Bu değerlendirme yazısı linkteki haber akışını esas alarak hazırlanmıştır.
İç politika
Yazının kapsadığı iki haftada iç politikada en çok öne çıkan gündemler yolsuzlukla ilgiliydi. AKP’li belediyelere ilişkin Sayıştay raporları, belediyelerde yandaş sermaye gruplarına varlık aktarma mekanizmalarını ifşa etti. İhalesiz devredilen işletmeler, ihalelerde rekabetin engellenmesi, taşınmazların dini vakıflara bedelsiz devri, sınavsız işe alım ve yükseltmeler, verilen ihaleler, belediye bütçesinden dini vakıflara aktarılan kaynaklar, hazine garantili borçlanmalar tek tek ifşa oldu.
Öte yandan yeni rant kapısı Kanal İstanbul projesi çevresinde dönen arazi kapma yarışı da yine gündemdeydi. Berat Albayrak’ın proje güzergahında arsa aldığı ve iktidara yakın sermaye grupları kadar Koç ve Sabancı gibi büyük sermaye gruplarının da proje güzergahındaki arsaları kapıştığı ortaya çıktı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Kanal İstanbul’a direnmesi üzerine, AKP meclis grubu tarafından hazırlanan yerel yönetim taslağına “devletin ülke ölçeğinde belirlediği plan ve programlar kapsamında gerçekleştirdiği büyük projeler için belediyece yapılması gereken hizmetlerin yerine getirilmemesi” durumunda söz konusu hizmetlerin valilikler tarafından yapılması, maliyetinin de ilgili belediyenin ödeneğinden kesilmesine ilişkin düzenleme kondu.
Başka bir arazi yağması da İzmir’in Urla ve Çeşme ilçelerindeki acele kamulaştırma ile el konulan arsalarda gerçekleşti. Bu acele kamulaştırma kararının arkasında Suudi Arabistan merkezli Albassam Group’un bölgede “Yeni Çeşme” adıyla proje hazırlattığı ortaya çıktı. Havalimanı, marinalar, oteller ve AVM projeleri ile birlikte çok sayıda lüks konut inşaatının da bulunduğu projede ayrıca Alaçatı Koyu ile Mersin Körfezi arasında bir deniz kanalı planladığı görüldü.
Başka bir yolsuzluk da Kızılay üzerinden yandaş vakıflara aktarılan kaynakların ortaya dökülmesi ile açığa çıktı. Elazığ-Malatya Depremi’nin ilk gününde para yardımı çağrısıyla tepki çeken Kızılay’ın Ensar Vakfı’na 8 milyon dolar bağışta bulunduğu, tarikat şeylerine ihale dağıttığı, yöneticilerine yüksek maaşlar verdiği ve daha pek çok yolsuzluğun odağında olduğu ortaya çıktı. Kızılay’ın bir para aktarma mekanizması olarak işletildiği açığa çıktı. Bu mekanizmada yandaş şirketlerin Kızılay’a şartlı bağış yaparak vergi kaçırdığı, bu bağışların nihai adreslerinin ise yandaş vakıflar olduğu ve yandaş vakıfların inşaat ihalelerinin ise yine yandaş şirketlere verilerek iktidar eliyle döngüsel bir para çevirme mekanizmasının kurulduğu ortaya çıktı.
25 Ocak 2020 tarihinde meydana gelen deprem, toplanan deprem vergilerinin nereye harcandığı tartışmasını da gündeme getirdi. Recep Tayyip Erdoğan, deprem vergileriyle ilgili “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” diyerek tartışmayı bastırmaya çalıştı.
Öte yandan bir cemaat üyesi iki kişinin aralarındaki mülk uyuşmazlığını çözümlemek için cemaat şeyhine başvurması, daha sonra bu iki kişiden birisinin şeyhin verdiği kararı beğenmeyerek şeyhi öldürmesi üzerine cemaatlerin rant ilişkilerinin içine ne kadar battığının ortaya serdi. Seküler medya bu olayda hem cemaat hukukunun medeni hukukun önüne geçmesini hem de iktidar-sermaye-cemaat ilişkilerini gündemleştirdi.
Yolsuzlukların ifşasında dikkat çeken yön, bunların yalnızca muhalif basında yer almayıp kendinde cesaret bulan diğer medya organlarında da bir miktar tartışılması idi. Tüm bu ifşaatın 17-25 Aralık benzeri, ya da Susurluk ve ardından gelen 28 Şubat benzeri, iktidar ortakları arasında bir hesaplaşma dönemine girildiğinin işaretleri olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin takip edilmesi gerekir. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasına ilişkin değerlendirmelerimizde FETÖ’nün tasfiyesi ile birlikte yeni bir bloklaşma oluştuğunu ve Ergenekon olarak tabir edilen derin devlet ile Erdoğan’ın yakın çevresindeki dar bir kliğin Türk-İslam ideolojisi temelinde bir ittifaka girdiğini belirttik. Son gelişmeler bu ittifaktaki çatlakları ortaya seriyor olabilir.
Daha sonra değineceğimiz dış politikadaki gelişmeler ve ekonomik krizdeki derinleşme nedeniyle iyice köşeye sıkışan ve kendi içindeki uzlaşmaların bozulması ile çatırdamaya başlayan iktidar blokunun bekasını sağlamak için baskı düzeyini de arttırmaya devam ettiğini görüyoruz. Cezaevlerinde artan işkence iddiaları, tutuklu öğrencilerin sayısının 70,000’e dayanması, muhalif basın çalışanlarının basın kartlarının iptal edilmesi, HDP’ye yönelik yeni tutuklama dalgaları, JİTEM davalarında tüm yargılamaların beraatle sonuçlanması, darbe girişiminden yargılanan askeri öğrencilere verilen müebbet hapis cezaları ve ailelerinin hak arayışlarının şiddet ile bastırılması, iktidarın şiddet dozunu arttırmasının sonuçları olarak değerlendirilebilir.
Mahkemeler de bu şiddet döngüsünün aygıtları olmaya devam ediyor. İktidara yakın kişilerin (Fettah Tamince, Ahmet Bayer, v.b.) davaları yıllara yayılarak sürüncemede bırakılırken Kılıçdaroğlu’nun avukatına 40 yıl hapis isteniyor. Afrin harekatını protesto eden Boğaziçi Üniversiteli öğrencilerin yargılandığı davada öğrencilere 11’er hapis cezası verilirken, Osman Kavala’nın yargılandığı davada mahkeme AİHM kararına rağmen anayasayı ihlal ederek Kavala’nın tutukluluğunun devam etmesi kararı veriyor.
Malatya Elazığ depremi de iktidardaki çürümeyi bir kez daha gözler önüne serdi. Depremzedelere mikrofon uzatan yandaş medya mensubunun “Çok mutlusunuz değil mi?” sorusu, kurtarma çalışmaları sırasında enkaz altında ulaşılan bir depremzedenin Erdoğan’ın şov yapabilmesi için bekletilmesi, HDP’nin organize ettiği yardımların engellenmesi, dini ve etnik kimlikleri nedeniyle yardım alamayan köyler olduğu iddiası, iktidarın deprem gibi bir doğal felakete bile partizanca bir propaganda faaliyeti olarak yaklaştığını gösterdi. Depremin şiddetine rağmen can kaybının görece az olması sevindirici olsa da kullanılamayacak duruma gelen çok sayıda binanın bulunması, depreme hazırlık zorunluluğunu, beklenen İstanbul depreminin acil ihtiyaçları varken Kanal İstanbul gibi ranta dayalı bir projenin gereksizliğini ve deprem sırasında devlete güvenilmemesi gerektiğini ve alternatif koordinasyonlara duyulan gereksinimi bir kez daha gündeme getirdi.
Dış Politika
Dış politikadaki açmazlar da iyice derinleşmeye devam ediyor.
Bu iki haftaya damgasını vuran gelişmelerden birisi İdlib’de Suriye ordusunun saldırılarını yoğunlaştırması ile yeni bir göçmen dalgasının sınıra dayanması idi. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, “700 bin kişi Türkiye sınırına ilerliyor. Bu uluslararası kriz yaratacak” dedi.
Bu gelişmeler üzerine soluğu Türkiye’de alan Merkel, İstanbul ziyareti sırasında, yaklaşık 4 milyon Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’ye teşekkür ederken, Türk Hükümeti’nin sığınmacılara yönelik çalışmalarını övdü, AB’nin bu çalışmalara desteğinin sürmesini destekleyeceğini vurguladı. Merkel, 6 milyar euroluk mali yardıma ilaveten yeni kaynakların sağlanması konusunu da AB’deki muhataplarıyla görüşme sözü verdi.
Bu arada yandaş medyada devletin mültecilere ilişkin ördüğü resmi söylemde kullandığı “düzensiz göçmen” tabiri giderek daha bariz bir şekilde göze batmaya başladı. Türkiye Suriyelilere mülteci statüsü tanımıyor. İktidarın kurduğu “bu insanlar misafirimiz, gün gelecek gidecekler” yanılsaması, Suriye’li göçmenlerin artık toplumumuzun bir parçası olduğu ve onlarla birlikte yaşamamız için politikaların geliştirilmesi gerekliliği gerçeğini örtmeye yarıyor. Bu durum da Suriyeli mülteciler ile Türkiye toplumu arasındaki gerilimin artmasına neden oluyor.
Merkel-Erdoğan görüşmesinin ardından mültecilerin Avrupa’ya geçiş kapısı olarak gördüğü Yunanistan, mülteci geçişlerini önlemek için Ege Denizi’nde bir “ağdan duvar” örmeye başladı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Suriye ordusunun İdlib’e yönelik askeri harekatı nedeniyle Rusya’ya tepki gösterdi. Erdoğan’ın “İdlib’de bu bombalamaları vesaire durdurdunuz, durdurmadığınız takdirde bizim artık sabrımız tükeniyor. En son Halep’ten bizim tarafa atışları var. Bunlara bir yere kadar sabrederiz, ondan sonra da biz göbeğimizi keseriz. Bu konuda Rusya da eğer biz birbirimize sadık ortaklar isek tavrını belli edecek. Şu anda Astana süreci diye bir şey de kalmadı” sözleri ile Astana sürecinin sonunu ilan etti.
Fransa, Türkiye ile Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde Yunanistan’ı desteklemek için bölgeye savaş gemileri göndermeye karar verdi. Yunanistan Başbakanı Miçotakis, gemiler için ‘barışın garantörü’ yorumunu yaptı. Yunan basınında Türk uçaklarının ve savaş gemilerinin gerek Doğu Akdeniz’de gerekse Ege’de tacizlerini artırdığı yolunda haberler çıkmaya başladı. Dış basında Türkiye’nin casusluk faaliyeti ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin gemilerinin sondaj yaptığı koordinatları ele geçirdiği ve buraya savaş gemileri eşliğinde sondaj gemileri yolladığı yolunda haberler çıktı.
Diğer yandan Libya’daki çatışmalara bir çözüm bulma umudu ile toplanan Berlin görüşmelerinden uzlaşmazlık çıktı; Hafter önüne konan anlaşmayı Türkiye’nin sürece dahil olması nedeniyle imzalamadı. Avrupa basınında Türkler, Ruslar ya da Birleşik Arap Emirlikleri gibi Libya’daki iç savaşta devletler hukukunun ihlaline yol açanların müzakere masasında bir yer edinerek ödüllendirildiği dile getirildi. Ancak görüşmelerden Türkiye’nin Libya’daki atışmalara müdahalesine karşı bir karar oluştu. Konferansta konuşan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Türkiye’den Libya’ya asker göndermemesini istedi. BM’ye göre Libya’da ateşkes bitti, kısa bir süre sonra Hafter’in Trablus’u ele geçireceği söyleniyor.
Geçtiğimiz iki haftanın önemli gelişmelerinden bir diğeri ise ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte ‘Ortadoğu Planı’nı açıklaması. İsrail ile Filistin’i konu eden plana sadece İsrail tarafından yetkililer katıldı, Filistin tarafından kimse katılmadı. ABD Başkanı Trump, tek taraflı Ortadoğu barış planı kapsamında Kudüs’ün, İsrail’in “bölünmez” başkenti olarak kabul edileceğini açıkladı. Trump, “Bu harita ile başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin olacak” dedi. Bu girişimin Trump’ın seçim yatırımı olduğu, Trump’ın “biz çözüm bulmaya çalışıyoruz, ama Filistinliler yine reddettiler” söylemi ile Yahudi lobisinin desteğini pekiştirmeye çalıştığı açık. Filistinlilere nakdi rüşvet vererek ve “devlet için son şansınız” diyerek, İhvan hareketinin küresel ölçekte çökmesi ile birlikte Gazze’de Hamas’ın da çöktüğü, Filistinlilerin geleneksel hamisi Suriye’nin kendi derdine düşüp Arap dünyasında da Filistin davasına sahip çıkan kimsenin kalmadı ve İsrail’de barış hareketinin son derece zayıfladığı bir dönemeçte bu planın Filistinlilere dayatılması Filistinlileri ölüme razı etmek anlamına geliyor.
Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin güttüğü yeni-Osmanlıcı, yeni-İttihatçı dış politikanın artık iflas noktasına geldiğini gösteriyor. Türkiye, bir yandan yeni mülteci dalgasını bahane ederek AB’ye şantaj yapmaya devam ederken bir yandan da bu yeni göç dalgası ile toplumsal gerilimleri arttırmadan nasıl başa çıkabileceğini düşünüyor. Öte yandan Rusya’nın desteği ile Türkiye’nin desteklediği cihatçılara karşı saldırılarını yoğunlaştıran Suriye ordusu, Türkiye’nin Astana sürecindeki mutabakat çerçevesinde İdlib’de kendi desteklediği cihatçıları sözde silahsızlandırma misyonu ile kurduğu, aslında bu unsurları Suriye’nin saldırılarından koruma ve silah ve gıda ikmalini garantileme işlevi gören askeri gözlem noktalarını kuşatarak Türk ordusu ile sıcak çatışma ihtimalini artırıyor.
İktidarın içte ve dışta karşı karşıya kaldığı bu açmazların kendi sonunu getireceğini görmemesi mümkün değil. Anketlerde hâlâ Cumhur ittifakı ile somutlaşan iktidar blokunun %45 civarında oyu olduğu görülüyor. RTE’nin şahsında somutlaşan Türk-İslamcı bloğun bir erken seçim durumunda milliyetçi duyguları kabartıp iktidarı sürdürmesini sağlayacak oy oranına ulaşmak için ülkeyi Doğu Akdeniz’de, ya da Suriye’de yeni bir savaşa sürüklemesi olasılığını göz ardı etmemek gerekir.
Ekonomi
Bu iki haftadaki önemli gelişmelerden birisi metal işkolunda DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş sendikasının 5 Şubat’ta greve çıkma kararı alması idi. İşkolunda örgütlü olan diğer sendika olan MHP eğilimli Türk-Metal-İş işveren sendikası MESS ile uzlaşmaya varmıştı. Grevleri askıya alma yetkisi AYM tarafından hak ihlali olarak mahkum edildiği için iktidarın grevi ertelemesi ya da iptal etmesi zor görünüyor.
Bir diğer önemli gelişme, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın Sigorta kanununu ihlal ettikleri gerekçesiyle Akbank’a 94 milyon 703 bin lira, Yapı Kredi Bankası’na da 187 milyon lira idari para cezası kesmesi oldu.
Bankalara kesilen cezalar, iktidarın zararına düşük faizli kredi dağıtma yoluyla tüketimi canlandırma politikasına destek vermeyen bankaların üzerine gittiğini düşündürüyor. Bankacılık sektöründeki batık kredilerin yeniden yapılandırılması girişimi başarıya ulaşmadı ve zararları kamulaştırılamadı, kamu bankaları yolu ile ucuz kredi dağıtarak tüketimi canlandırma politikasının etkisi ise sınırlı kaldı.
Tüm bu gelişmeler ekonomi alanında da ciddi bir sıkışmanın olduğunu ve günü kurtarmaya yönelik politikalarla iflasın ertelenebildiği kadar ertelenmeye çalışıldığını gösteriyor.