmesi iktidarı oldukça rahatsız etmişti.

Burada ODA TV’nin durumu da özellikle dikkat çekiyor. ODA TV, özellikle de iktidarın Fethullahçıların üzerine şiddetle gitmesine ve Rusya ile yakınlaşma politikalarına destek veriyordu, ancak Türkiye’nin İdlib’de ve Libya’da cihatçılarla birlikte hareket etmesine muhalefet etti. ODA TV’nin üzerine gidilmesi mevcut iktidar bloku içinde de çelişkilerin açığa çıkmaya başladığını gösteriyor.

Savaş halinde olan devletin içindeki çelişkilerin keskinleşmeye başladığı söylenebilir. AYM’nin temel hukuku gözeten kararları ve Yargıtay’ın FETÖ üyeliği yargılanma kriterleri konusunda aldığı kararlar da devlet içinde post-Erdoğan dönemine ilişkin bir hazırlık olduğu izlenimi veriyor. Anayasa Mahkemesi, Sendika.org‘un 25 Temmuz 2015’te Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından erişime engellenmesine ifade özgürlüğü ihlali olduğuna karar vererek son dönemde aldığı hukuku gözeten kararlara bir yenisini daha ekledi. Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Türkiye genelindeki darbe girişimi ve FETÖ üyeliği ile ilgili davaların tümünün temyiz incelemesini yaptı ve bugüne kadar verdiği kararlarla örgüt üyeliği kavramını ve verilecek cezaların ayrıntılarını belirledi. Yargıtay kararlarının en önemli maddelerinden birisi, bu yapıyı bir terör örgütü olduğunu bilmeksizin cemaat zannı ile katılan veya yardım eden kimselerin ceza sorumluluğunda olmadığı “kusurluluk” ve “hata” bağlamında değerlendirilmesi gerektiği idi. Öte yandan kararda “FETÖ’yü kuran, yöneten veya örgütün gerçek amacını bilerek, hiyerarşisine dahil olan için suç tarihi bakımından bir milat söz konusu olmadığı” vurgulandı.

Devletin kurumsal işleyişinin çökmesi, ordunun operasyonel gücünün zayıflaması, dış politikada yaşanan sıkışmışlık devlet içinde bazı kesimlerde alarm zillerinin çalmasına neden olmuş görünüyor. Bu çatışma ileride daha da sertleşecek gibi duruyor.

Öcalan ile Görüşme: PKK Lideri Abdullah Öcalan, 8 ay sonra kardeşiyle yaptığı görüşmede, Türkiye’deki masanın iki ayaklı ve yıkılmaya mahkûm olduğunu belirterek, ‘Siz üçüncü ayak olmak zorundasınız. Masa üç ayaklı olursa düşmez’ dedi. Öcalan’ın “iki ayalı masa” metaforu devlet içindeki şiddetlenen çatışmanın farkında olduğunu gösteriyor. İki ayaktan birisinin Kemalist-modern-AB çizgisindeki kesimler, diğeri ise milliyetçi-muhafazakâr kesimler olduğu düşünülebilir. Öcalan Kürtler ile barışma olmadan Türkiye’nin Ortadoğu’da ve dünyada istediği yere gelemeyeceğini iddia ediyor. Öcalan daha önce de Kürtler’e, İslamcıların veya Kemalist-modernistlerin peşine takılmamalarını, kendi iradelerini oluşturarak üçüncü güç odağı olmalarını tavsiye etmişti. Bu görüşmede de bu tavrını tekrar vurguladığı söylenebilir. Hükümetin Öcalan ile görüşmeye izin vermesinin bir nedeni de devlet içinde şiddetlenen çatışmada Kürtlerin Kemalist-modern-AB çizgisindeki kesimlerle birlikte davranmasının önünü almak istemesi olabilir.

DEVA Partisinin Kurulması: AKP’den istifa eden eski Başbakan Yardımcısı Ali Babacan liderliğindeki Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) resmen kuruldu. Eski AKP milletvekili Mehmet Emin Ekmen başkanlığındaki heyet, kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı’na verdi. Sağlık Bakanının koronavirüse ilişkin açıklamaları DEVA partisinin kuruluşuna denk getirildi ve gündemi belirlemesi engellendi. Partinin kadrosu, toplum tabanında örgütlenebilecek güçlü bir kadro gibi görünmüyor, daha ziyade teknokrat bir kadro gibi görünüyor. Parti, olası bir restorasyon döneminde bu teknokrat kesimlerin nerede durduklarını göstermeye çalıştıkları bir girişim gibi duruyor. Yeni kurulan partilere ilişkin gelişmelerin izlenmesi gerekiyor. Hem Gelecek Partisi’nin hem de DEVA Partisi’nin belli bir oy tabanı olduğu ve muhafazakâr kesimler içinde belli beklentilere karşılık geldiğini söyleyebiliriz.

8 Mart Eylemlilikleri: Bu sene çok sayıda şehirde 8 Mart eylemleri yapıldı. 8 Mart öncesinde kadın eylemliliklerinin önünü kesmeye yönelik pek çok girişim olmuştu. İçişleri Bakanı Soylu’nun kadın hareketine ve 8 Mart’a ilişkin sert söylemleri, PKK’nın bir kadın örgütü olduğunu iddia etmesi, Adana’da HDP’nin 8 Mart eylemine koronavirüs salgını nedeniyle izin verilmemesi, şehitlerin olduğu bir dönemde 8 Mart kutlamanın yeri olmadığı yolundaki sosyal medya kampanyaları, Soylu’nun İstanbul özelinde kadınların 8 Mart’ı İstiklal Caddesi dışında istedikleri yerde kutlayabilecekleri açıklamaları kadın eylemlerinin engellenmesine ya da katılımların azaltılmasına yönelik girişimlerdi. Buna rağmen pek çok şehirde sokak eylemleri yapıldı ve her türlü eylemin kriminalize edildiği ya da engellenmeye çalışıldığı bu dönemde kadınlar taleplerini dile getirdiler. Devletin eylemlere izin vermesi yukarda sözünü ettiğimiz çelişkileri daha da keskinleştirmemek için büyük olasılıkla şiddet dozunu artırmaya cesaret edememesi olarak yorumlanabilir.

 

Dış Politika:

 İdlib Müdahalesi ve Moskova Mutabakatı: Türkiye, İdlib’de kapsamlı bir askeri harekata girişmiş ve çok sayıda asker yaşamını yitirmişti. Erdoğan’ın Moskova’da Putin ile yaptığı görüşmede İdlib’de tüm askeri faaliyetlerin 6 Mart 2020 tarihinde saat 00:01’den itibaren durdurulması kararlaştırıldı. Varılan mutabakata göre M4 karayolunun kuzeyinde 6 km ve güneyinde 6 km derinliğinde bir güvenli koridor tesis edilecek ve burada Türkiye ve Rusya ortak devriyelerle güvenliği sağlayacak. Bu şekilde fiilen İdlib ikiye bölünmüş oldu ve Suriye hükümet güçleri mevcut pozisyonlarını korumuş oldu. Diğer yandan ABD ve AB Türkiye’ye sözlü olarak destek açıkladıkları halde somut bir destek vermediler. İktidarın geri adım atmasında önemli bir neden de uzayan bir savaşa halk desteğinin olmaması ve iktidar bloku içindeki çatlakları derinleştirecek olmasıdır. Özellikle İdlib’de TSK’nın cihatçılarla birlikte savaşması ordu içinde hükümet politikalarına karşı itirazları arttırmış olabilir.

Her durumda ateşkesin geçici olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Türkiye biraz daha zaman kazanmış olabilir, ama kademe kademe işgal ettiği yerlerden çıkmaya zorlanabileceğini söyleyebiliriz. Türkiye’nin Suriye politikasında sıkışmanın devam edeceğini öngörebiliriz.

ABD’nin önerisi ise Türkiye’nin Kürtlerle uzlaşması, Irak ve Suriye’nin bir bölümünde ABD müttefiki bir Kürt devleti kurulmasına razı olması ve Rusya ile arasına mesafe koyarak ABD’nin Ortadoğu politikalarına angaje olmasıdır. Türkiye’de iktidar bloku açısından bu kabul edilebilecek bir öneri değildir ve büyük olasılıkla iktidar bloku içindeki çatışmaların bir yönü ABD’nin bu taleplerine nasıl tepki verilmesi yönündeki görüş ayrılıklarıdır. Türkiye Suriye’de alan hakimiyetini yitirdikçe giderek ABD çözümüne itiliyor, ama bir yandan da Rusya ile ilişkilerinde oldukça derinleşmiş durumda ve Türkiye’nin bu ilişkileri koparabilmesi çok zor görünüyor. Her durumda önümüzdeki süreçte bu sıkışıklığın giderek artacağını öngörebiliriz.

Mülteci Meselesi: Devlet yetkililerinin Avrupa’ya gitmek isteyen mültecilerin engellenmeyeceği yönündeki açıklamalarından sonra binlerce mülteci Yunanistan-Türkiye sınır kapılarına taşınmaya başlanmış ve sınır boyunca mültecilerle Yunan güvenlik görevlileri arasındaki gergin bekleyiş zaman zaman çatışmalarla devam etmişti.

İktidar Suriyeli mültecileri Suriye’de iç savaşın başlamasından beri bir koz olarak kullanagelmiş ve AB’den talep ettiği maddi yardımları ve diğer siyasi ödünleri koparabilmek için bu tehdidi hep yinelemişti. İktidar bloku açısından bakınca Türkiye, AB ve ABD’nin Suriye’deki politikalarına destek verdiğini, hatta bu politikacıların uygulayıcısı olduğu halde savaşın ve mültecilerin yükünü çektiğini ve bunun karşısında somut bir destek bulamadığını, ayrıca bu politikaların Kürtlerin özerkliğini güçlendirdiğini ve bunun da kendisi için ciddi bir tehdit ortaya çıkardığını düşünüyor. AB ise Türkiye’yi artık bir aday olarak değil, bir tampon olarak görüyor ve tek derdi mültecilerin Türkiye’de kalarak kendisine yönelmemesi. AB ile Türkiye’nin gerçekleştirdiği görüşmelerde AB’nin, Türkiye’nin istediği miktarda maddi yardım vermeyi reddettiği ve Türkiye’nin de harcamaların mültecilere gittiğini belgeleme taahhüdü altına girmek istemediği için anlaşmaya varılamadığı söylenebilir.

Ekonomi:

Koronavirüs salgını piyasalarda çok ciddi çalkantılara neden oldu. 12 Mart’ta New York Borsası’nda 1987 yılındaki Kara Pazartesi’nden bu yana en kötü gün yaşandı. Avrupa borsaları da Avrupa Merkez Bankası’nın piyasaya daha fazla nakit enjekte etme sözüne rağmen yüzde 12 değer kaybetti.

 Dünya Bankası ve IMF, Kovid-19 salgınının neden olduğu insani ve ekonomik zorluklarla mücadele eden üye ülkelere yardımcı olmaya hazır olduklarını bildirdi. New York Merkez Bankası (Fed), finansal likidite sıkışıklığı yaşanmaması için piyasaya 1.5 trilyon dolarlık likidite sağlıyor. New York Fed, 12 Mart Perşembe günü açtığı 3 ay vadeli repo ihalesi ile piyasaya 500 milyar dolar verdikten sonra, Cuma günü de, 500 milyar dolar büyüklüğünde 3 ay vadeli ve 500 milyar dolar büyüklüğünde 1 ay vadeli repo operasyonları ile 1.0 trilyon dolar verdi ve böylece piyasaya iki günde toplam 1.5 trilyon dolar vermiş oldu. Avrupa Merkez Bankası (ECB) politika faizini değiştirmeyerek yüzde 0.00’da sabit tuttuğunu açıkladı. Buna rağmen Dolar 6.31 lira, Euro 7.07 lira, Sterlin 7.93 lira oldu. Dünya borsalarında düşüler devam etti.

IMF’nin üyelerine 50 milyar dolarlık yardım yapacağı açıklamasından kısa bir süre sonra Türkiye’de Koronavirüs’ün teşhis edildiğinin söylenmesi Türkiye’nin bu parayı almak için virüsü açıkladığı yönünde yorumlara da neden oldu.

Türkiye’de zaten kırılgan zeminde ilerleyen ekonomik gelişmeleri Kovid-19 salgınının etkileriyle birlikte daha yakından takip etmeye ihtiyaç var.

2008’den sonra merkez bankalarının piyasalara enjekte ettiği paraların yatırıma ve sağlıklı bir büyümeye gitmediği, büyük bir balona neden olduğu ortaya çıkıyor. ABD’de FED’in faizleri indirilmesi Türkiye’nin işine yarayabilirdi, ancak Koronavirüs salgının güresel bir salgın olduğunun ve kısa sürmeyeceğinin anlaşılması korkuyu daha da attırdı. Rusya ile Suudi Arabistan’ın petrol üretimini kısıtlamak konusunda anlaşamaması nedeniyle petrol fiyatlarında da ciddi düşüş gerçekleşti. Ekonomisi sıcak para girişine bağlı olan ve petrol ithalatçısı bir ülke olan Türkiye geçmişte genellikle böyle dönemlerden karlı çıkardı ve ucuz para ve petrol sayesinde büyümeyi arttırıp işsizliği azaltırdı, ancak son dönemlerde Türkiye’yi giderek antidemokratik bir ülke haline getiren politikalar nedeniyle küresel piyasalarda bollaşan paranın ülkeye gelmesi giderek zorlaşıyor. Türkiye’de de krizin derinleşebileceği korkusuyla kurda ciddi artış var ve bir panik havası hakim.

Bir yandan da ekonomide yoğun kredi pompalaması sayesinde tüketimde ve büyümede (2019 son çeyreğinde az da olsa bir artış gerçekleşti, ama bunun enflasyonun ve cari açığın artmasına neden olacağı da ortada. Dolayısıyla Türkiye’nin ekonomisindeki yapısal sorunlara köklü çözümler bulunmadığı sürece küresel piyasalardaki dalgalanmalardan şiddetli bir şekilde etkilenmeye devam edeceğini öngörebiliriz.

Koronavirüs salgını nedeniyle küresel tedarik zincirinde sıkıntılar yaşanabileceği öngörülüyor, ancak Türkiye’nin bundan ne kadar etkileneceğini bilmiyoruz. Turizmin Türkiye için önemli bir gelir kaynağı olduğunu göz önünde bulundurursak Türkiye’nin sınırların kapalı olması, salgın nedeniyle pek çok sektörün işlemez hale gelme olasılığı gibi nedenlerle ekonomik olarak ciddi kayıplar yaşayabileceğini ve bunun çalışan, emekçi kesimleri daha fazla etkileyebileceğini öngörebiliriz.