Bu gündem değerlendirmesi yazılırken linkteki haber akışından faydalanılmıştır.
İÇ POLİTİKA
Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel Yangını
Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’de çıkan yangında 36’sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetti ve onlarca kişi yaralandı. Sömestr tatili olması nedeniyle çocuklarını tatile götüren bazı aileler tüm fertleriyle birlikte hayatlarını kaybetti. İhmalkârlık, denetim eksikliği ve altyapı yetersizliklerinin neden olduğu bu facianın sorumluluğunu ise hiçbir kişi ve kurum üstlenmiyor. Otel yönetimi, Turizm Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve İç İşleri Bakanlığı’nın denetim eksikliği ve kurumsal sorumlulukları açıkça görülse de her kurum ve otel yönetimi sorumluluğu kendi üzerinden atıyor. Yangının yaşandığı bölge Bolu Belediyesi’nin yetki alanında bulunmasa da oteldeki yangın güvenliği ve denetim eksikliği konusunda belediyenin bilgisi ya da şüphesi olduğu ancak bu durumu yetkililerle paylaşmadığı görülüyor. Kurumların görevlerini yerine getirmemesi sonucu yaşanan bu faciada etkin bir soruşturma yürütülmesi, sorumluların en kısa sürede adalet önünde hesap vermesi için gerekli tüm adımların atılması gerekiyor. Ancak bu yazıyı yayıma hazırladığımız dönemde yürütülen soruşturmanın henüz bakanlıklara dokunmadığını belirtmek gerekir.
Abdullah Öcalan ile Yapılan Görüşmeler
DEM Parti heyeti, PKK lideri Abdullah Öcalan ile ikinci görüşmesini 22 Ocak günü gerçekleştirdi. Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın katıldığı, dört saat süren bu görüşmeyle ilgili Bolu Kartalkaya’daki yangın gündemi nedeniyle açıklamanın daha sonra yapılacağı belirtildi. Öcalan’ın taziye mesajlarına da yer veren yazılı açıklamada Öcalan’ın sürece ilişkin çalışmalarının devam ettiği belirtilerek görüşmenin içeriğiyle ilgili sınırlı bilgi verildi. Siyasi partilerle görüşmenin ardından yapılan bu ikinci buluşma sonrasında Kürt siyasi hareketinin çeşitli toplumsal kesimlerle bir araya geleceği tahmin ediliyor. Geçmiş dönemlerdeki çözüm süreçleri ve sonrasında yaşananlar dikkate alındığında heyetin bu temkinli yaklaşımı sürecin hassasiyeti açısından anlaşılabilir bir durum. Diğer yandan devletin meseleyi Terörsüz Türkiye başlığıyla terör retoriği içinden gündeme getirmesi, Türkiye’de toplumsal muhalefetin barış meselesindeki sessizliği nedeniyle Suriye ve Ortadoğu’da yakın dönemki gelişmeler üzerine gündeme gelen bu görüşmelerin gerçekten barış sürecine evrilip evrilmeyeceği belirsizliğini koruyor. Aşağıdaki gelişmelerde görüleceği gibi iktidarın dışında kalan neredeyse her kesimin baskı altına alındığı bir dönemde barıştan yana sivil bir inisiyatifin ortaya çıkması da zorlaşıyor.
Türkiye’de Siyasal Gerilim ve Toplumsal Muhalefet
Türkiye’de siyaset sahnesindeki önemli gelişmelere bağlı olarak iktidarın giderek sertleşen politikaları, toplumsal muhalefet üzerindeki baskıları artırırken, hak ihlalleri ve yargı kararları gündem olmaya devam ediyor.
Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) her 5 yılda bir güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin (kamuoyunda “Kırmızı Kitap” olarak bilinen stratejik doküman) 22 Ocak’taki MGK toplantısında güncellendiği bildirildi. Yeni versiyonun içeriğine dair resmi bir açıklama yapılmazken, metinde iç ve dış tehdit algılarını yeniden şekillendirildiği iddia ediliyor. MGK bildirisinde Suriye ve PKK’nin “tasfiyesi” konusunun vurgu aldığı görülüyor.
Son dönemde yeni “süreç” tartışmalarına karşın özellikle Kürtlere yönelik baskı ve şiddette yoğunlaşma görülüyor. Son üç haftada Kuzey ve Doğu Suriye’de sivil alanlara yapılan saldırılarda 27 kişi katledildi; aralarında belediye başkanları ve gazetecilerin de olduğu 542 kişi gözaltına alındı, 71 kişi tutuklandı; 11 basın organına erişim engeli getirilirken 18 gazeteci gözaltına alındı. Gözaltına alınan 18 gazeteciden 6’sı tutuklandı. İki prodüksiyon şirketine baskın düzenlenirken Kürt Edebiyatçılar Derneği’ne yapılan baskında 1500 gazeteye el konuldu.
Bu dönemde kayyım uygulamaları da devam etti. Son olarak Siirt Belediye Eş Başkanı Sofya Alağaş 6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılırken, Akdeniz Belediyesi kayyımı, belediye meclisinin yetkilerini devralarak yönetimi daha merkezi hale getirdi. Cezaevindeki Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer için ikinci kez tutuklama kararı verildi.
Siyasetin sertleştiği bu ortamda “Barış İçin 1 Milyon İmza” kampanyası toplumsal barış arayışının bir yansıması olarak görülebilir. Haber taramasında da görüleceği üzere bölgede hemen her gün Rojava’ya ve “sürece” destek eylem ve gösterilerinin kitlesel olmasa da yerel olarak epey yaygınlaşmaya başladığı gözleniyor. Kürtlere yönelik artan baskının bu gelişmelerle ve gündemdeki yeni “süreç” ile ilgili olduğunu görmek zor değil.
Ancak son haftalarda iktidar çizgisinde yer almayan, sağ, sol, milliyetçi, muhafazakar kesimden iktidarın çizgisinde yer almayan pek çok kişiye yönelik de iktidarın fazlasıyla sertleştiği görülüyor. Avukat Fırat Epözdemir’in tutuklanması; Ümit Özdağ’ın tutuklanması; gazeteciler Serhan Asker, Seda Selek, Barış Pehlivan ve Halk TV yöneticilerine operasyon (bunun özellikle İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun düzenlediği “Turpun Büyüğü” adlı basın toplantısı sonrası gerçekleşmesi dikkat çekti) Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toktaş’ın tutuklanması; ESP ve SKM’li 34 kişinin tutuklanması, Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat ve 23 kişinin tutuklanması; son zamanlardaki irrasyonel bahanelerle gerçekleşen keyfi gözaltı ve tutuklama dalgasının son halkaları oldu.
Kültür sanat alanında magazinel bir yazıyla gündeme gelen dizi piyasasında tekelleşme tartışmaları Ayşe Barım hedef alınarak ilerlemiş, yargının konusu olmuş ve 21 cast ajansı ve menajerlik şirketi soruşturma kapsamına alınmıştı. Kısa sürede mesele 2013 yılındaki Gezi Direnişi ile ilişkilendirilerek Ayşe Barım, Gezi eylemlerinin örgütleyicilerinden olmakta suçlanıp tutuklandı. Ayşe Barım vakası konusunda kapsamlı bir değerlendirme için web sitemizde yayımlanan Artizan Kültür Sanat Komisyonu’nun bu yazısına bakılabilir. Tüm bu gelişmelerle bir çeşit şok dalgası yaratılarak toplumsal muhalefetin de ötesine geçilip topyekün muhalefetin bastırılması çabasına girişildiği anlaşılıyor.
Ülkücü gelenekten gelen ve devlet kurumlarıyla bağlantıları olduğu söylenen Ümit Özdağ’ın tutuklanma nedeninin Öcalan’la görüşme konusundaki çok sert bir karşı çıkışı olduğu söylenebilir. İktidarın hem “sürecin” zedelenmemesi için milliyetçi kesimden “süreç” konusunda gelebilecek tepkileri kısıtlamak istediği hem de MHP’den Zafer Partisi’ne olası bir oy kaymasının önüne geçmek istediği görünüyor. Diğer tutuklama dalgasının nedeninin ise Ekrem İmamoğlu’na yönelik kapsamlı bir çalışmanın göstergesi olduğu düşünülebilir. Bu süreçte toplumsal tepkiyi önlemek ve halkın sokağa çıkmasını durdurmak için baskı dönemi iklimi yaratılmaya çalışılıyor. Erdoğan karşısında yine iktidarın istediği bir adayla seçime gidilmesi isteniyor olabilir. İmamoğlu’nun siyaset dışında tutulmak istendiği biliniyor. Muhalif basın susturulup, sanatçılar korkutulup, baskı ortamı oluşturularak siyaset yargı eliyle yeniden dizayn edilmeye çalışılıyor. Bunun yanında CHP’yi paralize etmek, iç dengelerini bozmak, erkenden Cumhurbaşkanı adayı ilan etmeye yöneltmek gibi amaçlar da söz konusu olabilir.
Tüm bunlara rağmen toplumsal muhalefette sınırlı da olsa sesler yükselmeye devam ediyor. Bunun yazımızın kapsadığı dönemdeki örnekleri olarak, Kürtlerin yukarıda bahsettiğimiz eylemlerini, işçilerin direnişlerini, Hrant Dink’in öldürülüşünün 18. yıl anması vesilesiyle bir araya gelenlerin taleplerini ve akademik özgürlüğe yönelik ihlallerin sembolü haline gelen Boğaziçi Üniversitesi’nde akademisyenlerinin direnişinin 1000. gününe ulaşmış olmasını gösterebiliriz.
Türkiye Ekonomisinde Güncel Gelişmeler ve Etkileri
Merkez Bankası yılın ilk faiz kararını alarak politika faizinde indirime gitti. Para Politikası Kurulu (Kurul) raporundaki “…Kurul, kararlarını enflasyon görünümü odaklı, ihtiyatlı ve toplantı bazlı bir yaklaşımla alacaktır. Enflasyonda belirgin ve kalıcı bir bozulma öngörülmesi durumunda para politikası araçları etkili şekilde kullanılacaktır.” ifadesi hızlı ve seri bir faiz düşürme politikasına geçilmediğinin işareti olarak değerlendirilebilir. Bu kararın ardından ekonomistlerden farklı tepkiler geldi. Karar sonrası mevduat faizlerinde bir miktar düşüş gözlenirken kredi faizlerindeki düşüş çok sınırlı oldu. Öte yandan pek iç açıcı olmayan ekonomik veriler de geldi; ocak ayında tüketici güveni gerilerken, sanayide kapasite kullanım oranı da düşüş gösterdi.
Dış ticaret alanında, savaş koşulları nedeniyle pek uygulanmayan ticaret kurallarını tekrar inşa etmek ve tüm komşu ülkelerle gümrük düzenlemesi gerçekleştirmek isteyen Şam yönetiminin Türkiye’den ithal edilen mallara uygulanan gümrük vergisini 3 ila 5 kat artırması Türkiye’deki ihracatçılar arasında öfkeye yol açarken İdlib’deki Suriyeli tüccarlar da kararı protesto için dükkanlarını kapattılar. Bu krize karşı ticaretin rota değişikliğine gittiği ve Habur Sınır Kapısı’ndan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki bölgelere geçen Türk tırlarının, Irak’ta Suriye tırlarına mal yüklemesi yapıp geri döndüğü ortaya çıktı. Sonrasında Suriye’nin 269 üründe gümrük vergisini indirdiği bildirildi. Öte yandan iki ülke arasındaki ihracatın 2025’te %35,5 artarak 219 milyon dolara ulaştığı açıklandı.
Ayrıca bu dönemde, iktidarın “olumlu” görebileceği bazı gelişmeler not edildi. TÜİK verileri inşaat, hizmet, perakende ve ticaret sektörlerinde güven endeksinin arttığını gösterirken, konut satışlarında da yükseliş olduğu bildirildi. Merkez Bankası’nın rezervleri tarihi seviyelere çıkarken, JPMorgan’ın Türkiye tahvillerine yönelik olumlu adımları finans piyasalarında kısmen iyimserlik yarattı. Ancak halkın yıl sonu enflasyon beklentisinin %58,8 olması enflasyonun hala büyük bir sorun olduğuna işaret ediyor.
Başta gıda olmak üzere fiyatlardaki artış ve gelir adaletsizliği ve yoksulluk, Türkiye ekonomisinin temel sıkıntıları olmaya devam ediyor. Kısa vadede sert bir ekonomik kriz beklenmez ve mevcut politikaların devamı öngörülürken orta vadede bu bahsettiğimiz meselelere dair ciddi bir iyileşme beklenmiyor.
Bu dönemde yayımlanan önemli bir veriyi de not etmemiz gerekiyor: Türkiye’de sendikalı işçi oranının yalnızca %14,97 olması dikkat çekti. Başta otomotiv sektörü olmak üzere işçi haklarının baskı altına alınması ve çalışma koşullarının ağırlaşması 2025’te de önemli bir sorun olarak öne çıkıyor. 2024’teki önemli işçi direnişlerinin birçoğu sendikalaşma sonrası işten çıkarmalara karşı gelişen direnişlerdi.
DIŞ POLİTİKA
Suriye
Taraflar arası gündemler
Suriye’de yaşanan siyasi ve askeri gelişmeler sonrası ülkenin gelecekte nasıl bir yönetime sahip olacağı konusunda tarafların görüşleri ortaya çıkmaya başladı. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Genel Komutanı Mazlum Abdi, Suriye’de ademi merkeziyetçi bir yönetim istediklerini dile getirirken, Şam’daki geçici yönetim bu öneriye kesin bir dille karşı çıktı. Geçici yönetimin Dışişleri Bakanı Esaad Hasan Şeybani ise Kürtçe ve Arapça paylaşımında Kürtlere yaptığı çağrıda, “Herkesin eşitlik ve adaleti hissettiği bir ülkeyi hep birlikte inşa edelim” ifadelerini kullandı. Bu çağrıya İlham Ahmed yanıt verdi. Öncelikle “Kürtlerin haklarının anayasada kabul edilmesi gerektiğine” dikkat çeken Ahmed, “merkezi olmayan Suriye” vurgusu yaptı ve Suriye’nin çok inançlı ve kültürlü yapısına dikkat çekerek merkezi ve katı bir Suriye’nin bir kez daha iç savaşa sürüklenebileceğini söyledi.
Öte yandan Geçici Yönetim cephesinde de SDG ile görüşmeler konusunda açıklamalar yapıldı. HTŞ lideri, SDG’ye belirli şartlar sunduklarını ifade ederken, bu şartların başında tüm silahların devlet kontrolünde olması ve yabancı silahlı grupların (özellikle de Türkiye’yi tehdit edenlerin) Suriye’de barındırılmaması gibi maddeler içerdiğini söyledi. Geçici Yönetim’in Dışişleri Bakanı Şeybani de Davos’ta IKBY Başbakanı Mesrur Barzani ile görüşmesinde, “Kürt kardeşlerimiz Suriye’nin asli unsurları ve önemli bir parçasıdır” dedi. IKBY Başbakanı da Suriye’de barış ve istikrara vurgu yaptı ve bu konuda Suriye’deki kardeşlere her türlü destek ve yardımı sunmaya hazır olduklarını söyledi. Her iki taraf, Suriye’deki tüm kesimlerin haklarının, özellikle Kürtlerin haklarının korunmasının önemini vurguladı. Geçici Yönetim yetkilileri, SDG ile diyalog sürecinin devam ettiğini ancak gerekirse askeri güç kullanabileceklerini ifade etti. Bazı haber siteleri, söz konusu açıklamayı “SDG’ye güç kullanırız/kullanabiliriz” başlığıyla aktarınca Geçici Yönetim düzeltme yayımlayarak Ebu Kasra’nın SDG ile süren müzakereleri anlatırken “diğer tüm seçeneklere hazırlıklı olunmasından” bahsettiğini belirtti.
Değerlendirdiğimiz dönemin son günü Mazlum Abdi, Geçici Yönetim ve Ahmed El Şara ile görüşmeleri sonrası önemli açıklamalarda bulundu: “Üzerinde görüş birliğine vardığımız bazı noktalar var. Bu noktalar; Suriye’nin gelecekteki ordusu içinde SDG’nin durumu ve geleceği, Suriye’nin toprak bütünlüğü, parçalanmanın reddi, diyalogların aktifleştirilmesi ve siyasi çözüm konularıdır. Bizler … birlik halinde bir Suriye istiyoruz, ayrılıkçılık gibi bir niyetimiz yok. Birçok kişi, bizim Suriye’de iki ordu oluşturmak ve devlet içinde devlet için çalıştığımız propagandalarını yapıyor. Böyle bir niyetimiz hiçbir şekilde yoktur. Temel noktalarda iki taraf arasında farklılık bulunmamaktadır.”
Bölgede uluslararası diplomasi trafiği hızlandı
Mazlum Abdi’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Mesud Barzani ile gerçekleştirdiği görüşme, Kürt partilerinin ortak bir tutum benimsemesi gerektiği yönünde açıklamalarla sonuçlandı. Görüşmede, “Suriye’deki Kürt partilerinin, hiçbir tarafın müdahalesi olmaksızın, barışçıl yollarla kendi kaderlerini belirlemeleri ve saflarını birleştirerek, ortak bir duruştan yola çıkarak ve anlayışa vararak haklarını güvence altına almak için ilerlemeleri gerektiği” vurgulandı. Görüşme sonrası “Başkan Mesud Barzani ile SDG Komutanı arasında gerçekleşen toplantının, Kürt birliğini güçlendirmek ve sorunsuz bir siyasi geçiş için yeni Suriye yöneticileri karşısında Şam’da konumlandırmak adına önemli olduğuna” dikkat çeken yorumlar yapıldı. Bu gelişmelerin ardından “Bir PKK yetkilisinin” İngiliz Reuters haber ajansına “Kuzeydoğu Suriye” yönetimi SDG’ye bırakılırsa PKK’nın Suriye’den çekilebileceğini” söylediği yönündeki haber yayımlandı. ENKS Başkanlığı, 28 Ocak Salı günü, Mazlum Abdi ile görüştü. Görüşmenin ardından ENKS Sözcüsü Mazlum Abdi ile Kürtlerin Şam’a ortak bir vizyonla gitmesi gerektiğini vurguladıklarını ifade etti. Hemen hemen aynı tarihlerde, 27 Ocak’ta, Peşmerge Bakanı Şoreş İsmail’in, Fransa’nın Erbil Başkonsolosu Jan Braim ile görüşmesinde, Kürdistan milli ordusu kurmayı amaçladıklarını söylemesi oldukça dikkat çekici. Jan Braim ise Fransız halkı ve hükümetinin Peşmerge Bakanlığı’na desteğini yineleyerek, “Peşmerge Bakanlığı’nın bu yıl reform sürecinde çok iyi bir aşama kaydetmesini bekliyoruz, bu konuda sizlere yardımcı ve destek olacağız.” dedi. Eğer bu konuda somut adımlar atılırsa, tarihsel açıdan ve Kürtlerin birliği açısından çok önemli bir gelişme olacaktır.
Türkiye’nin fazlasıyla rahatsızlık duyduğunu tahmin edebileceğimiz ve ABD ve Fransa gibi ülkelerin yönlendirmesiyle gerçekleştiği görülen bu gelişme ve görüşmelerin, Kürtlerin gelecekteki statüsü konusunda ortak bir yol haritası oluşturma çabasına dönüşüp dönüşmeyeceği daha da önem kazanmış durumda.
Türkiye’nin olası bir HTŞ – SDG anlaşmasının önüne geçmek isteyeceği apaçık görülüyor. Esad sonrası süreçte Türkiye bölgedeki fazlasıyla görünür olan etkinliğini artırmaya çalışıyor. Demokratik Suriye Meclisi Dış İlişkiler Sorumlusu İlham Ahmed, ‘Türkiye’nin HTŞ’nin geçici bakanlıklarına danışman atadığını” söyledi. Bu sıralarda Türkiye’nin bölgedeki diğer önemli Kürt coğrafyalarından Irak’la da temaslarını artırmasının tesadüf olmadığı da açık. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin, 26 Ocak’ta Bağdat’ta yaptığı görüşmede “sınır güvenliği” ve “ticari ilişkiler” konularının ele alındığı belirtildi. IŞID ile ortak mücadele arayışının sahada nasıl gerçekleşeceği önemli bir takip konusu olarak karşımıza çıkıyor.
Öte yandan, uluslararası aktörlerin bölgeye olan ilgisi de artarak devam ediyor. ABD Merkez Kuvvetler Komutanı (CENTCOM) General Kurilla’nın SDG komutanlarıyla bir araya gelmesi, Washington’un SDG ile olan iş birliğini sürdüreceğinin başka bir işareti olarak görülebilir. Avrupa’dan da bölgeye ziyaretler gerçekleşti; İtalya ve Fransa’dan gelen heyetler, bölgedeki durumu yakından gözlemledi. BM Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, Suriye’deki geçici yönetimin lideri Ahmed El Şara ile Şam’da mültecilerin geri dönüşünü görüşmek üzere bir araya geldi. Bu gelişmeler Batı’nın Suriye konusunda daha fazla inisiyatif alacağının göstergesi olarak yorumlanabilir. ABD ile HTŞ arasında henüz açık bir görüşmenin gerçekleşmemiş olması da dikkat çekiyor.
Arap dünyasında da Suriye ile diplomatik temaslar hız kazandı. Arap Birliği heyeti, Şam’ı ziyaret ederek ilişkilerde yeni bir sayfa açıldığını duyurdu. Bu ziyaret, Suriye’nin yeniden Arap dünyası ile entegrasyonu açısından önemli. Ancak Suriye’nin kuzeyindeki gelişmeler, bölgedeki yeni güç dengelerinin nasıl şekilleneceği konusunda soru işaretleri yaratıyor. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı’nın Şam’da Şara ve Şeybani ile görüşmesi de dikkat çeken gelişmeler arasında yer alıyor.
Alevilere Yönelik Tehditler ve Artan Mezhepsel Gerginlik
Son dönemde Suriye’de Alevi toplumuna yönelik saldırılar ve tehditler endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. HTŞ’nin Alevilere yönelik saldırıları, bölgedeki mezhepsel gerilimi daha da körüklüyor. Gazeteci Fehim Taştekin’in analizlerine göre, saldırılar “Eski rejimin suçlarına ortak olmuş olanlardan intikam alma girişimi”nin çok daha ötesinde köklü bir mezhepsel nefretin ürünü ve şu anda Suriyeli Aleviler kendilerini ölüm tehdidi altında hissediyor. Yönetim değişikliğinden bu yana hedef haline gelen Aleviler ve azınlıklar büyük bir risk altında yaşam mücadelesi veriyor.
Bu nefretin en son yansıması, Alevi akademisyen Rasha Ali cinayeti oldu. Bu olay, Suriye’deki Alevi nüfusunun yalnızca savaşın getirdiği yıkımla değil, aynı zamanda mezhepsel nefretin doğurduğu bireysel saldırılarla da karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı yer olması itibarıyla stratejik bir öneme sahip olan Lazkiye’de giderek artan mezhepsel gerginlik ise bu tür olayların yalnızca bireysel vakalar olmadığını, daha geniş çaplı bir toplumsal krizin habercisi olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Bölgede yaşanan gerilimler ciddi bir mezhepsel mesele olmanın ötesinde, Suriye’nin geleceğine dair daha büyük sorunların göstergesi olarak da okunabilir. Bu gelişmeler, Suriye’de etnik ve mezhepsel ayrışmaların fazlasıyla derinleştiğini ve uzun vadede çoğulcu ve barışçıl bir çözüme ulaşılmasını zorlaştırdığını gösteriyor. Özellikle azınlık grupların can güvenliği ve geleceğe dair endişeleri, bölgedeki meselelerin çok katmanlı ve çözülmesi zor bir hal aldığını ortaya koyuyor.
Suriye’nin diğer gündemleri
Geçici yönetim Tartus limanı için Rusya ile yapılan anlaşmayı feshettiğini duyurdu. Ayrıca, bölgedeki liman ve fabrikaların satışa çıkarıldığı bildirildi. Rusya ile Suriye arasındaki diplomatik ilişkiler de hareketlilik kazandı; Esad’ın devrilmesinden bu yana ilk defa bir Rus heyeti Şam’ı ziyaret etti.
IŞİD’lilerin tutulduğu hapishaneler konusunda da Geçici Yönetim ile SDG arasındaki anlaşmazlık sürüyor. Geçici Yönetim’in bu hapishaneleri devralmak istediği belirtilirken, SDG bu teklifi reddetti. İsrail ise Suriye’deki askeri varlığını güçlendirmeye devam ediyor; İsrail ordusu Golan Tepeleri’ndeki Şeyh Dağı’nda süresiz kalacağını duyurdu.
Avrupa Birliği, Suriye’ye yönelik yaptırımlarda bir miktar gevşemeye giderken, aynı zamanda Geçici Yönetim’i yaptırımlar konusunda uyardı ve gevşetme kararlarını geri alabileceklerini belirtti.
Bu süreçte, SDG’nin sahadaki etkinliğini kırmaya çalışan Türkiye’nin ve SMO güçlerinin Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik saldırıları da hız kesmeden devam ediyor. Özellikle Tişrîn bölgesinde çatışmalar şiddetlenirken, Türkiye’nin bir gün içerisinde 22 farklı noktaya düzenlediği saldırılar sonucu en az altı sivilin hayatını kaybettiği bildirildi. Bölge savaş uçakları, silahlı insansız hava araçları, top ve ağır silahlarla bombalandı. 8 Aralık’tan bu yana Tişrîn Barajı’na yönelik saldırılarda gazeteci, sanatçı ve siyasetçilerin de aralarında olduğu 26 sivil yaşamını yitirdi, en az 206 kişi yaralandı. Baraj çevresinde halkın direnişi de devam ederken, bu bölgenin stratejik önemi giderek daha fazla öne çıkıyor. 28 Ocak’ta Mazlum Abdi, Geçici Yönetim ile görüşmeler ve barajın etrafında süren çatışmalara dair açıklamalarda bulundu. Abdi, Şam’a çatışmaların sona ermesi için taleplerini ilettiklerini ve yanıt beklediklerini söyledi. SDG’nin taleplerine Geçici Yönetim’in vereceği yanıt, bölgedeki güç dengelerinin nasıl şekilleneceği konusunda belirleyici olacak. Türkiye’nin devam eden saldırıları, Kürtlerin direnişi, uluslararası aktörlerin yaklaşımı, Kürtler arasındaki siyasi ulusal birlik arayışları ve Geçici Yönetim’in başta Aleviler olmak üzere farklı toplumsal kesimlere yaklaşımı, Suriye’de önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmeleri doğrudan etkileyecek gibi görünüyor.
Filistin
Ateşkes, esir takası ve devam eden çatışmalar
Hamas ve İsrail Gazze’de ateşkes ve esir takası konusunda anlaşmaya vardı. Ancak İsrail, ateşkes anlaşmasına rağmen Gazze’ye saldırılar düzenleyerek 38 kişiyi öldürdü. Ateşkes sonrası toplam can kaybı 123’e ulaştı. İsrail ayrıca Cenin’deki bir mülteci kampını boşaltma emri verdi. Yüzlerce Filistinlinin kampı terk etmeye başladığı belirtildi. İlerleyen günlerde kısa süreli bir takas krizi yaşansa da İsrail ve Hamas arasında esir takasının ikinci turu tamamlandı. Hamas, 4 İsrailli rehineyi serbest bıraktı, karşılığında İsrail 200 Filistinliyi serbest bıraktı. Filistinliler, Batı Şeria ve Gazze’de kutlamalar düzenledi. İsrail’in serbest bıraktığı Filistinlilerin büyük çoğunluğunun uzun süredir mahkum olduğu biliniyor. İsrail’in saldırıları, anlaşmanın kalıcı olmayabileceğini gösteriyor. Esir takası, insani açıdan önemli olmasına karşın sorunun çözümüne dair bir adımı temsil etmiyor.
Bu arada ABD eski Başkanı Joe Biden döneminde İsrail’e 1 tonluk bomba tedarik etme konusunda uygulanan kısıtlamanın Trump tarafından kaldırıldığı ve ABD’den 1800 adet MK-84 türü 1 tonluk bombanın önümüzdeki günlerde İsrail’e teslim edileceği iddiaları sonrası Netanyahu’nun Trump’a teşekkür etmesi barış ve çözümün aksine daha ağır bir sürecin başlayacağının işareti olarak görülebilir.
Gazze’ye dönüş, Refah ve sürgün/tehcir tartışmaları
Rehine takası krizinin çözülmesi sonrası İsrail Netzarim Koridoru’nu açtı ve Filistinlilerin Gazze Şeridi’nin kuzeyine geçmesine izin verdi. Yüzbinlerce Filistinli yollara döküldü. Hamas bunu Filistinlilerin yerinden edilmesini engellemeye yönelik bir zafer olarak nitelendirdi. Öte yandan Donald Trump, Filistinli mültecilerin Arap ülkelerine yerleştirilmesini teklif etti. Mısır ve Ürdün bu teklifi reddetti. Hamas, “Halkımızın topraklarından çıkarılması ya da sürülmesine yönelik her türlü planı kesinlikle reddediyoruz” açıklamasını yaptı. Trump’ın bu önerisi bölgedeki tarihsel demografik yapıya direkt müdahale ve tehcir anlamına geliyor ve bu konu önümüzdeki dönemin temel tartışmalarından biri haline gelecek gibi görünüyor.
Avrupa Birliği, Gazze’nin dünyaya açılan tek kapısı olan Refah’a sivil yardım misyonu göndermeye hazırlanıyor. İsrail ile Mısır’ın Refah Sınır Kapısı’nın kontrolünü Filistin Yönetimi’ne bırakma konusunda anlaştığı iddia edilse de İsrail bu iddiaları yalanladı. Refah’ın kontrolü üzerindeki anlaşmazlık, bölgedeki krizlerin devam edeceğini gösteriyor. Gelişmeler, Filistin’de barışın sağlanması ve sorunun çözümü için başta bölge ülke ve halkları olmak üzere uluslararası toplumun daha güçlü girişimlerde bulunması gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Bu da kısa vadede pek mümkün görünmüyor.
Lübnan
İsrail askeri operasyonlarını sürdürme konusunda ısrarlı görünüyor ve bölgedeki sivil halkı hedef almaktan çekinmiyor. Lübnan’dan anlaşma gereği çekilmesi gerektiği tarihe uymayan ve uluslararası hukuka aykırı davranan İsrail ordusunun evlerine geri dönmeye çalışan Lübnanlı sivillere ateş açması sonucu kadınlarla çocuklar dahil 24 kişi öldürüldü, 134 kişi yaralandı. Bunun üzerine ABD, İsrail’in uymadığı ateşkes anlaşmasının yaklaşık 3 hafta daha uzatıldığını duyurdu. Yeni seçilen Lübnan Cumhurbaşkanı, İsrail’in tamamen çekilmesi için uluslararası baskının artırılması gerektiğini vurguluyor. Lübnan’da etkin olan Dürzi lider Velid Canbolat da Hizbullah’a askeri faaliyetleri bırakıp siyasete odaklanmaları çağrısında bulundu. Canbolat değişen bölge koşullarına ve İsrail’le olan “terör dengesinin yıkılmasına” vurgu yaparak askeri faaliyetin terkedilmesi gerektiğini dile getiriyor. Ancak Hizbullah’ın İran’la olan ilişkilerinin yanı sıra sahadaki güçlü askeri varlığı nedeniyle yalnızca siyasi bir güç haline gelmesi kısa vadede mümkün görünmüyor. Ateşkes süreci kritik bir dönemde ve diplomatik çabalar yetersiz kalırsa, 18 Şubat sonrası yeni bir çatışma dalgası gündeme gelebilir.
Ukrayna
Bu dönemde, Trump’ın başkanlığının Ukrayna savaşı açısından önemli değişiklikler getirebileceğine işaret eden gelişmeler yaşandı. Trump, ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri ve mali yardımları eleştirdi ve Avrupa’nın daha fazla destek vermesi gerektiğini söyledi. Bu açıklama, Trump’ın başkanlık kampanyasındaki “Önce Amerika” yaklaşımıyla uyumlu ancak Avrupa ve Ukrayna açısından endişe verici. Öte yandan Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e de “Ukrayna’daki savaşı sona erdirmek üzere anlaşmaya varın” çağrısında bulundu. Aksi halde Rusya’ya ciddi yaptırımlar ve gümrük vergileri getireceğini bildirdi. Zelenski ise, ABD’den güçlü ve kalıcı güvenlik garantileri aldıktan sonra Putin’le doğrudan görüşebileceğini söyledi. Başka bir açıklamasında da Zelenski, Trump’ın savaşı sona erdirmek için çaba göstereceğini düşündüğünü ve bunu desteklediğini ifade etti.
Sahada ise askeri faaliyetler devam ediyor. 24 Ocak’ta Rusya ve Ukrayna, birbirlerini gece saatlerinde geniş çaplı SİHA saldırıları düzenlemekle suçladı. Kiev’de üç kişi hayatını kaybetti. Buna karşı Trump, “Bu savaş hiç başlamamalıydı” yorumunu yaptı. Bu açıklama, ABD’nin mevcut Ukrayna politikasını değiştireceğinin bir işareti olarak görülebilir. Trump, diplomasiyle savaşı engelleyebileceğini ima ediyor. Ancak somut gelişmeler görülmeden sağlıklı bir değerlendirme yapılması için henüz erken görünüyor.
Öte yandan Avrupa Birliği dışişleri bakanları, Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımları uzatma konusunda anlaştı. AB’nin bu kararına rağmen, Rusya’nın yaptırımları aşmak için Çin, Hindistan ve Orta Doğu ile ekonomik ilişkilerini güçlendirdiği biliniyor. Avrupa yaptırımlarının Rusya’nın savaş kapasitesini ne kadar zayıflattığı konusunda fazla bir veri bulunmuyor.
ABD’de ikinci Trump dönemi başladı
Donald Trump, ikinci kez ABD Başkanı olarak yemin etti ve görevine resmen başladı. Bu, Amerikan siyasi tarihinde ender görülen bir olay oldu. İlk icraat olarak Trump yönetimi, sınır güvenliğini artırma vaadi doğrultusunda göçmen politikalarını sertleştirdi. Bunun sonucunda, yüzlerce göçmen ABD-Meksika sınırında mahsur kaldı. Trump, başkanlığının ilk saatlerinde LGBTİ+ bireylerin haklarını hedef alan bir dizi kararname imzaladı. Bunlar arasında trans bireylerin orduya katılımını yasaklayan düzenleme, pasaport ve belgelerde sadece kadın ve erkek cinsiyetlerine yer verilmesi, federal kurumların tüm ‘çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık’ (DEI) programlarının sonlandırılması, Joe Biden tarafından çıkarılan ‘Cinsiyet ve Cinsel Yönelime Karşı Ayrımcılıkla Mücadele’ yönetmeliğinin iptal edilmesi yer alıyor. Trump’ın göçmen ve LGBTİ+ karşıtı politikaları ikinci döneminde de hız kesmeden devam edecek gibi görünüyor. Trump, muhafazakâr tabanına güçlü bir mesaj veriyor. Ancak bu tür adımlar, ABD içinde protestolara ve hukuki çelişkilere, uluslararası alanda da tepkilere neden olabilir.
Trump dış politika ve ekonomi alanına ilişkin yeni yaklaşımlarıyla da dikkat çekti. ABD Dışişleri Bakanlığı, Trump’ın imzaladığı yeni bir kararnameyle tüm dış yardımları incelenmek üzere durdurdu. Ancak İsrail ve Mısır bu kısıtlamadan muaf tutuldu. Trump, enflasyon konusunda Federal Rezerv’i eleştirerek, faizi Fed’den daha iyi bildiğini ve faiz politikalarında kendisinin daha iyi bir yol haritası çizeceğini iddia etti.
Öte yandan Eski Başkan Joe Biden, giderayak Trump’ın politikalarını eleştirerek, ABD’nin tehlikeli bir oligarşik düzene kaydığını öne sürdü. Biden, Trump’ın hedef alabileceği bazı isimlere önleyici af çıkardı ve onların hukuki süreçlerden korunmasını sağladı. Nitekim Trump gelir gelmez, hakkında yürütülen soruşturmalara bakan savcıları görevden aldı. Bu adım, Trump’ın “hesaplaşma” sürecinin bir parçası olarak görülüyor.
Trump’ın ikinci dönemine agresif bir başlangıç yaptığı açık. İlk icraatları, ABD iç siyasetinde ve uluslararası arenada büyük yankılar uyandırabilir. Sosyal politikalar, yargı bağımsızlığı, ekonomi ve dış ilişkiler, iklim ve enerji politikaları konusunda attığı adımlar, ülkede kutuplaşmalara yol açabilir. Önümüzdeki süreçte gerilimlerin artması muhtemel görünüyor.
EKOLOJİ
Talan ekonomisinin araçlarında biri olarak acele kamulaştırma
Türkiye’de talan ekonomisinin önemli ayaklarından biri cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yerine getirilen acele kamulaştırma işlemleri. Oysa “Kamulaştırma devlet ve kamu tüzel kişilerinin güç uygulayarak kamu yararı amacı ile bedelini ödemek kaydıyla kişilerin” taşınmazlarının satın alınması işlemiyken “acele kamulaştırma normal kamulaştırmadan farklı olarak yurt savunması veya olağanüstü durumlarda uygulanır.” 17 Ocak 2025 tarihli Resmi Gazete’de acele kamulaştırma kararları yayımlandı. Buna göre, Çanakkale Lapseki’de bölge halkının tüm itirazlarına rağmen yapımına devam edilen TÜMAD Madencilik şirketine elektrik tedariki için acele kamulaştırma yapılacak. TÜMAD Nurol Holding’e ait ve bölgede altın madeni işletiyor ve projenin ömrü boyunca 8 milyon 270 bin 825 ton cevher, 35 milyon 901 bin 341 ton pasa olmak üzere toplam 44 milyon 172 bin 166 ton kazı yapılması planlanıyor. Malatya’da bulunan Arapgir rüzgar enerji santralinin (RES) kapasite artışı amacıyla Arapgir’in Onar Mahallesi’nde bulunan 75 parsel arazi için; BOTAŞ’ın doğal gaz boru hattı amacıyla Denizli’nin Kale ve Tavas ilçelerinin sınırları içerisinde kalan bir bölgedeki taşınmazlar için; İzmir’in Belevi-Tire yolu projesi amacıyla güzergah üzerindeki taşınmazlar için de acele kamulaştırma kararı verildi. Ayrıca 24 Ocak tarihli ikinci bir habere göre, Balıkesir’in Dursunbey ilçesinde, Üçeylül Mahallesi sınırlarında yer alan bir taşınmaz doğal gaz ulaştırılması için ihtiyaç duyulan RMS-A (doğalgazın boruyla sevkiyatı sırasında basınç artırma işlemi) şehir istasyonunun yapımı gerekçesiyle; Van’ın Çaldıran ilçesindeki Çubuklu Projesi kapsamında geniş bir alan Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü tarafından; Sakarya’nın Geyve ilçesi Akkaya Mahallesi’nde Pamukova RES elektrik üretim tesisinin kapasite artışı nedeniyle birçok parsel; Kırıkkale-Çorum Yüksek Standartlı Demiryolu Projesi için belirlenen alanlar acele kamulaştırma kapsamına alındı.
Türkiye’de pestisit ve sofralarda zehir krizi
Yurt dışına ihraç edilen pek çok tarımsal ürün yüksek pestisit konstrasyonları tespit edilerek geri gönderiliyor. Küresel gıda güvenliği endeksine göre Türkiye son 10 yılda 13 sıra gerilemiş. Greenpeace Türkiye’nin bildirimine göre 2024’te Avrupa sınırlarından ürünleri en çok dönen ikinci ülke, Hindistan’ın ardından Türkiye. Geri gönderilen ürünler ise mevzuatı uygun olan başka ülkelere gönderiliyor veya mevzuat uygunsa (Türkiye’de Pestisitlerin Maksimum Kalıntı Limitleri Yönetmeliği) iç piyasaya sürülüyor. Diğer taraftan eğer iade sebebi alıcı ülke tarafından bildirilmemişse, iç piyasada firmanın beyanı esas alınıyor ve bu da büyük bir güvenlik zafiyetine yol açıyor.
Pestisit, tarımsal zararlılara (tarım alanlarındaki ürünle rekabete giren veya bu ürünleri tüketen türlere) karşı kullanılan ilaçların genel ismi. Bunların içinde böcek, bitki, kemirgen, mantar ve küf gibi türlere karşı etkili, hatta kimi zaman büyüme hormonu niteliği taşıyan ilaçlar bulunuyor. Pestisitler içinde geniş bir kategori, sinir sistemine etki eden, zehirli ve doğada kalıcı özelliği olan organik kimyasallar. Dolayısıyla bu ilaçların titizlikle reçete edilmeleri, doz ve uygulama şartlarının doğru tespit edilmesi, veya tabii, ekolojik tarım uygulamalarında olduğu gibi hiç kullanılmamaları gerekiyor.
Gıda Mühendisleri Odası (GMO) İzmir Şube Başkanı Ulaş Demir sorunun kaynağının artan maliyetler ve yetersiz denetim olduğunu söylüyor. Gerçekten de Türkiye’de yüksek pestisit kullanımı ve sofralarda tüketiminin tarım sektörüyle ilgili yapısal bir krize işaret ettiği söylenebilir. Üreticiler haşereyle mücadelenin en pratik ve düşük maliyetli yöntemi olarak kendilerine sunulan ilaçlara yönelirken, ilaç firmaları ve bayileri bundan yüksek gelirler elde ediyor. Üreticiler ve firmalar lehine davrandığını düşünen Tarım ve Orman Bakanlığı ve bağlı kuruluşları denetim görevini yerine getirmiyor. Toprak ekosistemini öldüren, tarımsal biyoçeşitliliği yok eden, kanser vakasına yol açan kayıplar yavaş ve dolaylı tespit edilebildiği – ve bu nedenle medyada demagojiye açık olduğu- için ürünler gümrük kapılarından dönene kadar krizin varlığı dikkat çekmiyor. Türkiye tarımında ucuz üretim, yüksek aracı kârları, ve sözde ucuz tüketim döngüsü yapısal olarak kırılamadığı müddetçe, sofralarımızda zehir tüketmeye devam edeceğiz.
Trump göreve başlarken
Donald Trump 20 Ocak’ta göreve başlarken yaptığı konuşmada, seçim kampanyasına 75 milyon dolar destek sunan büyük petrol şirketlerini mahcup etmedi. “Deleceğiz bebeğim, deleceğiz”, “başka hiçbir üretici ulusun sahip olamayacağı bir şeye sahibiz – Yeryüzündeki herhangi bir ülkenin sahip olduğu en büyük petrol ve doğalgaz miktarına. Bunu kullanacağız.” Trump göreve başladığı gün imzaladığı kararnamelerle “ulusal enerji acil durumu” ilan etti. The Guardian’dan Oliver Milman ve Dharna Noor’un analizine göre bu acil durum, Meta ve Amazon gibi şirketler tarafından kurulan yeni veri merkezlerinin yarattığı artan elektrik ihtiyacını karşılamayı ve enerjinin maliyetini düşürmeyi hedefliyor. Trump “enerji, anavatanı korumak için bir ihtiyaçtır” diyor. Kararnamelerle petrol sondajı ve üretiminin önündeki tüm engeller kaldırılırken, temiz enerji ve enerjinin verimli kullanımı için verilen teşvikler geri alınıyor. Oysa ABD Biden liderliğinde zaten, tarihte hiçbir ülkenin üretmediği kadar petrol ve gaz üretir hale gelmişti. Trump yönetiminde ABD’nin tüm doğu kıyısından Meksika Körfezi’ne, Pasifik Okyanusu’ndan Alaska ve Bering Boğazı’na kadar her yerde petrol sondajı yapılabilecek.
Trump ilk gün imzaladığı kararnamelerle Birleşmiş Milletler’e ABD’nin Paris iklim anlaşmasından çekileceğini de bildirdi. Bu çekilişin resmileşmesi için yaklaşık bir yıl süre gerekiyor. Bir analize göre Trump’ın görevi devralmasıyla birlikte ABD 2030 yılı itibariyle 4 milyar ton karbondioksit eşdeğeri (GtCO2e) daha fazla sera gazı salımı yaratabilir. Kıyaslama açısından bu ilave salımın AB ve Japonya’nın veya 140 küçük ülkenin bir yıllık toplam salımına eşit olduğu söyleniyor. Diğer bir ifadeyle bunun, küresel ölçekte son beş yıldır rüzgâr, güneş ve diğer temiz enerji teknolojilerinin işe koşulmasıyla elde edilen tüm karbon tasarrufunu iki kere geçersiz kılacağı hesaplanıyor. Hatırlanacağı üzere Paris Antlaşması’nın 2 santigrat derece sıcaklık artışı çıpasına göre kalan salım bütçesi 1.7 GtCO2e! Artık gerçekleşmesi mümkün görünmeyen, ama bilim insanları tarafından tercih edilen 1.5 santigrat derece sıcaklık çıpası için kalan bütçenin ise tükendiği söylenebilir. Zira 2024 yılı 1.5 derece sıcaklık artışıyla tarihteki en sıcak yıl olarak kaydedildi.
Trump’a göre iklim değişikliği “büyük aldatmaca” ve maalesef pratikte henüz hiçbir bağlayıcılığı olmayan Paris anlaşması ise “ABD’li vergi mükelleflerinin paralarını ABD halkının çıkarlarına aykırı bir şekilde, mali yardıma ihtiyaç duymayan veya bunu hak etmeyen ülkelere yönlendiriyor”.
Büyük petrol şirketleri ve onlarla sembiyoz bir ilişki içindeki küresel aşırı sağ, iklim değişikliğine karşı başarıyla uygulanabilecek önlemlerin altını oyarken, karmaşık yeryüzü sistemi ve iklim geribesleme mekanizmaları tatsız haberler vermeye devam ediyor. The Guardian’ın haberine göre birbirini takip eden aşırı sulak ve kurak iklim koşulları “kamçı” vakalarına, diğer aşırı iklim olaylarına kıyasla daha büyük iklim hasarlarına yol açıyor. Halen devam eden Los Angeles yangınları iklim “kamçı” vakasına bir örnek: Rekor seviyede kış yağışları bol miktarda ot ve çalının büyümesine neden olmuştu. Sonra bunu 2024’te rekor kuraklık takip etti. Kuruyan bitki örtüsü yangının şiddetlenmesine neden oldu. Permafrostun (kutuplarda sürekli donmuş toprakların) erimeye başlamasıyla birlikte Arktik karbon yutaklarının üçte birinin artık net salım yaratmaya başladığı anlaşıldı.
Bilim insanlarından küresel gıda güvenliğiyle ilgili uyarılar gelmeye devam ediyor. 150’den fazla Nobel ve Dünya Gıda ödülü sahibi bilim insanı küresel gıda arzının artırılması gerektiğini söyleyen bir bildiri yayımladılar. Gıda arz ve talebi arasındaki uçuruma ve gelecekte gıda arzını bekleyen iklim kaynaklı risklere işaret eden bildiri, bu alanda geliştirilecek teknolojilerin önemine dikkat çekiyor. Diğer taraftan gıda güvenliği sadece üretilen gıdanın miktarıyla alakalı bir sorun değil. Üstelik geçmişte gıda arzı adına yaşanan teknolojik sıçramalar, örneğin Yeşil Devrim’in hibrid tohumları ve üretim teknolojileri, ayrıca modern gen mühendisliği ve genetiği değiştirilmiş gıdaların etkileri başlı başına ayrı bir tartışmanın konusu. Küresel gıda sorunu tarladan sofraya tüm gıda tedarik ve değer zincirinde hakkaniyet, kayıplar ve sosyo-çevresel etkilerin değerlendirilmesini gerektiriyor. Örneğin gıda üretimini artırmak için yüksek miktarda gübre kullanımının yeryüzündeki tozlayıcı (polen taşıyıcı) türlerin yarısını yok ettiği söyleniyor. Tozlayıcı türlerin yok olması biyoçeşitlilik ve gıda güvenliği açısından ciddi bir sorun teşkil ediyor.