Bu yazı linkteki haber akışı esas alınarak yazılmıştır. 

 

İç Politika

Sağlık Gündemi

Sağlık çalışanlarına dönük şiddet uzun zamandır Türkiye’nin gündeminde. Son bir yılda iki binin üzerinde şiddet vakasının gerçekleştiği söyleniyor. Tehdit ve hakaretten, fiziksel saldırıya ve cinayete kadar uzanan şiddet sarmalı içinde sağlık çalışanları işlerini yapmaya çalışıyorlar. Konya Şehir Hastenesi’nde çalışan Dr. Ekrem Karakaya’nın öldürülmesi sarmalın son vakalarından biriydi. Karakaya’nın cenazesinde, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca protesto edildi. Sağlıkçılara dönük şiddet, sağlık çalışanları örgütleri, Türk Tabipleri Birliği tarafından birçok ilde düzenlenen çeşitli eylemlerle protesto edildi, grevler düzenlendi. İktidar ve uzantıları tarafından bu eylemler, grevler hedef alındı. Uzun süredir her fırsatta TTB’yi hedef alan Bahçeli yine TTB’yi işaret ederek, sağlıkçıların boykot yapmasını doğru bulmadığını söyledi. Bahçeli nefret söyleminde yalnız kalmadı: Bir cami imamı verdiği vaazda “Sen vardın hastaneden boş döndün. Öldürmez misin, dövmez misin, sövmez misin?” dedi.

Sağlıkçılara dönük şiddet sağlık alanında uzun yıllardır yaşanan, pandemi ile daha da derinleşen sorunların bir yansıması. Sağlık örgütleri ve sağlıkçılar da konuyla ilgili yaptıkları değerlendirmelerde ‘Sağlıkta Dönüşüm’ sürecinin olumsuzluklarını ön plana çıkartıyorlar. Sağlıkta özelleştirmenin halkın aleyhine bir gelişme olduğu, şehir hastanelerinin açılması ve şirket gibi yönetilmeleri, önleyici sağlık hizmetlerinin sınırlı olması, kısa muayene süreleri, doktorlara dayatılan performans sistemi, güvencesiz çalışma koşulları ve uzun çalışma süreleri sağlık örgütlerinin ön plana çıkardığı konular. Ayrıca, enflasyon ve devletin uyguladığı fiyat politikası nedeniyle tıbbi cihaz, ameliyat malzemeleri, ilaç bulunamıyor. Tüm bu sorunlar çözülmediğinde hasta ve sağlık çalışanları karşı karşıya kalıyor ve halkın gözünde sağlık sisteminin sorunlarının kaynağı sağlıkçılarmış gibi görünüyor, çöken sistemin faturası doktorlara çıkarılıyor.

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de Covid-19 vakalarında hızlı bir artış yaşanmaya başlandı. Kapalı alanlarda, toplu taşımada maske zorunluğu, HES uygulaması gibi bulaşı engelleyecek uygulamaların zorunlu olmaktan çıkarılması, yönetim düzeyinde salgın bitmiş gibi davranılması ve halkın da bu politikaları takip ederek rehavete kapılması sonucu net rakamları bilemediğimiz, uzmanların kayıt altına alınandan 20-40 kat daha fazla vaka olduğunu söylediği bir dönemdeyiz. Görünün o ki ne dünya genelinde ne de Türkiye özelinde yeniden yoğun önlemlerin alınması, kapanma kararlarının uygulanması söz konusu değil. Aşılanma sayesinde en azından kritik vakaların sayısında azalma görünüyor. Ancak Covid-19’la birlikte yaşayacaksak, aşılanmayan kesimlerin aşılanması, hatırlatma dozlarının yapılması için ciddi tedbirlerin alınması, insanların aşı hakkındaki kaygılarının giderilmesi gerekiyor.

Seçime Doğru: İktidar Çekişmeleri, Rant Kavgaları

Ekonomik çöküş süreci ve seçim gündemiyle birlikte iktidar çekişmeleri ve rant kavgaları da devam ediyor. Kara paranın ekonomik alandaki ağırlığının artması, mafyatik çekişmelerin büyümesine ve gerilimlerin, çatışmaların göz önünde cereyan etmesine yol açıyor. Sedat Peker’in ifşaatlarıyla devlet-mafya ilişkisi inkar edilemeyecek şekilde gözler önüne serildi ve muhtemelen daha fazla vaka da önümüzdeki dönemde açığa çıkacak. Geçtiğimiz iki hafta içinde ise iki büyük operasyon yapıldı: Aralarında MHP’li isimlerin de bulunduğu 46 kişinin tutuklandığı Sarallar operasyonu ve Erol Evcil’in de aralarında bulunduğu 10 kişinin tutuklandığı Demir Yumruk operasyonu. Muhtemelen Türkiye’deki kara para aklama süreçlerinin en önemli aktörlerinden biri olan Sezgin Baran Korkmaz da ABD’ye iade edildi.

Bu mafyatik çatışmaların yanısıra, AKP içi iktidar çekişmeleri de basına yansımaya devam ediyor. Yeni Şafak gazetesi, eski İBB Başkanı Mevlüt Uysal’ın yolsuzluk yaptığı yönünde bir haber yayımladı. TBMM Darbe Girişimi Komisyonu Başkanı Reşat Petek, darbe raporunu 2017’de Meclis Başkanlığı’na verdiklerini, ancak Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un raporu reddettiğini  söyledi. Bu sene 15 Temmuz anma etkinliklerinin sönük geçmesi, halk tabanında bir karşılık bulamaması, AKP parti organlarında bunu aşacak organizasyonel bir girişimde bulunulmamış olması bir yana, bu son örnekte de açığa çıktığı üzere 15 Temmuz ‘hesaplaşmasının’ parti içinde bir gerilim ve çekişme hattı olduğu da görülüyor.

Rant paylaşımın hızla ilerlediği bir başka hat da ekonomi. AKP MKYK üyesi Metin Külünk inşaat odaklı yatırımları ve bu yatırımlar aracılığıyla belli kesimlerin rant sağlamasını eleştirdi. Ancak bu tip eleştiriler AKP-MHP’nin temel politikalarını değiştirmeye yetmiyor. Danıştay’ın iptal kararına rağmen Mehmet Cengiz, Bodrum Cennet Koyu’ndaki 678 bin metrekarelik alanda inşaata başladı. Benzer bir şekilde, hukuki mücadelelere rağmen Marmaris Kızılbük’te de Sinpaş inşaatlarına devam ediyor.

Tarikat için çekişmeler de Türkiye’deki iktidar kavgaları arasında görünür bir yerde duruyor. İsmailağa Cemaati’nin şeyhinin ölmesinin ardından açığa çıkan ‘post’ kavgası henüz nihayete ermiş değil. İsmailağa Cemaati’nin lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yeğeni Saadettin Ustaosmanoğlu, Cübbeli Ahmet Hoca’yı şeyhliğini ilan etmesi durumunda ‘kasetlerini patlatmakla’ tehdit etti. Cübbeli Ahmet Hoca ise, bir taraftan tarikat içi iktidar savaşında konumlanırken, bir taraftan da devlete dini-politik mesajlar vermeye devam ediyor. Sakarya’da bir camide Kuveytli Vehhabi şeyhi Osman El Hamis’in namaz kıldırıp vaaz vermesinden hareketle Vahabiliğin Türkiye’de yayılmasının tehlikelerine, iç savaş çıkarma potansiyeline işaret ediyor.

Hukuk ve Hak İhlalleri

Kadın örgütleri İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ardından sokak eylemleriyle, dava takipleriyle süreci güçlü bir şekilde takip etmiş, etkili bir kamuoyu oluşturmuştu. Ancak, tahmin edildiği üzere, Danıştay 10. Dairesi, İstanbul Sözleşmesi’nin feshine ilişkin 20 Mart 2021 tarihli Cumhurbaşkanı Kararı’nın iptal istemini reddetti. Karar 2’ye karşı 3 oyla alındı. Uluslararası Sözleşmeler’den çıkılabilmesi için TBMM onayı gerektiği için, Danıştay bu kararıyla Anayasa’ya aykırı davranmış oldu. Ortada hukuki değil, politik bir karar var. Davayı takip eden hukukçular, sonraki aşamada AİHM’e başvuracaklarını söyledi. ‘Altılı masanın’ İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak adına etkili bir politika yürüttüğünü söylemek mümkün değil. Zaten Saadet Partisi sözleşmenin kaldırılmasından yana olduklarını her fırsatta dile getiriyor. Diğer partiler ise çoğunlukla cılız açıklamalarla yetindi. Son olarak Kılıçdaroğlu, iktidara geldikleri gün sözleşmenin yürürlüğe gireceğini söyledi.

İstanbul Sözleşmesi’nin fesih kararında böylesi bir hukuksuzluk yaşanırken, Anayasa Mahkemesi Figen Yüksekdağ ile ilgili hak ihlali kararı verdi. Yüksekdağ’ın milletvekili olmadan önce başlayan davası, milletvekili olduktan sonra devam etmiş, dava sonucunda dokunulmazlığı kaldırılarak milletvekilliği düşürülmüştü. AYM bu süreçte Yüksekdağ’ın hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

Bu dönemdeki bir diğer kritik gelişme ise Kavala davasında yaşandı: AİHM, Türkiye’nin Osman Kavala davasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğine hükmetti. İhlal prosedürü Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde ele alınacak. Son dönemde Avrupa’nın Türkiye’nin hak ihlallerine karşı genellikle sessiz kaldığı düşünüldüğünde, Bakanlar Konseyi’nden çok radikal bir kararın çıkmasının düşük bir ihtimal olduğu söylenebilir.

Ekonomi

Küresel ekonomik krizin yıkıcı etkileri her geçen gün artarak hayatımıza giriyor. Özellikle artan fiyatlar sabit gelirli kesimlerin alım gücünü önemli ölçüde azaltıyor. IMF Başkanı Kristalina Georgieva da yüksek enflasyona dikkat çekerek özellikle G20 ülkelerine enflasyonla mücadele konusunda acil eylem çağrısı yaptı.  Zira enflasyon ABD’de son 41 yılın rekorunu kırarak yıllık yüzde 9,1’e ulaştı. Euro Bölgesi’nde de benzer bir durum yaşandı. Yıllık enflasyon yüzde 8,6 ile yeni bir rekor kırdı. ABD ve AB’deki yüksek enflasyon doğal olarak FED ve AMB’dan faiz artışı beklentilerine yol açıyor. Bu beklentinin ve sonrasında da artışların, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilere negatif etkileri sürpriz olmayacaktır. Nitekim, Ukrayna Savaşı’nın da şiddetlendirdiği küresel kriz koşullarında hükümetlerin başvurduğu neoliberal sıkılaştırmalara karşı pek çok ülkede tepkiler gösterilmeye başlandı. Norveç’te hükümet sondaj işçilerinin grevine müdahale ederek yasakladı. Arjantin’de yüksek enflasyon ve artan yoksulluk sebebiyle halk Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na doğru yürüyüşe geçti. Macaristan’da hükümetin vergi artışları protesto edildi. Panama’da da yüksek gıda fiyatlarına karşı eylemler sürüyor. Sri Lanka’daki gösterileri detaylı olarak dış politika bölümünde ele aldık.

Küresel krizin Türkiye ekonomisine etkileri negatif ayrışma olarak nitelenebilir. Zira dünya sıralamasında en yüksek enflasyon ve ülke risk primine sahip ülkelerden biri olarak kırılganlıklar gittikçe artıyor. Yüksek ülke risk primi, FED ve AB Merkez Bankası’nın faiz artışları dolayısıyla yurtdışı borçlanma maliyetleri de bu kırılganlığı destekliyor. Buna, rekor enflasyon ve kur artışları yüzünden bütçe açıklarını da eklediğimizde ekonomik görünümün çok parlak olmadığı söylenebilir. Öte yandan Kur Korumalı Mevduatın bütçeye yükü ilk altı ayda 37,5 milyar TL’ye ulaştı. Buna rağmen Dolar/TL kuru altı ay önceki seviyelerine geri geldi. Bütün bunlara Dolar/Euro paritesindeki Dolar lehine yaşanan gelişmeleri de eklemeliyiz. Yirmi yıl sonra ilk kez 1 Euro 1 Dolara eşitlendi. Bunun, ihracat gelirlerinin büyük bölümünün Euro ve giderlerinin çoğunluğunun Dolar olduğu Türkiye için anlamı daha çok cari açık demek. Özetle kayıtdışı ekonomi (kara para, uyuşturucu gelirleri vs.) giderek şişiyor. Ekonomik görünüm giderek kötüleşiyor.

Dış Politika

Tahıl koridoru

Ukrayna’daki savaş dolayısıyla sekteye uğrayan tahıl sevkiyatının dünyada açlığı daha da arttıran bir etkisi olduğu önceki dönem değerlendirmelerimizde de vurgulanmıştı. Ukrayna limanlarında bekleyen tahılların güvenli sevkiyatı konusunda Birleşmiş Milletler, Türkiye, Ukrayna ve Rusya’nın katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirilen görüşmelerin olumlu sonuçlanması ve bir tahıl koridoru açılması yönündeki umutlar artmış görünüyor. Şimdilik bunu önümüzdeki süreçte dikkatle izlenmesi gereken önemli bir gelişme olarak not edelim.

Sri Lanka’da halk ayaklanması

Covid-19 sebebiyle turizmin, yanlış ekonomik politikalar nedeniyle tarımın çökmesi sebebiyle uzun süredir tarihinin en derin ekonomik kriziyle mücadele eden Sri Lanka’da, iktidara karşı yapılan protestolarda geçtiğimiz dönemde kritik bir eşik aşıldı. Giderek artan gösterilere rağmen, yapılan istifa çağrılarına kulak asmayan Devlet Başkanı Gotabaya Rajapaksa ve Başbakan Ranil Wickremesinghe, göstericilerin Başkanlık Sarayını işgal edip Başbakanlık konutunu ateşe vermeleri ve Devlet Başkanı ve Başbakan resmen istifa edinceye kadar da işgal ettikleri yerleri terk etmeyeceklerini açıklamalarından sonra istifa kararı aldılar. Devlet Başkanı Rajapaksa istifa etmeyi kabul ettikten sonra ailesi ile birlikte ülkeyi terk etti. Başbakan Wickremesinghe ise yeni hükümet kurulunca görev bırakacağını duyurdu. Ardından geçici Devlet Başkanı olarak atanan Başbakan Wickremesinghe Olağanüstü Hal ilan etti. Yeni yönetimin mevcut meclis tarafından seçilecek olması ve parlamentoda çoğunluğun ülkeden kaçan Eski Devlet Başkanı Rajapaksa’nın partisinden olması göstericilerin reform beklentilerinin gerçekleşme umudunu azaltıyor. Zira eski başbakan ve geçici Devlet Başkanı Ranil Wickremesinghe şu an için en güçlü aday. Sri Lanka’daki gösterilerin küresel ekonomik krizin etkisindeki diğer ülkeleri ne derece etkileyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Sri Lanka’da Devlet Başkanı çevresinde oluşan nepotik yapı, yaratılan gelirin belli gruplar tarafından paylaşılması, yönetici kesimlerdeki liyakat sorunları, yüksek enflasyon ve döviz krizi sebebiyle Türkiye ile benzerlikler gösterse de Türkiye’nin benzer bir kriz yaşaması şimdilik daha zor gibi görünüyor. Zira Türkiye ekonomisinin gerek tarımda tekelleşme ve girdi maliyetlerinin tüketiciye yansıması, gerek tarımsal, endüstriyel ve finansal altyapısının güçlü olması ve Batı ile entegrasyonunun derecesi nedeniyle dayanıklılığının yüksek olduğu söylenebilir. Ancak bütçe açıkları ve küresel krizin etkisiyle oluşabilecek finansman sıkıntısı nedeniyle dış borçlarını çeviremeyecek duruma gelirse Türkiye’de de ekonomik çöküşün derinleşeceği gözden kaçırılmamalı. Bu nedenle Türkiye’nin Batı’dan (ABD ve NATO) onay almaksızın Suriye’ye müdahalesi çöküşü hızlandırabilir.

 

Biden’ın Ortadoğu turu

ABD Başkanı Biden’ın Ortadoğu ziyaretine geçmeden önce Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan önemli bir gelişmeye değinmemiz gerekiyor. Hatırlanacağı üzere, önceki dönem analizinde yer alan NATO Zirvesi’ndeki görüşmelerde Biden’ın F-16 uçaklarının Türkiye’ye satışı konusunda yeşil ışık yaktığı belirtilmişti. Ancak ABD Kongresi’nde Türkiye’nin politikaları ve Biden’ın yaklaşımı üzerine yoğunlaşan tepkiler Türkiye’ye yapılacak F-16 satışına sınırlamalar getiren yasa tasarısının Kongre’den geçmesiyle sonuçlandı. Bu sınırlamalara uçakların Suriye’de kullanılmaması kaydının da ekleneceği yolunda söylentiler var. Biden’ın Ortadoğu programına Türkiye’yi dahil etmemesinin herhangi bir mesaj olup olmadığını takip etmek gerekiyor.

Ziyaret, Trump döneminde Ortadoğu’dan bir anlamda çekilen ABD’nin bölgeye yeniden dönüşünün sinyali olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda Suudilerle ilişkileri yumuşatma ve özellikle Ukrayna Savaşı sonrasında ortaya çıkan enerji krizine karşı petrol üretimini artırmaları konusunda ikna etme çabası da unutulmamalı. 4 günlük ziyaret boyunca verilen mesajlar ABD’nin bölgedeki nüfuzunu artırma çabasını da ortaya koydu. İsrail’in özel konumu sık sık vurgulanırken, Filistin Sorunu’nda iki devletli çözüm öne çıkarıldı. Ayrıca İran konusunda çözümün müzakerelerden geçtiği vurgusu ve Trump döneminde tek taraflı olarak feshedilen İran’ın nükleer programını denetleyen anlaşmaya tekrar dönme niyetinin belirtilmesi ABD’nin Ortadoğu’yu terk etmeye niyetinin olmadığının göstergesiydi.

Erdoğan’ın İran Ziyareti ve Rusya-İran-Türkiye Görüşmeleri

Türkiye-İran Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Yedinci Toplantısı’na katılmak için İran’a giden Erdoğan, Rusya’nın da katılımıyla tekrarlanan Astana formatlı görüşmelere de katıldı. Yapılan ikili görüşmelerde Türkiye istediğini alamamış görünüyor. Suriye’de sahadaki gelişmeler, Suriye ordusunun Kobane’ye girmesi, Şii milislerin Tel Rifat’a yerleşmesi PYD-YPG’nin Suriye ve İran ile birlikte davrandığını gösteriyor. İkili görüşmeler sonrası yapılan açıklamalarda gerek Rusya ve gerek İran açık bir şekilde Türkiye’nin Suriye’ye girmesine karşı tutum sergilediler. ABD’nin de Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesine olumlu bakmadığı ve sert yaptırımlar uygulayarak engelleyebileceği biliniyor. Ancak yaptırım tehdidi ile engelleme yoluna gidip gitmeyeceği bir soru işareti olarak ortada duruyor. ABD’nin Türkiye’yi gözden çıkaramayacağı kuvvetle muhtemel. Rusya ise yeşil ışık yakmasa bile, özellikle ABD’ye yakın grupların bulunduğu bölgelere yapılacak sınırlı operasyonları görmezden gelebilir ya da engelleyecek siyasi iradeyi gösteremeyebilir. Bu durumda, seçime giderken böylesi bir müdahaleye ve bunun sonunda kazanılacak zafer havasına çok ihtiyacı olan iktidarın olası bir Suriye operasyonu şaşırtıcı olmayabilir.