Bu yazı yazılırken linkte bulunan haber akışı esas alınmıştır.
İÇ POLİTİKA
Gezi Davası kararı yankıları
Önceki dönem gündem değerlendirme yazımızda ele alınan Gezi Davası karına karşı tepkiler bu dönemde de devam etti. TMMOB va bağlı odalar Türkiye genelinde adalet nöbetine başladı. Benzer bir adalet nöbeti İzmir Barosu önünde de gerçekleştirildi. Adalet nöbetlerinin yanında aralarında Nur Sürer, Müjde Ar, Ercan Kesal, Halil Ergün, Ahmet Mümtaz Taylan, Rutkay Aziz, Fatih Akın gibi isimlerin yer aldığı sinemacıların ve Murathan Mungan, Zülfü Livaneli, Ahmet Ümit, Birhan Keskin, Sema Kaygusuz, Ayfer Tunç, Haydar Ergülen ve Ümit Kıvanç gibi isimlerin yer aldığı edebiyatçı ve yazarların karara karşı basın açıklamaları yeraldı. İlginç bir gelişme de eski AKP Milletvekili olan eşinin Gezi Davası kararını eleştirmesinden sonra Uşak Valisi Funda Kocabıyık’ın merkeze alınması oldu. Tepkilerin ortak yanı kararın hukuk dışı ve siyasi olmasıydı. Öte yandan karar sonrası nasıl geçeceği merakla beklenen 1 Mayıs kutlamaları için İstanbul Maltepe’deki mitingi alanına binlerce kişi geldi. Atılan sloganlarda ‘Gezi’ ağırlıklı olarak anılmış olmakla birlikte, bunun sendika tabanlarından ziyade sivil toplum örgütlerinin liderliğinde gerçekleştiği söylenebilir.
İstanbul Sözleşmesi davasında Savcılık fesih kararının iptalini talep etti
Türkiye’nin geçtiğimiz yıl bir gece ansızın Cumhurbaşkanı kararı ile İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya karar vermesinin ardından pek çok kadın örgütü, baro, sendika ve siyasi parti yürütmenin durdurulması ve sözleşmeden çekilme kararının iptali talebiyle Danıştay’da dava açmışlardı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına karşı yürütmenin durdurulması ve kararın iptali talebiyle Danıştay 10. Dairesi’nde görülen davada kadın örgütlerini temsilen söz alan avukatlar temel hak ve özgürlüklere ilişkin bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece ansızın çıkılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı kararının hukuksuz olduğunu vurgularken, sözleşmeden çıkmanın demokratik toplum düzeni, kadınlar ve LBGTİ+ bireyler üzerinde oluşturacağı sakıncaları etkili bir şekilde ortaya koydular. (Bkz. Kadın Hareketinin Verdiği Ders). Cumhurbaşkanı’nın sözleşmeden çıkma kararı verme yetkisinin olmadığı görüşünde olan Danıştay Savcısı da, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi kararının iptal edilmesini talep etti. Mahkeme esas hakkındaki kararını daha sonra yazılı olarak açıklayacak.
Mülteciler
Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte gündemdeki ağırlığı da artan mülteci sorunu özellikle Zafer Partisi’nin çıkışlarıyla geçtiğimiz dönemin belki de en önemli gündemi oldu. Konu, uzun zamandır Millet ve Cumhur ittifakları arasında gönderirsin-göndermeyiz ikilemine sıkıştırılmış durumdaydı. Ancak Zafer Partisi’nin tetiklediği ve toplumda karşılık bulan tartışma iktidara da tavır değiştirtmiş izlenimi yarattı. Erdoğan, video mesaj ile katıldığı Suriye’deki İdlib Briket Evleri Açılış Töreni’nde 1 milyon Suriyelinin gönderilmesi için çalışmalara başlandığını belirtti. Aynı gün YouTube üzerinden yayınlanan ve Zafer Partisi’nin finansmanıyla çekilen ‘Sessiz İstila’ kısa filmi kısa sürede milyonlar tarafından izlenip paylaşıldı. Film üzerinden Ümit Özdağ-Süleyman Soylu gerilimi yaşandı. Soylu katıldığı bir TV programında Özdağ’ı istihbarat elemanı olmakla suçladı. İçişleri Bakanı aynı programda mültecilerin ülkelerine gönderilmeleri durumunda bundan en çok zarar görenin mültecileri ucuz iş gücü olarak kullanan iş insanları olacağını da itiraf etti.
Yaşanan gerilimde çeşitli bakanlar, Devlet Bahçeli ve Alaettin Çakıcı Soylu’ya destek olurken, Sinan Oğan ve Sedat Peker gibi isimlerin Ümit Özdağ tarafında saf tutması ilgi çekiciydi. Diğer bir ilgi çekici nokta, tüm bu gerilim içerisinde Ümit Özdağ’ın, ne Devlet Bahçeli’ye ne de AKP iktidarına yönelik doğrudan bir eleştiri geliştirmeyip konuyu sadece göçmenler üzerinden ele alması oldu. Zira göçmen akını 2011’den beri devam ederken konunun bu derece siyasallaşmasında yaşanan ekonomik krizin etkilerini ve iktidarın Suriye’deki savaşa katkılarını görmezden gelmek, korumasız ve sömürüye açık mültecileri hedef göstermek kolay satılabilir bir siyaset tarzı olmakla birlikte geçtiğimiz yıl Altındağ’da yaşanan provokasyonlara benzer olaylara da zemin hazırlıyor. Sadece İstanbul’da yaşayan kayıtlı göçmenin 1,3 milyonu geçtiği düşünüldüğünde yaratılan gerilimin küçük bir kıvılcım ile ciddi bir kıyıma dönüşebileceği gözden kaçırılmamalı. Diğer yandan göçmenlerin durumu iktidar açısından da çok amaçlı bir aparat olarak kullanılıyor. Göçmenler bir yandan ucuz işgücü ve çalışan kesimlerin hak arayışlarında bir baskı unsuru olarak kullanılırken, öte yandan bu emeğin sermaye tarafından sömürülmesine göz yumuluyor. Bir yandan da AB’den gelebilecek siyasi baskılara karşı da şantaj unsuru olarak kullanılıyorlar.
Göçmenlerle ilgili bu tartışmalar ayrıca iktidarın ‘geri gönderme’ planına da stratejik zemin hazırlıyor. Konuyu, Erdoğan’ın MÜSİAD üyelerine yaptığı konuşmada verdiği mesajlar, Özdağ’ın çıkışları ve Suriye’deki operasyonlar çerçevesinde düşündüğümüzde iktdarın farklı bir stratejisinin de olduğu söylenebilir. Erdoğan bir yandan MÜSİAD üyelerinin Suriye’de yaptırdıkları evlerin sayısını 100 bine çıkarmalarını isterken bu yatırımın finansmanını MÜSİAD üzerinden sağlıyor. Diğer yandan Türkiye kontrolündeki bölgelere yapılan evler ve buraya yerleştirilecek Suriyeliler üzerinden uluslararası bir insani yardım bölgesi oluşturarak buradaki varlığına bir meşruiyet sağlamaya çalışırken, ileride de bu alanları yerleşim, sanayileşme ve rant alanları olarak kullanabilmeyi planlıyor olabilir.
Ancak kim iktidar olursa olsun ortada bir göçmen realitesi var: Milyonlarca insan evinden yurdundan göçertilmiş ve önemli bir kısmı da uzun yıllardır burada yaşıyor. Bazıları burada doğmuş, bazıları vatandaşlık hakkı kazanmış bu insanların önemli bir kısmı ülkemizde kalmaya devam edecekler. Çoğu insanca yaşamaktan başka emeli olmayan kişilerden oluşan sığınmacıları olumsuz örneklerle bir bohçada eritip, kriminal olayların sorumuluğunu bütün sığınmacılara yükleyen popülist yaklaşımların ne kadar tehlikeli ve ırkçı nitelikte olduğunun gözden kaçırılmaması gerekiyor. Ülkelerinde yaratılan savaşlarda Türkiye ile birlikte pek çok ülkenin de sorumluluğu var. Türkiye’nin AB ile yaptığı anlaşma gereği aldığı tavizler ve mali destekler şeffaf olarak paylaşılmamış ve toplum tarafından bilinmiyor. Ülke ekonomik olarak bir çöküş içindeyken durumdan temel insan haklarından mahrum ve en korumasız kesimlerden olan göçmenlerin sorumlu tutulması daha önce pek çok ülkede örneklerini gördüğümüz ırkçı siyasetleri büyütecek bir zemin hazırlıyor. Özdağ ve benzerlerinin politikalarının çok tehlikeli sonuçları olabileceğini belirtmek gerekiyor. Gelecekte mültecilerle birlikte yaşanacağı ve onların temel insan haklarının sağlanması gerektiği kabul edilmeden sorunun insanı bir çözümü pek mümkün değil.
İmamoğlu’nun Karadeniz turu
Seçim yaklaştıkça Millet İttifakı çevresinde artan isim belirleme tartışmaları sürerken, başkanlık için ismi geçen adaylardan biri olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Ramazan Bayramı sonrasında memleketi Trabzon’dan başlayarak yaptığı mini Karadeniz turu bir tür adaylık gösterisine dönüşmek üzereydi. Ancak Nagehan Alçı ve Ertuğrul Özkök’ün de içinde yer aldığı gezi otobüsü fotoğrafına yapılan eleştirilere İmamoğlu ve ekibi tarafından verilen tepki ve eleştirileri dikkate almayan üstenci dil, tartışmaları bu fotoğraf karesinden öteye taşıdı. İktidarın alternatifi olmak üzere yola çıkan birisinin iktidar ile aynı dili konuştuğu görüntüsünün İmamoğlu’nun adaylık iddiasına ciddi bir darbe vurduğu ve gelen eleştiriler üzerine dilenen özrün de pek etkili olmadığı söylenebilir. Hatta bütün bunların yanı sıra Karadeniz gezisi sırasında Trabzonspor-Fenerbahçe geriliminde Trabzonspor lehine bazı jestler ve Koç ailesi ile yaşanan atışma İmamoğlu’nun adaylık konusunda elini zayıflattı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde, bizzat Erdoğan’ın aleyhte müdahalelerine rağmen, muhalefetin de etkili desteği ile iki defa seçimleri kazanmış olan, bu nedenle de Cumhurbaşkanlığı seçimleri için en önemli adaylardan biri olarak görülen İmamoğlu’nun bu trajik gelişmeler sonrasında adaylık iddiasını sürdürüp sürdürmeyeceğini ilerleyen süreçte göreceğiz.
HDP’ye baskılar
Seçim süreciyle ilişkili olabilecek bir diğer konu da HDP’ye karşı yürütülen kapatma davası ve baskılardaki artış. Parti genel merkezi önüne bırakılan siyah çelenk ve sonrasında çelengi koruyan polislerin parti üyelerine ve özellikle Kadın Meclisi Sözcüsü ve Batman Milletvekili Ayşe Acar Başaran’a yönelik kameralara da yansıyan açık tehdidi demokratik kamuoyunda tepki ve HDP’ye karşı dayanışma mesajlarıyla karşılandı. Sonraki günlerde Deniz Poyraz cinayetine benzer bir provokasyonun HDP İstanbul il binasında da gerçekleştirilebileceğini gösteren kamera kayıtlarının ortaya çıkması ve Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen şahsın yayınladığı video mesajı 7 Haziran-1 Kasım dönemindekine benzer bir ‘Şok Doktrini’ ile seçime gidileceği izlenimini güçlendiriyor. HDP’yi kapatmanın AKP’ye oy kazandırmaktan ziyade oy kaybettireceği öngörülmekle birlikte, AKP’nin ikinci turda küstürülmüş HDP seçmeninin olmadığı ortamda kullanılan oyların salt çoğunluğuna oynadığı iddia edilebilir.
Seküler yaşam tarzına karşı tavırlar
Geçtiğimiz dönemde basına yansıyan bir takım haberler, güçlü bir tepki verilmediği sürece seküler yaşam tarzının gittikçe sınırlandırılacağını gösterdi. ‘Kadir gecesine özel’ ibaresiyle kişisel sosyal meyda hesabından paylaşılan bir içkili yemek sofrası fotoğrafı sonrasında, fotoğrafı paylaşan kişinin önce Pegasus Havayolları tarafından işten çıkarılması, ardından da savcılık tarafından tutuklanmak istemiyle mahkemeye sevk edilmesi laik bir hukuk devletinde yaşanması mümkün olmayan bir olay! Benzer şekilde pek çok sanatçının sahneye çıkacağı ve binlerce seyircinin katılımıyla 12-15 Mayıs tarihleri arasında Eskişehir’de gerçekleştirilecek Anadolu Fest’in yasaklanmasını, gerek ileri sürülen gerekçeler ve gerekse Vali’nin tarikat ziyaretleri düşünüldüğünde “yaşam tarzına müdahale” olarak düşünmemek için geçerli bir neden yok gibi görünüyor. Batman Petrolspor’un ikinci lige yükselişini kutlamak için düzenlenen Hande Yener konserine, müstehcenlik içerdiği, inanç ve geleneklere aykırı olduğu iddialarıyla yapılan karşı çıkışlar ve hedef göstermeler de seküler yaşam tarzını sınırlandırmaya yönelik adımlardan biriydi. Öte yandan, pandemi dolayısıyla konulan tüm yasaklar kalkarken, müzik yasağının hala sürüyor olması ve gelen tepkilerin yoğunluğu sebebiyle bir saat uzatılması kimseyi tatmin etmişe benzemiyor. Bu arada müzik yasağı ile gürültü kirliliği ile mücadeleyi birbiriyle karıştırmamak gerektiğini de vurgulayalım. Son olarak İsmailağa Cemaati ile komşu olduktan sonra Nesin Vakfı’na yapılan ve ciddi hukuki sonuçları olan tacizlerden bahsetmek gerekiyor. Vakfın izinsiz bağış toplaması gerekçe gösterilerek hesaplarının bloke edilmesi bir manada İslami cemaatlerin devletle bütünleşmiş yapılarını ve cemaatlerin mahkemeler üzerindeki etki gücünü bir kez daha ortaya koyuyor.
EKONOMİ
Geçtiğimiz iki hafta boyunca Türkiye ekonomisinin hızla bir uçuruma sürüklendiğine ilişkin yeni veriler ortaya çıkmaya devam etti. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Nisan ayı enflasyon verilerini açıkladı. Buna göre, enflasyon Nisanda yüzde 7,25 arttı, yıllık bazda ise yüzde 69,97 oldu. Yıllık gıda enflasyonu yüzde 89,1 oldu. ENAG ‘a göre, Nisan 2022’de enflasyon yüzde 8.68 olurken yıllık enflasyon yüzde 156.86’ya yükseldi.
Türk-İş’in açlık ve yoksulluk sınırı raporuna göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 5 bin 323 liraya, yoksulluk sınırı ise 17 bin 340 liraya yükseldi. TÜİK verilerine göre, 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı 2022 yılı mart ayında bir önceki aya göre 153 bin kişi artarak 3 milyon 894 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise 0,4 puanlık artış ile yüzde 11,5 seviyesinde gerçekleşti. Potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı 2022 yılı mart ayında bir önceki aya göre 0,6 puan artarak yüzde 22,7’ye yükseldi. 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı bir önceki aya göre 0,5 puanlık artış ile yüzde 21,2 oldu.
Tüm bunlar olurken ABD Merkez Bankası FED, beklentiler dahilinde politika faizini 50 baz puan artırdı ve yüzde 0,75-1,00 aralığına yükseltti. Bu kararın gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) para birimleri üzerinde baskı oluşturacağı ve TL’nin değer kaybını hızlandıracağı açık. ABD tahvil faizlerinin yükselişi ve dolar endeksindeki güçlenme GOÜ para birimleri üzerinde baskı yaratmaya devam ediyor. Sene başından beri en çok değer kaybı yaşayanlar %12 ile Arjantin Pezosu %11 ile Türk Lirası olarak ön plana çıkıyor. Bu da hem cari dengenin daha da bozulması hem de akayakıt gibi ithal ürünlerin pahalılaşması nedeniyle halkın alım gücünün düşmesi ve giderek daha fakirleşmesi anlamına geliyor.
Tüm bu gelişmeler olurken rejimin yükselen kuru frenlemek için aldığı önlemler ihracatçıların satışlarından elde edilen döviz gelirinin MB’ye yatırdıkları zorunlu karşılığı artırmak ve el altından kamu bankaları yoluyla döviz satarak dövizi baskılamaya çalışmak oldu. MB bilançosu şeffaf bir biçimde açıklanmadığı için dolaylı yoldan yapılan hesaplamalar sene başından beri yaklaşık olarak 24,3 milyar dolarlık rezervin kamu bankaları eliyle veya Merkez Bankası tarafından döviz piyasalarına müdahale için kullanıldığını gösteriyor. Merkez Bankası’nın toplam rezervleri, 29 Nisan haftasında bir önceki haftaya göre 2,51 milyar dolar, iki haftada ise 5,4 milyar dolar azaldı, buna rağmen dolar 15 TL seviyesini aşarak yükselmeye devam ediyor.
Ekonomik krize rejimin bulduğu bir diğer dahiyane çözüm Cumhurbaşkanı tarafından, 9 Mayıs akşamı konut sektörüne yönelik üç paket ile açıklandı. Paketlerde yer alan teşviklerin detayları şöyle:
İlk Evim Paketi: Kamu bankalarınca birinci el konutlarda uygulanmak üzere, 2 milyon TL değerine kadar konutlar için 10 yıla kadar vadeli aylık yüzde 0,99 faizli konut kredisi sağlanacak.
Genişletilmiş Paket: Kamu bankalarınca birinci el ve ikinci el konutları da kapsayacak biçimde konut değerinin en az yüzde 50’si, 1 Nisan tarihinden önce açılmış döviz hesabının yahut hurda altının Merkez Bankası’na satımı ile karşılanması şartıyla, 2 milyon TL değerine kadar konutlar için 10 yıla kadar vadeli aylık yüzde 0,89 faizli konut kredisi sağlanacak.
Sektör Kredi Paketi: 1 Mayıs itibarıyla asgari yüzde 40’ı tamamlanmış ve yüzde 50’si satılmamış inşaat projelerinin tamamlanmasını desteklemek üzere, bir yıl boyunca konut satış fiyatlarını sabit tutmayı taahhüt ederek kredi veren kuruluşa da bildiren inşaat firmalarına yararlandırmak üzere, 36 ay vadeyle toplam 20 milyar TL finansman sunulacak.
Bu paketin ilk etkisi, konut satışı yapılan internet sitelerinde belirtilen konut fiyatlarında ani bir spekülatif artış oldu. Kredi faizleri oldukça düşük olsa da bırakın düşük gelirli kesimleri, orta sınıfların bile faydalanabilmesi olanaksız görünüyor. 0,99 faizle birlikte 1 milyon liralık kredi için aylık ödeme miktarının 14 bin lirayı aşacağı, sıfır konutlarda 2 milyon TL’lik konutlar için yüzde 80 kredi kullanılabilse, 1,6 milyon TL kredinin taksitinin 23 bin 405 TL olacağı hesaplanıyor. Asgari ücretin 4.253 TL, ortalama memur maaşının 6.285 TL olduğu Türkiye’de, çalışan kesimlerin bu taksitleri ödeyerek ev sahibi olabilmesinin olanaksız olduğu açık.
Bu teşviklerle amaçlanan tabii ki müteahhitlerin elinde biriken konut stokunu eriterek konut piyasasını canlandırmak ve müteahhitleri memnun etmek. Ancak bunun da imkansız olduğu anlaşılıyor. TUİK verilerine göre Türkiye’de satışta olan toplam sıfır konut stoğunun 1 milyon 629 bin olduğu hesaplanıyor. Bunlardan özellikle büyük şehirlerd bulunan konutların çoğunluğu da üst gelir seviyelerine yönelik lüks konut segmentinde yer alıyor.
Yine TUİK verilerine göre Türkiye’de konutların ortalama metrekare fiyatı Nisan 2022 itibariyle 8.252 TL’dir. İstanbul’da bu rakam 13.558 TL/m2’dir. (bu ortalamaya ikinci el konutlar da dahil, sıfır konutlar daha pahalı olacaktır.) ve son bir yıl içinde bu fiyat yüzde 147 artmıştır. TÜİK, inşaat maliyetlerinin demir, çimento gibi hammadde maliyetlerindeki artışa paralel olarak Mart’ta aylık yüzde 9,58, yıllık yüzde 101,57 arttığını açıklamıştı. Konutların ortalama fiyatı inşaat maliyetlerinin de üzerine bir artış gösteriyor. Bunda elinde para olanların enflasyonist ortamda servetlerinin erimesine engel olmak için konut satın alması ve fiyatları yukarı doğru çekmesi etkili olabilir. Kaba bir hesapla, stokta bulunan konutların 100 metrekare oldukları ve ortalama fiyattan satıldıkları varsayılırsa, bunların yarısının eritilmesi için bile 1 trilyon 344 milyon TL (15 TL/USD döviz kuru ile hesaplandığında 89 milyar dolar) kaynak gerekir.
Bu kadar büyük bir miktarda paranın kamu bankalarına aktarılarak finansman yaratılması zaten imkansızdır ve bozuk olan bütçe dengelerini altüst edecektir. Mutlaka bir miktar vurguncu hülle yoluyla bir miktar konut alacaktır, ama halkın alım gücünün düşmesi ve geçim sıkıntısı gözönüne alındığında kitlesel bir satış olmayacağı açıktır. Bu paketlerle muazzam konut stokunu eritmeyi düşünmek akıl dışı bir yaklaşımdır.
Rejimin konut stoğunu eritmek ve müteahhitlerin elini rahatlatmak için düşündüğü bir diğer yöntem de yabacılara konut satışını artırmak. Bunun için 12 Nisan 2022’de yapılan kabine toplantısında alınan karara göre; TC vatandaşlığı başvurusu için 250 bin dolar olan konut bedeli sınırı 400 bin dolara yükseltilecek. Düzenleme Resmi Gazete’de yayımlanmasının ardından yürürlüğe girecek. 2018 yılının Eylül ayında alınan bir kararla vatandaşlık için ev alınımda öngörülen bedel 1 milyon dolardan 250 bin dolara indirilmişti. Ancak karar henüz resmi gazetede yayınlanmadı ve yayınlanması bilinçli olarak geciktirilerek artıştan önce yabancıya konut satışlarında bir canlılık yaratılması bekleniyor. Ancak bunun da konut stokunu eritmede bir çare olup olmayacağı kuşkulu çünkü, 2013 yılından bu yana yabancıya satılan konut sayısını TÜİK 278 bin 927 olarak veriyor. 2021 yılında her 100 konutun 3,9’u yabancıya satılmış. Yani yabancılara satılan konut miktarı tüm teşviklere ve vatandaşlık vaatlerine rağmen görece küçük bir oranda kalmış.
Geçmişte AKP rejimi zaman zaman ucuz kredi yoluyla tüketimi artırıp ekonomiyi canlandırmaya ve büyüme oranlarını yüksek tutmaya çalışmış ve bunda da kısmen başarılı olmuştu. Bu politikada konut sektörü başı çekmişti. Devlet destekli ucuz kredilerle çalışan sınıflara konut satışı yoluyla çalışan sınıflardan özellikle rejim yanlısı müteahhitlerden oluşan sermaye sınıflarına muazzam bir servet transferi olmuştu. Buna bir de yap-işlet-devret yöntemi ile yapılan otoyollar, köprüler ve hastaneler de eklenince çalışan sınıflardan ve kamu kaynaklarından yapılan servet transferinin miktarı muazzam boyutlara ulaşmıştı. Sözcü’den Emin Özgönül’ün Sayıştay raporlarına dayandırdığı haberine göre; Yap-İşlet-Devret (YİD) modeli ile yapılan 4 otoyol, bir tünel ve 3 köprünün toplam maliyeti 22 milyar 215 milyon 713 bin dolar oldu. Aynı projelere kamuya devredilinceye kadar, 59 milyar 747 milyon 817 bin dolarlık geçiş garantisi verildi. Böylelikle devlet kaynaklarıyla 22.2 milyar dolara mal olacak 8 proje için Hazine’den 37.5 milyar dolar daha fazla para çıkacak. Artık bu politikanın iş göremeyeceği ortadayken gittikçe derinleşen bir ekonomik kriz ortamında yeni çareler üretemeyip irrasyonel bir şekilde bildik politikalara sarılması rejimin denetimi tamamen yitirdiğinin bir göstergesi.
Halkın gelir seviyesi ve alım gücündeki erime tabii ki aynı zamanda ücretli kesimlerden zenginlere büyük bir servet transferi anlamına geliyor. İktisatçı Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın hespalamalarına göre pandeminin başladığı 2019 yılı başından itibaren milli gelirden ücretli emeğin aldığı pay yüzde 6 azalırken, sermayenin payı yüzde 6 arttı, yani milli gelirin yüzde 6’sı emek kesimlerinden sermayeye transfer edildi. Bankaların net dönem kârı yılın ilk iki ayında yüzde 323’lük olağan dışı artışla 9,2 milyar TL’den 39 milyar TL’ye yükseldi. Yılbaşından bu yana borsa %20’nin üzerinde değer kazandı. Tüm bu göstergeler, varlıklı kesimlerin krizden kazançlı çıktığına işaret ediyor. Gerçi bu rakamların enflasyona göre revize edilmesi gerekiyor, ama
Servet transferinin bir diğer mekanizması olan Kur Korumalı Mevduat hesaplarının kamu maliyesine yüklediği maliyet de belli olmaya başladı. Son verilere göre KKM kapsamında açılan hesaplar 782 milyar liraya ulaştı. İlk vadeler mart-nisan aylarında doldu. Bu kapsamda 23 Mart-8 Nisan arasında vadesi dolanlar için Hazine bütçeden 13,2 milyar lira, Merkez Bankası da dövizden dönenler için 1,6 milyar lira kur garantisi ödedi. KKM’ye geçen şirketlere sağlanan kurumlar vergisi avantajı nedeniyle vazgeçilen vergi tutarı da 10,1 milyar lira oldu.
Tüm bu göstergeler iktidarın belli sermaye kesimlerine aktardığı sermaye tranferlerini devam ettirebilmek için ülke ekonomisini hızla muazzam bir batışa doğru sürüklediğini ve emekçilerin giderek artan ekonomik sıkıntılarını önemsemediğini gösteriyor. İktidarın seçime doğru giderken günü ve sermayeyi kurtarmaya öncelik verdiği ve bunu yaparken de izleyegeldiği sermaye birikimi rejiminde ısrarlı olduğu, krizden çıkışa ikişkin uzun vadeii bir reçetesinin olmadığı görülüyor. Ancak bu birikim rejiminin seçimlere kadar devam ettirebilmesi de pek mümkün görünmüyor.
DIŞ POLİTİKA
Geçtiğimiz iki haftada dış politika alanında en önemli gelişmeler Kürdistan’da yaşandı. Türkiye’nin PKK’ye karşı başlattığı Pençe-Kilit Operasyonu’yla eş zamanlı olarak Irak hükümeti ordu güçlerini Şengal’e gönderdi ve Irak birlikleri ile Ezidi güçler arasında çatışmalar yaşandı.
Pençe-Kilit operasyonu TSK’nın daha önce giriştiği bir dizi operasyonun devamı niteliğinde. Türkiye 2019’da Hakurk’a Pençe, 2020’de Haftanin’e Pençe-Kaplan, 2021’de Metina, Zap ve Avaşin-Basyan’a Pençe-Şimşek ve Pençe-Yıldırım operasyonlarını düzenlemiş, bu operasyonlar sonucunda Irak Kürdistanı’nda kalıcı üs ve kontrol noktaları kurmuştu. Pençe-Kilit’in kapsama alanı ise Metina, Zap, Avaşin-Basyan bölgeleri.
Bilindiği üzere 18 Nisan tarihinde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Mesrur Barzani, İstanbul’da Erdoğan ile bir araya gelmiş ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Hakan Fidan’ın da katıldığı bu görüşmede operasyon planları tamamlanmıştı.Türkiye bu operasyonları BM şartının 51. Maddesine yani “meşru müdafa hakkı”na dayandırıyor.
Operasyon Irak merkezi hükümeti ve Arap Birliği tarafından kınandı. Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Ebu Gayt, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde düzenlediği Pençe-Kilit Operasyonu’nu kınayarak, bu adımın iki ülke arasındaki gerilimi tırmandırdığını vurguladı. Irak Cumhurbaşkanı Berham Salih, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonunun ülkesinin ulusal güvenliği için açık tehdit olduğunu söyledi. Ayrıca Irak Dışişleri Bakanlığı’na çağrılan Türkiye’nin Bağdat büyükelçisine de sert bir nota verildi. Irak’ın en önemli milis gücü olan Haşdi Şabi çatısı altındaki Asaib Ehlil Hak ve Ketaib Hizbullah grupları, Pençe Kilit operasyonuna tepki göstererek Erdoğan’ı “Iraklı yetkililer ve Irak düşmanlarının desteğiyle enerji kaynaklarını ele geçirmeye ve Osmanlı rüyasını gerçekleştirmeye çalışmak”la suçlayan açıklamalar yaptılar.
Irak birliklerinin Türkiye’nin operasyonu ile eşzamanlı olarak Şengal’e saldırması da aslında Irak’ın verdiği tepkinin göstermelik olduğu ve Türkiye, Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KYB) ve Irak merkezi hükümeti arasında örtük bir anlaşma olduğu izlenimini güçlendiriyor. Irak hükümeti Sincar’a 2020 yılında kabul edilen Sincar anlaşamasını uygulamak için müdahale ettiğini söylüyor.
Bilindiği gibi 2020 yılında Bağdat ve Erbil arasında BM aracılığında varılan Sincar anlaşması, Sincar’dan silahlı grupları uzaklaştırmayı, YBŞ’yi yerel güvenlik güçlerine entegre etmeyi, yerinden edilmiş kişilerin evlerine dönüşünü kolaylaştırmayı, yeniden yapılanmayı hızlandırmayı ve kamu hizmetlerini iyileştirmeyi amaçlıyordu. Ancak Irak hükümeti PKK’nin eğitip desteklediği YBŞ’yi yerel milis güçlerine entegre etmektense tamamen silahsızlandırmayı hedefliyor. Amberin Zaman, “Anlaşma kağıt üzerinde kalıyor” diyor. “YBŞ’ye bağlı Sincar Demokratik Özerk Konseyi, Sincar’da hakim olmaya devam ederken, rakip, KDP yanlısı sürgündeki bir hükümet Dohuk’ta oturuyor. Anlaşma, yerel toplulukların görüşlerini dikkate almadığı için sert bir şekilde eleştirildi.”
Irak güçleri, bölge üzerinde otoriteyi yeniden kurmak için Ezidi savaşçıları yerinden etmeye çalışıyor. Bu noktada Irak’ın yaklaşımı ile YBŞ’yi PKK ile müttefik olarak gören ve Sincar’ı işgal etmek için kendi birliklerini göndermekle tehdit eden Türk hükümetinin çıkarları ortak bir noktada kesişiyor.
Bu arada, İran Devrim Muhafızları’nın Mart ayında Erbil’e düzenlediği füze saldırısından sonra 1 Mayıs gecesi Erbil bir kez daha katyuşa füzelerinin hedefi oldu. Petrol rafineri bölgesi vuruldu. Türkiye ve İsrail arasında doğal gaz görüşmeleri yapan ve bölgede faaliyet gösteren KAR grubu da hedefler arasında idi.
Stêrk Tv’nin sorularını yanıtlayan KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık, operasyonu değerlendirirken Avrupa’ya giden doğal gaz hattının Kürdistan’dan geçtiğine dikkat çekerek şunları söyledi: “Bunun arkasında ABD, İngiltere, İsrail ve Almanya var. NATO her açıdan Türkiye ve KDP’ye destek veriyor.” Bayık ayrıca şunları ekledi ekledi: “Rusya ve Ukrayna savaşı yüzünden Rusya’dan Avrupa’ya giden doğal gazı kesmek, Avrupa’ya gazı Ortadoğu’dan götürmek istiyorlar. Bu doğal gaz hattı da Kürdistan’dan geçiyor. Hedefleri bu güzergahı kendi amaçları/çıkarları doğrultusunda kontrolleri altına almak, bundan dolayı da PKK’yi ortadan kaldırmak ve Kürt halkını tepkisiz hale getirmek istiyorlar. Böylelikle doğal gazı rahatça Avrupa’ya taşıyacaklarını düşünüyorlar.”
Gerçekten de Rusya ve İran’ı enerji tedariğinden tamamen çıkartmak isteyen ABD ve NATO için Kürdistan’ın önemi artıyor. Bu nedenle Türkiye’ye bölgede istediği operasyonları yapabilmesi için yeşil ışık yakılıyor gibi görünüyor. 8 Şubat 2022’de Kürdistan Bölgesi Hükumeti, doğal gaz boru hattı ağını Türkiye sınırına doğru genişletmek amacıyla İran füzlerinin hedefi olan KAR Grup ile bir anlaşma imzalamıştı. Bu doğal gaz boru hattının nihai hedefinin gelecekte küresel pazara potansiyel gaz ihracatının altyapısını hazırlamak olduğu söyleniyor. Bilindiği gibi Erbil ile Ankara arasında Mayıs 2012’de başlayan ve Kasım 2013’te tamamlanan stratejik enerji anlaşmasının bir parçası olarak, Kürdistan Bölgesi’nden yılda 20 milyar metreküp doğal gaz ihracatını kapsayan bir anlaşma imzalanmış ve Türkiye gaz boru hattı ağını sınıra doğru inşa etmeye başlamıştı. Fakat gerek Irak hükumeti tarafından Kürdistan Bölgesi’nin bütçe payının kesilmesi ve gerekse de IŞİD savaşı, Kürdistan Bölgesi’ndeki doğal gaz sahalarında yürütülen çalışmaların akamete uğramasına neden oldu. Bu boru hattı BAE’nin Crescent Petroleum ve Dana Gas liderliğindeki Pearl Petroleum konsorsiyumu tarafından işletilen Khor Mor ve Çemçemal gaz sahalarında üretilen ve yakın dönemde 1 milyar metreküpe çıkarılması hedeflenenen doğagazı Türkiye’ye getirmeyi amaçlıyor.
Erdoğan’ın BAE ve Suudi Arabistan gezilerini de bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Bilindiği gibi Erdoğan bir süredir İhvancı siyasetin hamiliğinden uzaklaşıp Ortadoğu’da NATOcu bir çizgiye doğru kaymaya başlamıştı. Müslüman Kardeşler’in Türkiye’de yayın yapan organı Mekameleen TV ülkedeki yayınlarını durdurmaya karar verdiklerini açıklamıştı. Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri geliştirmek için ülkedeki Hamas üyeleri sınır dışı edilmişti. Öte yandan geçen haftalarda Suudi Arabistan’a giden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu ziyaretinden önce gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetinin kapatılması da uluslararası kamuoyunda dikkat çekmişti. İngliz basını Mısır ile de üstü kapalı görüşmeler yapıldığını ve Sisi’nin bazı şartlar öne sürdüğünü yazdı.
Tüm bu gelişmeler, iktidarın, bir yandan ekonomik krizin etkisi ile, diğer yandan Ukrayna işgali sonrası Rusya’ya uygulanan yaptırımlar sonucunda Ortadoğu’daki hidrokarbon yataklarının öneminin artması ile birlikte Ortadoğu’da NATOcu bir çizgiye doğru kaydığını gösteriyor. Bunun siyasetin bir parçasını olarak da Kürdistan’ın enerji kaynaklarının İsrail ve Suudi Arabistan’ın işbirliği ile Avrupa’ya ulaştırılması için bölgenin güvenli hale getirilmesi oluşturuyor. Kürtler üzerinde giderek artan saldırıları da bu çerçevede değerlendirebiliriz.