13-25 Ekim 2019 tarihleri arasında yaşanan gelişmeleri üç başlık altında ele alacağız; Türkiye’nin dış politikası ve Suriye harekâtının uluslararası alandaki etkileri, harekâtın Türkiye iç politikasına yansımaları ve ekonomik kriz.
Suriye harekâtının uluslararası alana yansımaları
Suriye’de alanda paylaşımı düzenleyen büyük güçler, Rusya ve ABD, Türkiye’nin “Barış Pınarı” harekâtında başlangıçta önüne koyduğu hedefe ulaşmasına izin vermedi. Türkiye’nin başlangıçtaki hedefi, Fırat’ın doğusundan itibaren Irak sınırına kadar olan 480 km’lik hatta 30 km derinliğinde bölgeyi işgal edip burada SDG hakimiyetine son verip Kürt nüfusu süpürerek etnik temizlik gerçekleştirmek ve şehirleri yeniden kurup yerlerine Suriyeli göçmenleri yerleştireceği bir tampon bölge oluşturmaktı.
Türkiye, ABD ile yaptığı pazarlıktan sonra harekâta ara verdi Rusya görüşmelerinden sonra da harekâtı bitirdi. Harekât sonrasında Türkiye’nin başta koyduğu hedefe ulaşamadığı ancak azımsanamayacak sınırlı bir kazanım sağladığını söyleyebiliriz. Resulyan ile Tel Abyad arasındaki Arap nüfusun yoğun olduğu 110 Km’lik sınır hattı boyunca 30 km derinliğe kadar bölgeyi işgal etti. Veriler farklılık göstermekle birlikte 160.000 civarında sivil Kürt’ün bölgeden göç ettiği tahmin ediliyor ve geri dönmeleri şu aşamada mümkün görünmüyor. Türkiye bu bölgeye Suriyeli göçmenleri yerleştireceğini iddia ediyor. Diğer yandan savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınmış Suriyelilerin bu sıcak çatışma bölgelerine yerleşmeyi tercih etmeyecekleri öngörülebilir. Bu bölgeye Suriyeli göçmenler adı altında cihatçıların yerleştirilip yerleştirilmeyeceği şu anda belirsizliğini korusa da Türkiye’nin işgal ettiği bölgede askeri varlığının kalıcılaştığını söyleyebiliriz.
Trump ve yerleşik düzen içindeki müttefikleri bir NATO üyesi olarak Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamadı ve sınırlı bir işgale göz yumdu. Böylece bir NATO üyesi ülkenin askeri güçlerinin Fırat’ın doğusunda bir bölgeye konuşlanmasını sağladı. Rusya ve Suriye’nin hakimiyet alanını sınırlandırdı. Ancak büyük güçler (ABD ve Rusya) şu aşamada Türkiye’nin Kamışlı’nın doğusunda Irak sınırından Kobane’ye kadar olan bölgeyi işgal etme ve nüfus mühendisliği yapmasına izin vermediler.
SDG ise Suriye hükümeti ile anlaşarak söz konusu alanı boşaltıp Türk işgaline karşı bir hamle yapmış oldu. Daha sonra SDG, Suriye ordusunun yeniden yapılanması ve SDG’nin Rojava’da özerk bir askeri varlığının olması koşuluyla Suriye ordusuna katılabileceğini açıkladı ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi adını aldı. Ancak Suriye rejiminin bu koşulları kabul edip etmeyeceği belirsizliğini koruyor. Bu arada ABD, askerlerini Suriye’den tamamen çekeceğini yalnızca petrol havzalarının olduğu bölgede az sayıda asker bırakarak burayı SDG ile birlikte kontrol etme hedefinde olduğunu açıkladı.
SDG’nin durumu şu an itibariyle belirsiz. Demokratik federasyon fikrinden vazgeçilip geçilmediği anayasa görüşmelerine katılıp katılmayacakları, merkezi hükümetle nasıl bir güç paylaşımı içinde olacakları, Suriye ordusunun İdlib’de cihatçılara karşı girişeceği öngörülebilen harekâta katılıp katılmayacakları, ABD’nin kendisine biçtiği petrol havzalarının bekçiliği görevini kabul edip etmeyeceği belirsiz.
Gelinen noktada bölgesel ve uluslararası güçlerin Rojava Devrimi’ne izin vermeme kararlığını bir kez daha görmüş olduk. Diğer yandan Türkiye’nin harekâtı sonrasında oluşan dengeler Kürt sorununun uluslararası görünürlüğünün artmasını da sağladı. IŞİD’i yenen bir güç olarak PYD / YPG’nin ABD tarafından ortada bırakılması Batı ülkelerinde, demokratik kamuoyunda büyük bir tepkiye yol açtı. Türk ordusunun ve cihatçılardan oluşan ÖSO’nun (yeni adıyla Suriye Milli Ordusu’nun) ağır insan hakları ihlalleri de bu tepkiyi güçlendirdi. SDG komutanı Mazlum Kobani “general” rütbesine terfi ederek popülerleşti ve Trump tarafından Beyaz Saray’a davet edildi, Rusya Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı’yla görüştü.
Bu harekât, Türkiye’nin, İsrail’e özenerek komşu ülkelerin belli bölgelerini işgal edip burada kalıcı bir egemenlik kurma yolundaki politikasını Afrin harekâtından sonra bir kez daha teyit etti. Türkiye, Kürtlere karşı kendi sınırları dışında kapsamlı operasyonlar düzenleyerek, buralarda etnik temizlik yaparak ve kurumsallaşarak işgali kalıcılaştırmaya çalışıyor. Diğer yandan Türkiye’nin İsrailleşmesinin mümkün olduğunu söylemek güç. Çünkü, İsrail’in konumunun çok özel olduğunu ve Ortadoğu’da ABD’nin koşulsuz diplomatik ve ekonomik desteğine sahip olduğunu, Türkiye’nin böylesi bir desteğe sahip olmadığını ve ABD yönetiminin, Türkiye’ye İslamcı-Selefi yönelimleri dolayısıyla her zaman kuşkuyla yaklaştığını belirtmek gerekiyor.
Harekât süresince ciddi insan hakları ihlalleri yaşandı ve bunlar Batı kamuoyuna yansıdı. TSK destekli ÖSO/SMO milisleri sivilleri katletti; Türk ordusunun fosfor bombası kullandığı iddiaları Batı basınına yansıdı; Uluslararası Af Örgütü harekâttaki hak ihlallerine ilişkin ayrıntılı bir rapor yayınladı. AB toplantısında Almanya ve Fransa topyekûn yaptırımlar uygulanmasını önerdi, fakat bu öneri reddedildi. Sadece silah satışının sınırlandırılması kabul edildi. Bu sınırlandırmaların da ciddi bir ambargo anlamına gelmediği, yeni yapılacak kontratlarda belli kısıtlar getirildiği ve çok da etkili olmayacağı sonradan anlaşıldı. Bu açıklamaların büyük ölçüde Batı kamuoyunu yatıştırmak için yapıldığı ve Türkiye’ye dönük güçlü bir yaptırımdan kaçınıldığı söylenebilir.
Harekâtın durdurulmasından sonra ABD petrol bölgelerinden çekilmeyeceğini ve SDG’yi desteklemeye devam edeceğini açıkladı. Bunun bir nedeni, geçmişte IŞİD’in petrol gelirleri sayesinde finansman sağladığı gerçeğini göz önünde bulundurulduğunda, IŞİD’in tekrar toparlanmasını engellemek olabilir. Nitekim harekât sırasında 500 IŞİD’linin hapishanelerden kaçtığı söyleniyor.
Harekât Kürtler açısından ne gösterdi?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Afrin harekâtından sonra yapılan bu ikinci harekât Rojava Devrimi’ni hedef aldı ve Suriyeli Kürtlerin, Esad ile anlaşmasına neden oldu. Başlangıçta, Kandil “Serakaniye’den çekilmeyin, direnin” çağrısı yapsa da görüldüğü kadarıyla sahada PYD inisiyatif aldı. Suriye yönetimi ile anlaşılarak harekâtın vereceği zarar azaltılmaya çalışıldı.
Kürtler, haydut devletlere hareket alanı açıldığında katliamlara/soykırıma uğrama riskini taşıyor. Bu durumun, çeşitli parçalarda yaşayan Kürtlerde bir araya gelme refleksini güçlendirip güçlendirmeyeceği belirsizliğini koruyor. Irak Kürdistan yönetiminin operasyon sırasında tepkilerinin çok zayıf olduğunu ve hiçbir eyleme geçmediğini söyleyebiliriz.
Türkiye’de ise HDP’li belediyelere karşı başlayan saldırılar harekât sırasında da devam etti. Halen görevde olan ve görevden alınan belediye başkanları tutuklanırken sosyal medyada savaş ve işgale karşı çıkan pek çok kişi gözaltına alındı. Barış Pınarı Harekâtını protesto etmek için yapılan az sayıda eyleme polis müdahale etti. Harekât konusunda partisinin tavrıyla ters düşen CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’na yönelik linç kampanyası başlatıldı; yine harekâtı eleştiren Eren Keskin’in evi basıldı.
Suriye harekâtının iç politikaya yansımaları:
Bu süreçte, Türkiye, “Suriye Milli Ordusu” adı altında savaş suçları işleyen cihatçı-İslamcı bir gücü topluma meşru olarak kabul ettirmek istedi. Bu arada operasyon boyunca “Suriyeli göçmenlerin Türkiye toplumu üzerindeki baskısını hafifleteceğiz” söylemini kullandı. Göçmenler “güvenli bölgeye yerleştirilecek” açıklamalarıyla toplumsal destek kazanmayı amaçladı. HDP dışındaki siyasi partiler operasyona “evet” dese de toplumda Türkiye’nin Suriyeli cihadçılarla birlikte operasyon yapmasından rahatsız olan kesimler de var.
İç politika açısından Rojava seferi geçici bir seferberlik ve milli birlik ve beraberlik histerisi yaratmış olsa da bunun tedavülde daha fazla kalması mümkün görünmüyor.
Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin, Suriye politikasının maliyetini ödeme aşamasına geldiğini gösteriyor Türkiye’nin eğitip donattığı 110 bin “Suriye Milli Ordusu” milisinin ve İdlip’ten kaçacak cihatçıların akıbetinin ne olacağı belirsizliğini koruyor. Suriye rejimi sahada Ruslarında desteği ile hakimiyet kurdukça bunların Türkiye’ye gelme olasılıklarının oldukça güçlü olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Rojava harekâtının iç politikaya ilk elden etkileri azalmaya başladıkça, gündemin tekrar işsizlik-hayat pahalılığı-yolsuzluk eksenine döneceği ve bu sorunların tekrar öne çıkacağını öngörebiliriz. Ancak bu sorunların gündemi belirlemesi, hem ekonomik krizin ve halkın hoşnutsuzluğunun derinleşmesine hem de muhalefetin iktidara karşı bir söylem kurup güçlenmesine bağlı.
Hegemonya krizinin devam ettiğini, iktidarın meşruiyetinin giderek erozyona uğradığını, ekonomik krizin derinleştiğini ve bir süre sonra bu sorunların su yüzüne çıkacağını ve bu harekâtın etkisinin de belirli bir sürede kaybolmaya başlayacağını söyleyebiliriz. Nitekim Afrin Harekâtı’nın etkisi de çok uzun sürmemişti.
Muhalefet cephesine baktığımızda ise bu kadar ümitli konuşamıyoruz. Başta CHP olmak üzere muhalefet Kürt meselesinin etrafından dolaşarak, ekonomik krizin iktidarı zayıflatacağı beklentisiyle zamana oynuyor. Fakat Kürt sorunu varolmaya devam ettikçe gündeme gelecek her askeri operasyon ve benzeri gelişmeler muhalefetin iktidarın arkasında dizilmesine yol açacak. Bunun kırılgan bir strateji olduğu ortada ve muhalefetin Kürt sorunu konusunda bir proje geliştirmeden iktidar olması pek de olası görünmüyor. CHP-İYİ Parti muhalefetinin Kürtleri arkasına alarak, fakat Kürt sorunu hakkında bir proje geliştirmeden AKP-MHP iktidarını devirmesi stratejisinin başarıya ulaşma şansı oldukça zayıf. Ayrıca AKP gitse bile muhalefetin/müstakbel iktidarın Türkiye projesinin ne olacağı belirsiz ve yeni iktidara gelecek olan “liberal” görünümlü iktidar da kendisini yine aynı kaotik dünyada bulacak.
Yeni yasalaşan “Yargı Paketi” ne anlama geliyor?
İç politika açısından bu dönemdeki bir diğer önemli gelişme ise Yargı Paketi’nin yasalaşması idi. Yeni yargı paketi ile KHK’lılara pasaport verilmesi meselesi de İçişleri Bakanlığı’nın tasarrufuna bırakılıyor. Hakkında adli/idari kovuşturma olanların pasaport alabilmesi için İçişleri Bakanlığı’nın incelemesinden müspet sonuç çıkması gerekiyor.
Bu dönemdeki bir diğer gelişme ise OHAL Komisyonu’nun görevini tamamlaması idi. Yaklaşık 92.000 KHK mağdurundan yine yaklaşık 8.000’i işe iade edildi; KHK’lıların işe iade oranları çok düşük bir sayıda kaldı.
Ekonomide bu dönemde ne gibi gelişmeler yaşandı?
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 13 Ekim’de açıkladığı Ağustos ayı Sanayi Üretim Endeksi sanayi üretiminin Ağustosta geçen yılın aynı ayına göre yüzde 3,6 azaldığını ortaya koydu. Ekonomik daralma devam ediyor.
Yine 15 Ekim’de açıklanan işsizlik verileri de alarm veriyor. TÜİK’e göre Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2019 yılı Temmuz döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 65 bin kişi artarak 4 milyon 596 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 3,1 puanlık artış ile yüzde 13,9 seviyesinde gerçekleşti.
Ekonomide kamunun bütçe açığı sorunu giderek kronikleşiyor. 2020 bütçesinde önemli bir açık olacağı ve bunun iç borçlanma ile giderileceği öngörülüyor. Merkez Bankası ekonomiyi canlandırma politikasına uyarak faizleri riskli bir şekilde indirdi, böylece bir yandan kamu borçlanmasının maliyetini düşürmeye bir yandan da iç talebi arttırmaya çalışıyor.
Ancak faizlerin aşırı düşürülmesi sonucu dövizde hareketlenme riski artıyor. Diğer bir kronikleşen sorun olan dış borç sorunu da tehdit oluşturmaya devam ediyor.
İşsizlik rakamları artmaya devam ederken hane halklarının borç stoku da giderek artıyor. Kredi talebinin artması amacıyla faizler düşürülüp krediler bollaştırılırken bankalar kredi verecek güvenilir müşteri bulmakta zorlanıyor.
2020’de 300 milyar TL’lik iç borç stokunun döndürülmesi gerekiyor. Buna bir de 2020 bütçe açığı eklenecek. İç borçlanmanın artması, bankaların garantili olduğu için Hazine tahvili/bonosu almasına ve dolayısıyla fonların özel sektöre kredi olarak verilmek yerine (ki zaten hâlihazırda özel bankalar kredi vermekte çok isteksizler) devlete kaymasına yol açacak. Sonuç olarak ekonomiyi devlet eliyle canlandırma politikası, var olan sorunlara bir de kredi kanallarının işlemez hale gelmesine yol açacak yüklü bir iç borç sorunu eklemiş durumda.
Ayrıca savaş harcamalarının devletin iç borçlanma yükünü ne kadar arttırdığı da araştırılması gereken bir konu.