İÇ POLİTİKA

Bu dönemde ağırlıklı olarak İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı protestolar, boykot kampanyaları, CHP’nin kurultay hamlesi ve tabii ki Kürt sorunu (“müzakere süreci”) gündemleri öne çıktı.

İmamoğlu protestoları, boykotlar

Saraçhane buluşmalarının sona erdirilmesinin ve bayram tatilinin protestoların niteliğini değiştirdiği görüldü.

Önceki dönemdeki Saraçhane ve son olarak da oldukça kalabalık olan büyük Maltepe mitinginin ardından CHP mitingleri 14 büyükşehir ve 21 şehir ile ilçelere (başta İstanbul) yaygınlaştırma kararı aldı. İl bazında yapılacak ilk miting yeri olarak Samsun, ilçe olarak da İstanbul’da kayyum atanan Şişli belirlendi. Sahada ise öncülüğü Üniversite öğrencilerinin aldığı gözlendi. Başta ODTÜ, Anadolu Üniversitesi, Hacettepe, YTÜ olmak üzere birçok Üniversitede protesto gösterileri ve akademik boykotlar düzenlendi, aydın, yayıncı ve akademisyenlerden de yer yer öğrencilere destek geldiği görüldü. Bu çerçevede örneğin Mahir Polat’ın serbest bırakılması, toplumsal baskının sonucu olarak yorumlandı. İmamoğlu’nun eşi ve babasının evine yapılan baskınlar ayrıca tepki topladı.

Akademik boykotların yanı sıra, 2 Nisan’da yine gençlerden gelen öneriler sonrası CHP’nin çağrısıyla iktidar yanlısı şirketlere karşı tüketim boykotları başlatıldı. İmamoğlu boykot çağrısına desteğini “Medya ve iş dünyası için seçim yapma vakti” olarak açıkladı. Ekonomik boykotların başlarında hangi firmaların / markaların boykot edileceği konusunda bazı karışıklıklar yaşandı. Öncelikle süreçte yanlı hareket eden ve özellikle de protestoları görmezden gelen medya kuruluşları ve bağlı şirketleri hedefleniyordu, sonrasında Ülker vs. markaların listeye girmesi kafaları bir miktar karıştırdı. Özellikle 2 Nisan’da ciddi bir katılımın gözlendiği ifade edilen tüketim boykotlarının ekonomik etkilerinin ancak Nisan sonunda yayınlanacak verilerle somutluk kazanacağı görülüyor. Şu an için en belirgin yansıma konser iptallerinde yaşanmış görünüyor. Örneğin boykot edilen ve ciddi zarara uğradığı iddia edilen DBL Entertainment tüm projelerden çekilmek zorunda kaldı.

Tüketim boykotlarının, geçmişte başta İsrail ve ona destek veren markalar olmak üzere birçok kez boykot çağrısı yapan iktidarı fazlasıyla rahatsız ettiği görüldü. AKP kanadından sert açıklamalar gözlenirken Devlet Bahçeli ise boykotları “milli güvenlik tehdidi” olarak niteledi. Bazı bakan ve yetkililer öncülüğünde başta 2 Nisan’da olmak üzere alışveriş yapma kampanyaları düzenlenmesi dikkat çekti.

Protesto ve boykotlara karşı baskı ve şiddet sertleşti

Bu dönemde Erdoğan’ın dile getirdiği “turbun büyüğü” söylemiyle birlikte İBB ve/veya CHP’ye kayyum ataması spekülasyonu ve kısmen de beklentileri ortaya çıkmış ancak bunlar gerçekleşmemişti. Sonrasında iktidarın sahadaki mevcut koşullara yönelik daha da sertleşme eğiliminde olduğu gözlendi. Ne düşündüğü merak edilen Bahçeli’nin CHP ve medyayı hedef alan açıklamasındaki tehditkar üslup dikkat çekiciydi.

Bu arada başta öğrenciler olmak üzere çok sayıda tutuklu / tutuksuz yargılama başlatıldı. Boykotları destekleyen birçok kesime çok sert yaptırımlar uygulandı: Çok sayıda öğrenci gözaltına alındı ve bir kısmı tutuklandı; Eğitim-Sen’in tüm MYK üyelerine ev hapsi cezası verildi, YÖK boykot çağrısı yapanlara idari ve adli işlem talimatı verdi, soruşturma talebinde bulundu. İÜ Devlet Konservatuarı’nda akademisyenler açığa alındı, Akademisyen Levent Dölek hakkında tutuklama kararı verildi, boykot çağrılarına soruşturma açıldı ve gözaltılar yapıldı. Boykot çağrısına destek veren ünlü isimler abluka altına alındı; dizilerden çıkarıldılar, dizileri yayından kaldırıldı, gözaltına alındılar, X hesapları kapatıldı. RTÜK TV’lere ceza yağdırdı, Türkiye BBC muhabirini sınırdışı etti. Ankara’da Veli Saçılık ve çok sayıda kişi gözaltına alındı, Veli Saçılık’a 2 ay ev hapsi cezası verildi.

Belediye soruşturmalarında da yine sert uygulamalar gözlendi. Şişli kayyımı belediye meclisini askıya aldı; İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat ciddi sağlık sorunlarına rağmen tutuklu kaldı; İBB soruşturmasında 14 kişinin daha mal varlıklarına el konuldu.

Öte yandan Özgür Özal’in deyimiyle “yalancı tanık” zorlamalarına ve itirafçılık tehditlerine rağmen “turbun büyüğü” bir yana soruşturma doyasında elle tutulur bir delilin hala ortaya çıkarılamadığı anlaşılıyor.

CHP’nin yeni hamleleri

CHP’de son dönemde Saraçhane buluşmalarının sona erdirilip il il mitingler düzenlenmesi kararının yanı sıra önemli bazı kararlar alındığı görüldü. Bunlardan biri “27 milyon imza” kampanyasıyla erken seçim talebi gündemini güçlendirmek oldu. Bununla CHP’nin, meselenin sadece İBB değil cumhurbaşkanı adaylarının hedef alındığının altını çizmenin yanı sıra iktidarı seçime zorlama politikasını öne aldığı anlaşılıyor. Nitekim 27 Mart’ta yapılan toplantıda Parti Meclisi Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olmasına da oy birliği ile karar verdi. Diğer önemli adım da 6 Nisan’da partinin olağanüstü kurultaya gitmesi kararıydı. Bu şekilde CHP’ye bir önceki kurultayla ilgili iddialardan dolayı olası bir kayyum atamasının önüne geçilmesi hedeflendi. Kurultay’da net bir çoğunlukla tekrar genel başkan seçilen Özgür Özel’in Parti Meclisi anahtar listesinin firesiz onay alması da dikkat çekti.

Bu süreçteki en önemli noktanın ise CHP’nin, iktidarı, bir bakıma tarihindeki en sert ifadeyle, “cunta” olarak nitelendirerek sert bir dil benimsemesi olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Buna, ‘Kent uzlaşısının sorumlusu benim’ diyen Özel’in, ‘Biz barıştan yanayız diyerek’ Kürtlere seslenmeye devam etmesini de eklememiz gerekiyor. Hakan Fidan ve Devlet Bahçeli’den gelen sert açıklamalar bu konudaki rahatsızlığın altını çizer nitelikte. Bu dilin CHP ile iktidar arasındaki ilişkilerde ve CHP’nin stratejisinde yeni bir aşamaya tekabül edip etmediğini ileriki dönemlerdeki gelişmeler gösterecektir. Şu aşamada önceki dönemden bir farklılaşma işareti olarak yorumlanabilir.

Müzakere süreci

Müzakere sürecindeki gelişmelerin “süreçte bir yavaşlama” göstergesi niteliğinde seyrettiği anlaşılıyor. Bu noktada Bayram tatili, Suriye’deki gelişmeler ve H. Fidan’ın ABD ziyaretinin sonuçlarının beklenmesi gibi etkenlerin not edilmesi gerekiyor.

PKK kanadından gelen temkinli ve sitemkar açıklamalar dikkat çekici: KCK Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok Öcalan’ın çağrısının üzerinden bir ay geçmesine rağmen devletin atması gereken adımları atmadığını belirterek, kongrenin Abdullah Öcalan öncülüğünde toplanabileceğini vurguladı. Aynı dönemde DEM parti adına Hatimoğulları’nın “somut adım göremiyoruz”, Sezai Temelli’nin  “iktidar ‘dondu’” ve Bakırhan’ın “Beklenen adımlar konusunda bir rehavet var” şeklindeki açıklamaları da bu söyleme paralel ifadeler olarak dikkat çekti.

Bu süreçte DEM Parti MHP ile bayramlaşma görüşmesi gerçekleştirdi. Bir yandan 19 Mart darbesine yönelik boykotlara destek ve gözaltılara tepki açıklamaları yaparken diğer yandan da “”Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” şeklinde biraz da bağlamından koparılarak manşetlenen açıklamayı yaptı. Bu gelişmeleri DEM çizgisinin 2015’te “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla birlikte terk etme eğilimine girdiği eleştirilerine söz konusu olan “3. Yol” çizgisini tekrar inşa etme çabası çerçevesinde değerlendirmek daha makul görünüyor.

İktidar kanadında Bahçeli’nin önceki açıklamalarına paralel minvaldeki “ülke için büyük fırsat” açıklaması dikkat çekici. Yine Erdoğan’ın bayram mesajındaki “sürecin başarısı için uygun zemin var” vurgusu ve 4 Nisan’daki “herhangi bir sıkıntı söz konusu değil” açıklaması belki de Erdoğan’ın bu konudaki en “olumlu” mesajı ve sürece dair sahiplenme emaresi olarak yorumlanabilir. Ömer Çelik’in 15 Nisan haftası için “DEM Parti-Erdoğan görüşmesi hafta içinde yapılacak” açıklaması da “olumlu” bir gelişme olarak yorumlanabilir.

Sürece dair diğer önemli “adımlardan” biri de Öcalan’ın mesajlarının topluma ulaşmasına izin verilmesiydi: Abdullah Öcalan, bayramdaki aile görüşünde, “Newroz’da halkımızın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı büyük bir coşku ile sahiplenmesini selamlıyorum. Halkımızın Newroz’unu ve Ramazan Bayramı’nı kutluyorum” mesajı gönderdi. Diğer önemli mesaj da Öcalan’ın doğum günü olan 4 Nisan’daki Amara buluşması için özellikle de gençliğe yönelik gönderdiği ve yeni dönemdeki siyaset anlayışına işaret eden mesajdı: “Sosyalizm demek toplum, toplumculuk demektir. Sosyalistlik ise toplumsallaşmaktır. Kürdistan’da da bu anlayışla siyaset yapmak gerekir.”

EKONOMİ

Küresel Ticaret Savaşları: Trump’ın Tarifeleri Dünyayı Sarsıyor

ABD Başkanı Donald Trump’ın “altın çağ” vaadiyle duyurduğu yeni gümrük vergileri, küresel ekonomide adeta bir deprem etkisi yarattı. Karşılıklı tarifeler ve misillemelerle tırmanan ticaret savaşları, borsalardan sıradan vatandaşlara kadar geniş bir kesimi etkiliyor. Trump’ın 2 Nisan’da açıkladığı, tüm ithal ürünlere %10 temel gümrük vergisi ve özellikle Çin’e %34’e varan ek vergiler, piyasalarda büyük bir çöküşü tetikledi. İlk iki günde sadece ABD’nin en büyük beş şirketinin değer kaybı 500 milyar doları bulurken, ABD borsalarındaki toplam kayıp 2,4 trilyon dolara ulaştı.

Bu ekonomik sarsıntı, yalnızca büyük şirketleri değil, dünya halklarını da tehdit ediyor. Artan maliyetler ve enflasyon baskısı, özellikle düşük ve orta gelirli kesimler için hayat pahalılığını körükleyebilir. Çin, Trump’ın tarifelerine %84’e varan gümrük vergileriyle misilleme yaparak gerilimi tırmandırdı. Avrupa Birliği ve diğer ülkeler de kendi karşı önlemlerini hazırlarken, küresel tedarik zincirleri ve ticaret dengeleri altüst olma riskiyle karşı karşıya.

ABD iç siyasetinde ise bu politikalar protestoları ateşledi. Trump’ın Federal Reserve (Fed) yönelik “faizi düşür” baskısı, ekonomik belirsizliği daha da artırıyor. Türkiye’de de Borsa İstanbul %3 kayıp yaşarken, uzmanlar ticaret savaşlarının küresel bir resesyona yol açabileceği uyarısında bulunuyor.

Trump, tarifelerin ABD’ye “günde 2 milyar dolar kazandırdığını” iddia etse de, uzmanlar bu politikaların uzun vadede hem ABD hem de dünya ekonomisine zarar vereceğini savunuyor. Küresel ticaret savaşlarının kazananı olup olmayacağı belirsiz, ancak kaybedenin dünyadaki tüm düşük ve orta gelirli halklar olacağı şimdiden görülüyor.

ABD’de Protesto Hareketleri: “Hands Off” ve Parçalı Bir Mücadele

ABD, son dönemde ülke genelinde yankı bulan protesto hareketleriyle çalkalanıyor. “Hands Off” (Elini Çek) sloganı etrafında birleşen bu eylemler, özellikle Donald Trump’ın başkanlığı ve Elon Musk’ın Hükümet Verimliliği Departmanı (DOGE) liderliğindeki politikalarına karşı geniş bir tepkiyi yansıtıyor. Washington’dan New York’a, Boston’dan Florida’ya kadar binlerce insan sokaklara dökülerek demokrasi, insan hakları ve ekonomik politikalar konusundaki rahatsızlıklarını dile getiriyor.

Protestolar, trans hakları, göçmen yasaları, kürtaj hakkı ve ekonomik adaletsizlik gibi çok çeşitli konuları kapsıyor. Göstericiler, “Demokrasiden elinizi çekin” ve “Nefreti sınır dışı edin” gibi sloganlarla Trump yönetiminin federal kurumları küçültme, sosyal güvenlik hizmetlerini kesme ve göçmen karşıtı politikalarını eleştiriyor. Örneğin, Washington’daki National Mall’da Filistin bayraklarıyla İsrail’in Gazze’deki saldırılarına karşı duran gruplar, aynı zamanda Trump’ın bu konudaki tutumunu da hedef aldı. Florida’da ise LGBTİ+ toplulukları, Trump’ın çeşitlilik ve eşitlik politikalarını kaldırma hamlelerine karşı seslerini yükseltti.

Ancak bu hareketlerin dikkat çeken bir özelliği, liderlik eksikliği ve istikrarlı bir siyasi akıma henüz dönüşememiş olmaları. “Hands Off” sloganı, farklı grupları bir araya getiren güçlü bir çağrı olsa da, protestoların hedefleri ve yöntemleri arasında bir dağınıklık göze çarpıyor.

Öte yandan, protestoların çeşitliliği, ABD toplumundaki derin bölünmeleri ve farklı kesimlerin ortak bir memnuniyetsizlikte buluştuğunu gösteriyor.

Türkiye Ekonomisi: 19 Mart Krizi ve Sonrası

Türkiye ekonomisi, 19 Mart 2025 tarihinde yaşanan krizle birlikte ciddi bir dönüm noktasına girdi. Bu süreçte, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası rezervlerindeki kayba ilişkin iddiaların 21 ila 40 milyar dolar arasında değiştiği görülüyor. Bu dramatik düşüş, ekonomik istikrarı tehdit eden bir dizi sorunu da beraberinde getirdi. Rezerv kayıpları, özellikle yabancı sermaye kaçışıyla birleştiğinde, Türkiye’nin dış finansman ihtiyacını karşılamasını zorlaştırıyor ve ekonomik kırılganlıkları artırıyor.

Kriz sonrası dönemde, sıcak para girişlerinin azalması dikkat çekiyor. Yabancı yatırımcıların güven kaybı, sermaye akımlarını olumsuz etkilerken, iç piyasada likidite sorunları baş gösteriyor. Bu durum, faiz-enflasyon sarmalını daha da derinleştiriyor. Resmi verilerde enflasyon oranları belirli bir çerçevede sunulsa da piyasa dinamikleri fiili faizlerin %50-55 seviyelerine ulaştığını gösteriyor. “Kâğıt üzerindeki” veriler ile gerçek piyasa koşulları arasındaki makasın açılması, ekonomik politikaların etkinliğine dair soru işaretlerini artırıyor.

Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelede attığı adımlar, sıkı para politikası duruşunu desteklese de, yukarı yönlü risklerin arttığına dair açıklamalar piyasalarda tedirginliği körüklüyor.

DIŞ POLİTİKA 

Suriye’deki Gelişmeler ve Türkiye’nin Rolü

Suriye’deki son gelişmeler, bölgede yeni bir siyasi ve askeri denge oluşturuyor; Şam yönetimi ile SDG arasındaki anlaşma, Türkiye’nin Rojava’ya yönelik askeri operasyonlarının gerekçesini zayıflatıyor.

Türkiye-SDG arasındaki bir diğer anlaşma, ABD ve Fransa arabuluculuğunda gerçekleşti; Tişrîn ve Qereqozax’daki operasyonlar durduruldu, işgal güçleri Fırat’ın batısına çekildi, mevcut bölgelerdeki konuşlanmalar korundu.

Halep’teki Kürt mahallesi Şeyh Maksud’da varılan başka bir anlaşma da, SDG’nin kısmi çekilmesini ve yerel güvenliğin Kürt güçler tarafından sağlanmasını içeriyor.

HTŞ’nin kurduğu sembolik hükümet, Dürziler, Hristiyanlar ve SDG gibi grupları dışlayarak kapsayıcılıktan uzak bir yapı sergiliyor; bu durum, HTŞ’nin Suriye’de birliği sağlama kapasitesine dair ciddi soru işaretleri doğuruyor.

HTŞ’nin anayasa taslağına kadın örgütlerinden de tepki geldi; “Kadınsız bir sistem inşa edilemez” açıklaması, Suriye’de kapsayıcı bir yönetimin gerekliliğini vurguluyor.

HTŞ-SDG anlaşması sembolik bir adım olsa da, detaylar ortak komisyonlara bırakıldı; bu, Suriye’nin devlet yapısında Kürtler, Aleviler ve diğer bileşenlerin rolü için müzakerelerin devam edeceğini gösteriyor.

Türkiye’nin Suriye politikasında HTŞ’nin yetersizliği ve Şam-SDG anlaşmaları, Ankara’nın bölgedeki etkisini yeniden değerlendirmesine neden oluyor. Şam-SDG iş birliği bölgede yeni bir güç dengesi yaratıyor.

Türkiye-İsrail Gerilimi: Suriye’de Yeni Bir Satranç Tahtası

Son dönemde Türkiye-İsrail ilişkileri, Suriye sahasında yaşanan gelişmelerle yeni bir gerilim hattına oturdu. Bölgedeki güç mücadelesi, özellikle Türkiye’nin Suriye’deki stratejik hamleleri ve İsrail’in buna tepkisiyle daha karmaşık bir hal alıyor.

Türkiye’nin Suriye’de T-4 hava üssü gibi stratejik noktaları devralma planları, İsrail tarafından sert bir yanıtla karşılandı. Nisan başında İsrail Hava Kuvvetleri, Şam, Hama ve Humus’taki askeri tesisleri, özellikle T-4 üssünü hedef aldı. İsrail basını, bu saldırıların Türkiye’ye “Suriye’de kalıcı bir askeri varlık kurmana izin vermeyeceğiz” mesajı olarak yorumlandığını yazdı. Türkiye’nin bu üslere Hisar hava savunma sistemleri veya hatta S-400’ler konuşlandırma ihtimali, Tel Aviv’de ciddi bir rahatsızlık yaratmış görünüyor. İsrail’in Dışişleri Bakanı Gideon Saar’ın, Türkiye’yi “Suriye’yi kendi himayesine alma” arzusuyla suçlaması, bu rahatsızlığın diplomatik alandaki yansıması oldu.

Gerilimin bir diğer boyutu, 7 Nisan 2025’te Beyaz Saray’da gerçekleşen Trump-Netanyahu görüşmesinde ortaya çıktı. Netanyahu, Türkiye’nin Suriye’deki etkisinden duyduğu endişeyi dile getirirken, Trump’ın “Erdoğan’ı severim, o da beni sever. Sorunu çözerim” şeklindeki açıklaması dikkat çekti. Bu sözler, ABD’nin Türkiye üzerindeki nüfuzunu kullanarak bölgedeki gerilimi dengeleme Mesajı olarak yorumlanabilir.

Suriye’de ortaya çıkan tablo, adeta bir üçlü güç paylaşımı gibi görünüyor. İsrail, Golan Tepeleri’nden hareketle güney Suriye’de kontrolü ele geçirme çabasında. Türkiye ise kuzeyde, özellikle İdlib ve Halep civarında, yeni Suriye yönetimiyle iş birliği yaparak etkin olma arayışında. Rusya ise Lazkiye ve Tartus’taki üsleriyle batı kıyısında varlığını sürdürüyor. Bu yapı, her aktörün kendi çıkarlarını koruma telaşında olduğu bir satranç tahtasını andırıyor.

Türkiye-İsrail gerilimi, Suriye’nin yeniden şekillenen siyasi ve askeri haritasında kritik bir döneme işaret ediyor. Her iki ülkenin Suriye’deki kırmızı çizgileri, bölgenin kırılgan dengesini tehdit etmeye devam ediyor. Gelecek haftalar, bu satranç oyununda kimin daha etkili bir hamle yapacağını gösterecek.

ABD-İran-İsrail Üçgeninde Gerilim ve Diplomasi Dansı

ABD, İran ve İsrail arasındaki ilişkiler, Orta Doğu’nun karmaşık jeopolitik sahnesinde uzun süredir yüksek gerilimli bir üçgen oluşturuyor. Son dönemde, bu üçgenin dinamikleri, hem diplomatik hamleler hem de askeri tehditlerle yeniden şekilleniyor. İsrail’in İran’a yönelik saldırı arzusuna rağmen, Trump yönetiminin diplomasiye öncelik verdiği belirtiliyor. Ancak, bu süreçte “askeri müdahale hâlâ masada” söylemi, gerginliği tırmandıran bir gölge gibi varlığını sürdürüyor. İran’ın bölgesel etkisi, Yemen’deki Husilere desteği ve Suriye ile Irak’taki güç boşluğu, bu üçgenin temel tartışma noktalarını oluşturuyor.

İsrail, İran’ın nükleer programını ve bölgedeki vekil güçlerini ulusal güvenliğine bir tehdit olarak görüyor. Öte yandan, Trump yönetimi, diplomasiyi önceleyerek İran’ı müzakere masasına çekmeye çalışıyor. Beyaz Saray’ın “Ya müzakere edersiniz ya da bedelini ödersiniz” mesajı, bu çabanın hem bir davet hem de bir tehdit içerdiğini gösteriyor ve ABD’nin Orta Doğu’daki askeri kapasitesini artırmaya yönelik adımları, daha sert bir senaryoya hazırlık olarak yorumlanıyor.

İran’ın Yemen’deki Husilere desteği, bu üçgendeki bir diğer kritik mesele. Husilerin Kızıldeniz’deki eylemleri, küresel ticareti tehdit ederken, ABD’nin bu gruba yönelik operasyonları, İran’a dönük bir mesaj olarak okunabilir. İran cephesi ise, bölgedeki etkisini koruma çabasında. Suriye ve Irak’taki güç boşluğu, İran’ın zayıflayan pozisyonunu gözler önüne seriyor. Bu boşluğu doldurmak için Türkiye, İsrail ve ABD’nin rekabet ettiği belirtiliyor. Bölgedeki güç dengesi, her an yeni bir çatışmayı tetikleyebilecek kırılganlıkta.

Sonuç olarak, ABD-İran-İsrail üçgeni, diplomasi ve tehdit arasında ince bir ip üzerinde yürüyor. Umman’daki görüşmeler, bir çıkış yolu sunabilir; ancak askeri seçeneklerin gölgesi, barış umutlarını zayıflatıyor.

İmamoğlu Meselesine Uluslararası Yaklaşım

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, Türkiye’de demokrasi ve hukuk devleti tartışmalarını alevlendirirken, uluslararası kamuoyunun bu olaya yaklaşımı dikkat çekici bir sessizlik ve sınırlı tepkilerle şekilleniyor. Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi gibi kurumlar, İmamoğlu’nun tutuklanmasını kınayan açıklamalar yapmakla yetinirken, bu tepkiler genellikle zayıf ve sembolik düzeyde kaldı. Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor’un, “Bu, Türkiye’deki demokrasiye vurulan en büyük darbelerden biri” şeklindeki sert açıklaması, AB içindeki en net tepkilerden biri olarak öne çıksa da bu sözler somut bir yaptırıma dönüşmedi.

AB’nin daha somut adımları da sınırlı kaldı. Avrupa Komisyonu Üyesi Marta Kos’un, İmamoğlu’nun tutuklanmasını protesto etmek amacıyla Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile görüşmesini iptal etmesi ve Antalya Diplomasi Forumu’na katılımı durdurması, Brüksel’den gelen ilk somut tepki olarak kayıtlara geçti. Ancak, bu adımların ötesine geçmeyen AB, Türkiye ile ilişkilerinde daha geniş bir stratejik denge arayışında görünüyor. Benzer şekilde, uluslararası medya organlarından The Guardian Weekly’nin, Saraçhane protestolarını kapağına taşıyarak “Türk demokrasisinin sonu mu?” sorusunu gündeme getirmesi, konunun küresel çapta yankı bulduğunu gösterse de bu tür yayınlar daha çok analiz düzeyinde kaldı.

Yerel düzeyde ise bazı sembolik destekler dikkat çekti. Paris Belediyesi, İmamoğlu’nu fahri hemşehri ilan ederek dayanışma mesajı verdi. Almanya’da Yeşiller Partisi’nin CHP ile İmamoğlu’nun durumu ve AB-Türkiye ilişkileri üzerine yaptığı görüşmeler ile bazı yerel yönetimlerin destek açıklamaları da bu kapsamda değerlendirilebilir.

Öte yandan, ABD cephesinde de belirgin bir sessizlik hâkim. Örneğin, eski ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in Trump ile birlikte İmamoğlu için özgürlük çağrısı yaptığı iddiaları, somut bir diplomatik adım olmaktan ziyade bireysel bir çıkış olarak görülüyor. Bu durum, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “konjonktür değişti” söylemini destekler nitelikte; Batı’dan güçlü bir baskı gelmeyeceğine dair beklentisini güçlendiriyor.

AB’nin ve diğer aktörlerin somut yaptırımlardan kaçınması, Türkiye’deki demokratik gerileme tartışmalarına yönelik küresel ilginin sınırlı olduğunu gösteriyor. Bu durum hem Türkiye’nin iç politik dinamiklerini hem de uluslararası toplumun demokrasi ve insan hakları konusundaki tutumunu sorgulamaya açık bir zemin sunuyor.

İsrail Gazze’de Katliamlara Devam Ediyor

Gazze Şeridi, İsrail’in yoğun saldırıları altında bir kez daha kan ve gözyaşına boğuluyor. Ramazan Bayramı gibi manevi bir dönemde bile saldırılarına ara vermeyen İsrail ordusu, sivil yerleşim alanlarını hedef alarak büyük bir insani krize yol açıyor. Bayramın ilk günlerinde, Gazze’nin güneyindeki Han Yunus kentinde yerinden edilmiş Filistinlilerin sığındığı çadırlar bombalandı. Bu saldırılarda aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda kişi hayatını kaybetti.

Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), İsrail’in ateşkesi bozarak yeniden başlattığı yoğun bombardıman ve kara operasyonlarının sadece 10 gün içinde 322 çocuğun ölümüne ve 609 çocuğun yaralanmasına neden olduğunu açıkladı. Gazze’ye insani yardımların tamamen durdurulması, temel ihtiyaçların karşılanamaması ve sivillerin derme çatma çadırlarda yaşam mücadelesi vermesi, özellikle çocuklar için ölümcül bir risk oluşturuyor. UNICEF, son 19 ayda 15 binden fazla çocuğun hayatını kaybettiğini ve bir milyon çocuğun yerinden edildiğini bildiriyor. Bu rakamlar, Gazze’deki trajedinin boyutlarını gözler önüne seriyor.

Öte yandan, Gazze Şeridi’nde Hamas’a karşı artan bir öfke dalgası dikkat çekiyor. Hamas’ın kontrolü altındaki bölgede, nadir görülen bir olay olarak, yüzlerce Gazzeli “Hamas dışarı” sloganlarıyla sokaklara döküldü. Beyt Lahiya’da bir cenaze töreninde başlayan protestolar, Cibaliya mülteci kampına ve Han Yunus’a yayıldı. Göstericiler, “Savaşı durdurun” ve “Barış istiyoruz” pankartlarıyla Hamas’ın politikalarına tepkilerini dile getirdi. Bu eylemler, Gazzelilerin hem İsrail’in saldırılarından hem de Hamas’ın yönetiminden duyduğu çaresizliği yansıtıyor. Protestocular, savaşın sona ermesi ve insani koşulların düzelmesi taleplerini yüksek sesle ifade ederken, Hamas güvenlik güçlerinin bazı eylemleri dağıttığı bildirildi.

Gazze’deki bu karmaşık tablo, uluslararası toplumun sessizliğiyle daha da ağırlaşıyor. İsrail’in 7 Ekim 2023’ten bu yana düzenlediği saldırılarda hayatını kaybeden Filistinlilerin sayısı 50 bini aşarken, yaralı sayısı 114 bini geçti. Bölgede kalıcı bir barışın sağlanması için acil bir ateşkes ve insani yardım koridorlarının açılması gerektiği açık. Ancak, mevcut koşullar altında Gazze’nin geleceği belirsizliğini koruyor.

EKOLOJİ

Madencilik, Çevre ve Adalet

Türkiye’de madencilik faaliyetleri, uzun süredir yalnızca ekonomik kalkınma hedefleriyle değil, aynı zamanda çevresel, toplumsal ve hukuki tartışmalarla da gündemde. Özellikle Maden Kanunu’nda yapılan değişiklikler, Anayasa Mahkemesi’nin kararları ve sahadaki direnişler, çevre mücadelesi ile madencilik politikaları arasındaki gerilimi görünür kılıyor. Aşağıdaki örnekler, Türkiye’de madencilik faaliyetlerinin nasıl ekolojik yıkım, hak ihlalleri ve demokratik süreçlere erişim bağlamında temel bir mücadele alanı olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Maden Kanunu’ndaki çevre mevzuatı aleyhine yapılan değişikliklerle ilgili mücadele devam ediyor. Fakat, Anayasa Mahkemesi değişikliklerle ilgili yapılan başvuruyu ne yazık ki reddetti. Kararını 24 Mart 2025 tarihinde Resmi Gazete’de açıkladı. AYM’nin reddettiği iptal başvurusu Maden Kanunu’nun 17. maddesi için yapılmıştı. Madde önemli madencilik faaliyetlerini çevresel etki değerlendirmesi kapsamından tamamen çıkarıyor.  AYM bu davada alışılmışın dışında bir yöntem izleyerek, 2024 yılının Ekim ayında ilgili olduğunu düşündüğü tarafları dinlemek üzere bir görüşme düzenledi. Mahkemenin davet ettiği aktörler arasında bakan yardımcıları, danışmanlar, çeşitli devlet kurumlarının genel müdürleri ile birlikte, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne bağlı Jeoloji, Maden ve Çevre Mühendisleri Odalarının yönetim kurulu başkanları ve genel sekreterleri de yer aldı. Ancak dikkat çeken nokta, teknik bilgiye sahip uzman meslek odası temsilcilerini paydaş olarak kabul eden mahkemenin, bu projeden doğrudan etkilenen ve uzun süredir bu etkilere karşı mücadele eden yerel çevre platformlarını davet etmemiş olması. Mahkemenin bu tercihi, yerel toplulukların bilgi ve deneyimini karar alma süreçlerinde dışarda bırakan bir yaklaşımın da yansıması niteliğinde. AYM 9/6 oyçokluğuyla aldığı kararda maddenin devletin çevreyi koruma yükümlülüğüne aykırı olmadığı sonucuna vardı. Kararın “her şartta ve ne pahasına olursa olsun madenciliği savunan” bir yaklaşımın yansıması olduğu belirtiliyor.

AYM’nin bu konudaki tavrını somutlayan bir başka örnek ise Avukat M. Fevzi Özlüer’in Anayasa Mahkemesi’ne taşıdığı Gümüşhane’nin Şiran İlçesi’ndeki madencilik projesi ile ilgili davaydı. Dava maden projesini çevresel etki değerlendirme kapsamı dışında tutmaya yönelik idari işleme karşı açılmıştı.  Bu davada da Anayasa Mahkemesi köylülerin aleyhine karar verdi ve madenciliğin çevreden daha önemli olduğunu ifade etti. Bir başka maden karşıtı mücadele ise Diyarbakır Çınar ilçesine bağlı kırsal Husikan Mahallesi’nde gerçekleşti. Maden ocağını açan şirket OYAK Çimento Fabrikaları A.Ş.. Maden projesi için ağaçların kesilmesine karşı çıkan köylülere askerler müdahale etti. Mahalleli askerin havaya ateş açtığını, kadınlara şiddet uyguladığını ve gaz bombası kullandığını ifade etti. Köylüler arasından üç kişi de göz altına alındı. Proje, bölgede hem hayvancılığı hem de mahallenin tek yeşil alanı ormanı tehdit ediyor.  Projeden etkilenecek diğer yerlerin de mezarlıklar ve ziyaret alanları olduğu ifade ediliyor. Burada da çevresel etki değerlendirmesi süreci işletilmediği için mahalleliye bir bilgilendirme yapılmamış. Ayrıca mahalleliler mezarlıklarının ve ziyaret alanlarının etkileneceğini söylüyorlar. Süreç içinde Çevresel Etki Değerlendirme süreci çalıştırılmadığı gibi mahalleliye herhangi bir bilgilendirme de yapılmamış. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Uşak’ın Eşme ve Ulubey ilçeleri arasında faaliyete geçen Kışladağ Altın Madeni’ne verilen ÇED Olumlu kararına karşı Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na (ÇSİDB) açılan dava ile ilgili adil yargılama ihlali kararı vermişti. Çok sayıda yurttaşın, TMMOB’a bağlı odaların ve çevre örgütlerinin müdahil olduğu davada, AİHM, söz konusu davada bilirkişilere soru yöneltilememesini ve belgelerin davacılara iletilmemesini hak ihlali olarak değerlendirdi. AİHM’in kararı üzerine davayı yeniden ele alan yerel mahkeme ise ÇED Olumlu kararının hukuka uygun olduğuna hükmetti. AİHM’deki davada ise  TÜPRAG Altın Şirketi, Maden İşçileri Sendikası ve Yurt Madenciliği Geliştirme Vakfı, ÇSİDB’nin yanında müdahil olarak yer almışlardı.

Temiz Enerji Miti: Jeotermal ve Ekolojik Tahribat

Jeotermal enerji santralleri genellikle “yenilenebilir” ve “düşük karbon salınımlı” olarak tanıtılsa da, özellikle yerleşim yerlerine yakın kurulan santraller çevresel ve kamu sağlığı açısından ciddi sorunlara yol açabiliyor. Bu sorunlar hem jeotermal akışkanların kimyasal yapısından hem de işletme süreçlerinden kaynaklanıyor. Bu santrallerden yayılan hidrojen sülfür gibi gazlar solunum yolu hastalıklarına neden olabilirken, jeotermal akışkanlarda bulunan ağır metaller toprak ve su kirliliğine yol açarak tarım ürünleri ve içme suyu üzerinden halk sağlığını tehdit edebiliyor. Ayrıca gürültü, kötü koku ve ekosistem tahribatı gibi etkiler, hem çevresel tahribata hem de yerel halkta kronik stres ve yaşam kalitesinde düşüşe neden olabilmektedir.Bu santrallerin yarattığı tahribat, yalnızca doğayı değil; kültürel mirası, halk sağlığını ve geçim kaynaklarını da tehdit ediyor.

Jeotermale karşı yürütülen mücadeleler, çevre adaleti talebinin ne kadar geniş bir zemine yayıldığını gözler önüne seriyor. Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği ve 147 davacı Çanakkale Ayvacık İlçesi’nde Assos yakınlarındaki Büyükhusun köyünde yapılması planlanan Jeotermal Enerji Santrali için çıkarılan “ÇED olumlu kararının” iptali için dava açtı. Davacılar bölgeye gelen bilirkişiden  “bilimden, doğadan ve haktan” yana olmasını istedi. Bu jeotermal santral projesi antik kente yalnızca 1 km mesafede planlanıyor. Davacılar santralin bölgenin kültürel varlıklarına zarar vereceğini ve temel geçim kaynakları olan turizm, tarım ve hayvancılığı yok edeceğini savunuyorlar.

Aydın’da ise jeotermalin yarattığı sağlık sorunları gündem oldu. Eski Aydın Tabip Odası Başkanı Dr. Metin Aydın kentteki sağlık verilerine dikkat çekti. 2014-2016 yılları arasında Aydın’da görev yapan Dr. Metin Aydın jeotermal enerji santrallerinin yarattığı kirliliğin kentte ciddi sağlık sorunlarına neden olduğunu ifade etti. Dr. Metin Aydın bebek ölümlerindeki artıştan, kanser vakalarına ve ölüm hızına dair birçok veriyi paylaşarak kentteki duruma dikkat çekti. Bu sorunların yanında solunum, nörolojik problemler ve cilt hastalıklarında da artış gözlemlendiğini söyledi. Aydın’ın meşhur incirinde ise ağır metal kirliliği tespit edildiğini belirtti.

Kazdağları’ndan Aydın’a uzanan bu örnekler, yenilenebilir enerji yatırımlarının dahi çevresel ve toplumsal etkiler gözetilmeden uygulandığında ne denli yıkıcı olabileceğini ortaya koyuyor. Enerji politikalarının gerçekten adil, sağlıklı ve sürdürülebilir olması için yalnızca teknik verimlilik değil, doğanın hakları, toplumsal katılım ve halk sağlığı da göz önünde bulundurulmalı. Aksi takdirde, “temiz enerji” adı altında yeni adaletsizlikler ve çevresel yıkımlar üretilmeye devam edilecek.

Ruhsatlar İptal, İnşaat Devam: Marmaris’te Direniş Nöbeti 

Türkiye’de turizm yatırımları, uzun süredir doğa koruma ile ekonomik büyüme arasında bir çatışma alanı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bazı örneklerde bu çatışma, yalnızca planlama aşamasında değil, mahkeme kararlarına rağmen süren fiili işgallerle daha da derinleşiyor. Marmaris’te Sinpaş’ın yürüttüğü otel ve devremülk projesi bu duruma çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.

Muğla’da Sinpaş’ın otel ve devremülk projesine ruhsatlarının iptal edilmesine rağmen devam edilmesi üzerine Marmaris Kent Politikaları Derneği, 35 sivil toplum kuruluşu, meslek örgütü ve odalarla ortak hareket etme kararı aldıklarını açıkladı. Sivil toplum kuruluşları temsilcileri Şubat 2025’ten bu yana Marmaris Kaymakamlığı önünde nöbet tutuyor. Temsilciler, hukuki kararlara rağmen inşaatın durdurulamaması karşısında mücadelelerini mahkeme kararları eksiksiz uygulanana, mühürlü ve ruhsatsız olan inşaatlar boşaltılıp durdurulana ve şirketin işgal ettiği Milli Park boşaltılana kadar sürdüreceklerini açıkladılar. Şirket tarafından yapılan açıklamada Marmaris Belediyesi’nin kestiği idari para cezasının ve ceza ihbarnamesinin de iptal edildiği belirtildi. 

Marmaris’teki bu süreç, çevre davalarında kazanılan hukuki zaferlerin tek başına yeterli olmadığını, uygulama aşamasında kararlılıkla sürdürülen toplumsal mücadelenin belirleyici olduğunu bir kez daha gösteriyor. Devletin, şirketlerin çıkarlarını değil, kamu yararını ve doğayı koruma yükümlülüğünü yerine getirmesi gerektiği vurgulanırken; yurttaşların ve sivil toplumun dirençli duruşu, hukukun işlerliğini yeniden kazanması için hayati bir rol oynuyor.

İç Anadolu’da Kentsel Dönüşümün Ekolojik ve Toplumsal Bedeli 

Çevresel sorunlar yalnızca doğayı değil, insanların barınma, sağlık, yaşam alanı gibi temel haklarını da doğrudan etkiliyor. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) 2024 yılı İç Anadolu Ekolojik Hak İhlalleri Raporu, bu kesişimi gözler önüne seren önemli bir belge niteliğinde. Raporda, Ankara başta olmak üzere İç Anadolu’da yürütülen kentleşme politikalarının ekolojik yıkım ve insan hakları ihlalleriyle iç içe geçtiği vurgulanıyor.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Afet ve Ekoloji Komisyonu, 2024 Yılı İç Anadolu Bölgesi Ekolojik Hak İhlalleri Raporu’nu açıkladı. Raporu sunan Tanju Gündüzalp halihazırdaki politikaların yeşil planlamayı, bilimselliği değil rantı öncelediğini vurguladı ve coğrafyanın bir saldırı altında olduğunu belirtti. Özellikle, Ankara ve İç Anadolu Bölgesi’ndeki kentsel dönüşümün ekolojik ve toplumsal sonuçlarına vurgu yaptı. Ekolojik tahribatın nedenleri arasında plansız kentleşmeyi, tarım ve orman arazilerinin imara açılmasını, sanayi ve enerji projelerini saydı. Bölgedeki kentsel dönüşüm projelerinin de barınma hakkına yönelik tasarlanmadığını rant odaklı yürütüldüğünü ifade etti. Yeni yapılan konutların dar gelirliler açısında erişilmez olduğunu ve birçok insanın mahallesini terk etmek zorunda kaldığını anlattı. Mahallelilerin gönderildiği yerlerin ise kent çeperlerindeki sosyal donatıdan yoksun yerler olduğunu belirtti.  Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Koruma Amaçlı İmar Planı kapsamında dönüştürdüğü Kale Mahallesi, Hacıbayram, Atıfbey, Gültepe ve Yenidoğan mahallelerinde tam da bu deneyimin gözlemlendiği ifade edildi. Riskli alan ve rezerv yapı alanı gibi kategorizasyonlarla mahalle sakinlerinin mülkiyet haklarının ihlal edildiği belirtiliyor.

Raporda yer alan örnekler, kentleşme ve “dönüşüm” projelerinin yalnızca fiziksel yapıları değil; toplumsal bağları, ekolojik dengeleri ve temel hakları da nasıl dönüştürdüğünü gösteriyor. Barınma hakkının ihlali, yeşil alanların yok edilmesi ve plansız sanayileşme gibi süreçler, birlikte düşünüldüğünde bütüncül bir hak ihlali tablosu ortaya çıkıyor. Bu tablo karşısında, ekolojik hak mücadelesinin yalnızca doğayı değil, insanı ve toplumu da merkeze alan bir perspektifle yürütülmesi gerektiği bir kez daha anlaşılıyor.