Türkiye’de 2010’lardan itibaren ataerkil aileyi güçlendirmeyi esas alan, kadını aile içindeki rolleriyle tanımlayan politikaların hız kazandığını görüyoruz. 2002 yılından itibaren iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi, kurulduğundan beri kendisini muhafazakâr demokrat bir parti olarak tanımlamış ve aileye verdiği önemi açıklıkla vurgulamıştı. 2010’lu yıllardan sonra ise AKP’nin aileyi güçlendirmeye yönelik politikalarını eşitlik karşıtı bir söylem üzerinden kurduğunu, dini referansları giderek artırdığını ve toplumu İslamcılaştırmak için devlet kurumlarını seferber ettiğini biliyoruz. Diğer yandan son on yılda aileyi güçlendirmeye yönelik artan söylem ve politikaların sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı söylenebilir. Genel anlamda tüm dünyada sağ popülist söylemlerin ve toplumsal cinsiyet karşıtı yeni hareketlerin yükselişine tanıklık ediyoruz. Bu yazıda özellikle Avrupa’da son on yılda yükselen toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler bağlamında Türkiye’deki gelişmelere değineceğiz.
Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketler
2000’ler ve sonrasında Avrupa’da yükselişe geçen ve özellikle kadın ve LGBTİ+ haklarına yönelik önemli bir karşı çıkış sergileyen eylemlilikler, toplumsal cinsiyet kavramını (gender) ve toplumsal cinsiyet eşitliğini (gender equality) hedef tahtasına oturtuyor. Muhafazakâr, aşırı sağcı kesimlerin, kiliseyle ilişkili çevrelerin ve dini tarikatların bizzat etkin olduğu bu karşı tepkiler yalnızca bu aktörlerle sınırlı kalmayıp epey geniş kesimleri bünyesine katabiliyor. Bu odaklar kadın ve LGBTİ+ haklarındaki hukuki ve toplamsal kazanımların ataerkil aileyi yok ettiğini, çocukların gelişimini olumsuz etkilediğini ve nihayetinde ulusların geleceğini tehdit ettiğini söylüyorlar. Feminizmin ve toplumsal cinsiyet kavramının eleştirisi bu hareketlerin merkezindeki ortak tepki olarak dikkat çekiyor. Başta İtalya’da ardından Fransa, Slovenya, Hırvatistan, Macaristan, Polonya, Almanya, İsveç’te izleri görülen bu hareketler Avrupa’da bir süredir tartışılıyor.[1] Her ülkenin kendine özgü siyasal, bölgesel, kültürel ve ekonomik farklılıkları olmakla beraber söz konusu hareketlerin birbirini takip eden ortak adımları, aktörleri, söylemleri ve eylem biçimleri olduğu görülüyor. Bunları kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi 1980’lerden itibaren Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği’yle ilişkili hukuki metin ve belgelere giriyor; böylece üye devletlere ve anlaşmalara taraf ülkelere cinsiyet eşitliğinin sağlanması için çeşitli yükümlülükler getiriliyor. Özellikle üreme hakları ve cinsel haklar alanındaki kazanımlar Vatikan’ın tepkisini çekiyor. Vatikan ve Roma Katolik Kilisesi’nin 1990’larda başlattığı[2], 2005 sonrası yükselişe geçen toplumsal cinsiyet karşıtı tepkiler özcü bir yaklaşımla kurulan ataerkil kadın-erkek rollerine sahip çıkıyor; kadın ve erkeğin birbirinin tamamlayıcı olduğunu savunuyor. Toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyet eşitliği kavramlarının altını özellikle çiziyorlar. Toplumsal cinsiyet kavramıyla biyolojik cinsiyetin inkar edildiğini, insanların cinsiyetsiz olmaya zorlandığını söylüyorlar. Toplumsal cinsiyet kavramının “bilimsel” değil “ideolojik” bir kavram olduğunu iddia ediyorlar.[3]
Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketler farklı coğrafyalarda farklı şekillerde seferber olsalar da şu konular etrafında mobilize oldukları söylenebilir: Bunlardan biri LGBTİ+ hakları. Özellikle eşcinsel evliliklerin pek çok Avrupa ülkesinde yasal olarak kabul edilmesi, aile kurma, çocuk yapma ve evlat edinme haklarının vatandaşlık hakkı olarak gündeme gelmesi heteroseksüel aileyi “tek ve ideal” aile biçimi olarak gören dindar, muhafazakâr kesimlerde rahatsızlığa sebep oluyor. 70’li yıllardan beri tartışma konusu olan üreme hakları, doğum kontrolü ve kürtaj hakkı günümüz toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerinin de ortak noktası olmaya devam ediyor. Fransa’da örneğin 2014 yerel seçimleri öncesinde binlerce kişinin katıldığı eşcinsel evliliği karşıtı yürüyüşler düzenleniyor. Eylemlerin organizasyonunda muhafazakar kesimlerden oluşan bir koalisyon olarak La Manif Pour Tous (Herkes İçin Eylem) etkin bir rol üstleniyor. Karşı çıkılan diğer bir konu ise eğitimdeki yeni düzenlemeler. Cinsiyet eşitliği fikrinin ve farklı kimliklere saygının küçük yaşlarda öğrenilmesini, cinsiyetlere dair kalıp yargıların kırılmasını sağlamak amacıyla pek çok Avrupa ülkesinde ilköğretimden liseye cinsellik eğitimleri zorunlu hâle getirildi. Bu eğitimler çocukların masumiyetine zarar verme veya eşcinselliği özendirme gibi ithamlarla hedef gösterilmeye de başlandı. Eğitim müfredatlarındaki eşitlik, çeşitlilik gibi temalara karşı çıkan bu gruplar üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet araştırmaları bölümlerinin de varlığını sorguluyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bunun nedenini toplumsal cinsiyet eğitimlerinin bilimsel değil ideolojik yaklaşımlarla şekillenmesi ve toplumsal cinsiyet kavramının biyolojik cinsiyeti reddetmesi olarak açıklıyorlar. Bu hareketlerin son olarak karşı çıktıkları konu demokrasi ve demokratik yönetim biçimleri. Özellikle ayrımcılık karşıtı kanunlar, azınlıkların ya da göçmenlerin haklarını koruyan yasalar ulusal kimliğe zarar verdiği; cinsel çeşitliliği, özgürlükleri koruyan yasalar dini özgürlükleri ve dini ifade biçimlerini kısıtladığı gerekçesiyle eleştiriliyor.
Bu yukarıda özetlenen argümanlar etrafında gelişen tepkiler Avrupa’da toplumsal cinsiyet karşıtı bugüne özgü yeni bir hareketlenmenin de varlığına işaret ediyor. Bu yeni hareketleri sadece feminizme karşı tepki (backlash) ya da sadece toplumsal cinsiyetin reddi ya da LGBT+ haklarına saldırı olarak görmek, arkasında sadece dini otoriteleri aramak ise eksik bir okuma olacaktır.[4] Nitekim Avrupa’daki hareketlerin arkasında Katolik ve Ortodoks kurumların ve kişilerin varlığının yanı sıra özellikle eğitim alanındaki itirazlar (örn. zorunlu cinsellik eğitimine karşı tepki ve ders kitaplarındaki toplumsal cinsiyet eşitliği içeriklerine yönelik tepkiler) çeşitli kesimlerden ebeveynleri de hareketin önemli bileşenlerinden yapmış görünüyor.[5] Feminizm karşıtlığı eskiden beri bilinen dini aktörler, kürtaj karşıtı lobiler, aile grupları ve radikal sağ oluşumların yanında çocuklarının geleceği için “kaygılı vatandaşlar, ebeveynler”, pek çok siyasi kurum, enstitüler, akademisyenler, siyasetçiler ve medya organları da bu hareketler içinde yer alıyor.
Özetle, bu hareketler tıpkı Türkiye’de olduğu gibi kadın hakları yerine anneliği ya da toplumsal cinsiyet anaakımlaştırması (gender mainstreaming) yerine aile anaakımlaştırmasını (family mainstreaming) öne çıkarıyor. Üniversitelerin toplumsal cinsiyet çalışmaları yürüten bölümleri ve akademisyenleri, eğitim müfredatında yer alan cinsiyet eşitliği temaları ve cinsiyet eğitimi dersleri tartışmaların merkezinde yer alıyor. Tepki ve tehdidin boyutu da çeşitlenebiliyor. Almanya’da kaynakların toplumsal cinsiyet çalışmaları yerine “daha bilimsel” araştırmalara ayrılması önerilirken, İsveç’te Gothemberg Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları bölümünün kapısına fake bir bomba bırakılıyor.[6] Geçtiğimiz yıllarda Macaristan’ın, üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarını fonlamayı da bilimsel olmama gerekçesiyle kestiğini hatırlayalım.[7] Nitekim bir süredir bu alanı takip eden araştırmacı ve eğitimciler de toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin sadece cinsiyet eşitliği ya da LGBTİ+ haklarına yönelik saldırı olarak görülemeyeceğini, tartışmanın etkisi her geçen gün daha da hissedilen aşırı sağ hareketlerle ilişki etrafında düşünülmesi gerektiğini belirtiyor ve bu hareketlerle krizde olan neoliberal ekonomik düzenin ilişkisini özellikle vurguluyorlar.[8] Bu eksende aileye dönmek, ideal olarak tarif edilen “doğal aileyi” tehdit eden her türlü bilgi üretiminin karşısında durmak bu hareketleri bir anlamda toplumsal cinsiyet eşitliği etrafında birleştirme işlevi de görüyor. İşte bu noktada Türkiye’deki hikâyeye dönecek olursak “ailenin güçlendirilmesi” etrafında olup bitenlerin bu yukarıda özetlenen bağlamda tekrar gözden geçirilmesi anlamlı olacaktır.
AKP ve Ataerkil Ailenin Güçlendirilmesi
Ailenin güçlendirilmesine yönelik politikaların Türkiye’deki tarihi yeni değil. Diğer yandan 2002 yılında tek parti olarak iktidarını kuran AKP’nin öne çıkardığı neoliberal ve muhafazakâr politikaların ana ekseninde “ailenin güçlendirilmesi” söylemi ayrı bir yer tutuyor. Başta da belirttiğimiz gibi AKP bu niyetini hiç saklamasa da aileyi güçlendirme politikalarını eşitlik karşıtı bir söylemle birlikte hayata geçirmesi 2010 sonrasına denk düşüyor. Bunun öncesinde Türkiye’nin AB’ye adaylık süreciyle birlikte yasal mevzuatta kadın-erkek eşitliğinin sağlanması yönünde önemli değişikliklere gidiliyor.[9] AKP’nin kadın hakları, LGBTİ+ hakları, cinsiyet eşitliği meselelerine dair söylem ve politikalarının karşılaştığı güç dengelerine göre yer yer çelişkili bir şekilde ilerlediğini özellikle belirtmek gerekir. Bilhassa AB ile ilişkiler, Türkiye’deki kadın ve LGBTİ+ hareketlerinin güçlü muhalefeti, kimi zaman da kendi tabanından gelen tepkiler bu güç dengelerini farklı şekillendiriyor. Dolayısıyla iktidara geldiği ilk yıldan itibaren cinsiyet eşitliği meselesinde AKP’nin birbiriyle çatışan farklı söylem ve politikalarına tanıklık ediyoruz.
Bu dönemleri kısaca özetlemek gerekirse, 2006 sonrasında Türkiye’nin AB üyeliği sekteye uğradı. Suriye savaşıyla birlikte AB için Türkiye üye adayı ülke değil, mültecilerin konakladığı (AB’nin de kirasını ödediği) tampon bölgeye dönüştü. Bu durum Türkiye’yi AB’nin insan hakları ve demokrasi tahayyüllerinden uzaklaştırırken yine Avrupa’da yükselen sağ iktidarların insan hakları ve demokrasi karşıtı söylemlerine yaklaştırdı. Bunun yanında uluslararası alanda AB ülkelerinin yanında –2008 ekonomik kriziyle de birlikte– İslam İşbirliği Teşkilatı’yla, İslam ülkeleriyle ekonomik ve siyasi ilişkilerini güçlendirdi.[10] Özellikle bu dönemden sonra AKP politikalarında ailenin güçlendirilmesinin öne çıktığını görüyoruz.
2006 sonrasındaki önemli gelişmelerden biri LGBTİ+ hakları üzerine çalışan derneklere kapatma davaları açılmasıydı. Aralarında Kaos GL, Bursa Gökkuşağı, Pembe Hayat, Lambdaistanbul, İzmir’de kurulan Siyah Pembe Üçgen Derneği’nin de olduğu derneklere “genel ahlaka ve Türk aile yapısına aykırı olduğu” gerekçesiyle ardı ardına kapatılma davaları açıldı. Diğer yandan bu davalar LGBTİ+ aktivizminin güçlenmesine, desteklenmesine de zemin hazırladı ve anayasal eşitlik taleplerini gündemde tuttu. 2008’e geldiğimizde kadın ve üreme politikalarına dair en keskin ifadelerden birisi—ve sonrasında her fırsatta tekrarlanacak olan— meşhur “üç çocuk” talebi dile getirildi.[11] Diğer yandan dönemin Başbakanı olarak Erdoğan’ın 2010 Temmuz’unda kadın örgütleriyle yaptığı toplantıyı anmadan geçmeyelim. Bu toplantıda kadın örgütleri iktidarın kadını sadece aile ve annelik üzerinden tanımlamasını eleştirmiş; bunun üzerine Erdoğan o ünlü “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, kadın ve erkek farklıdır, birbirinin mütemmimidir” sözlerini söylemişti. O günden sonra da “kadın ve erkeğin eşit olmadığını; eşitliğin fıtrata ters olduğunu; kadının en önemli kariyerinin annelik olduğunu; anne olmayan kadının yarım kadın olduğunu” sık sık duyduk.
Kadın örgütleriyle yapılan bu toplantıdan bir yıl sonra 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adından “kadın” kelimesi silindi ve kurumun adı yapısal değişikliklerle beraber Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na dönüştürüldü. Değişiklik sadece isimde değildi, kadını aile ve annelik üzerinden tanımlayan ve tüm bakım yükünü ailenin üzerine yükleyen sosyal politikalar devreye sokulurken buna LGBTİ+ hakları ve feminizm karşıtı bir propaganda da eşlik etti. Feministlerin aileye karşı oldukları, feminizmin bu topraklara ait olmayan batılı, emperyalist bir proje olduğu çarpıtmaları yaygınlaştı. Doğal ailenin kadın ve erkeğin evliliğiyle kurulacağı feminizmin ise zinayı, eşcinsel ilişkileri yaydığı söylendi. Eşitlik karşıtı ve cinsiyetçi bu söylemler sadece iktidar odağı ve siyasetçiler tarafından değil iktidarın desteklediği sivil toplum oluşumları, yer yer iktidarla çatışan çeşitli cemaatler ve tarikat çevreleri, dini referanslar üzerinden hareket eden çeşitli gruplar ve entelektüeller tarafından da örgütlendi.[12] 2012’de ise kürtaj ve sezaryen karşıtı çıkışlar sonrasında resmi olarak kürtaj yasaklanmasa da fiili olarak engellendiği bir ortam oluşturuldu.[13]
2010’dan itibaren ataerkil aile merkeze alınarak devlet kurumlarıyla tesis edilmeye çalışılan cinsiyet rejiminde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yanında Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı da etkin roller üstlendi. Diyanet’in görev alanına “aile, kadın, gençlik ve toplumun diğer kesimlerine yönelik dini konularda aydınlatma ve rehberlik yapma” görevleri eklendi, bütçesi bir hayli arttı; aile değerlerinin korunması kurumun öncelikleri arasında girdi. Diyanet’e bağlı Aile ve Dini Rehberlik Bürolarında aile ve evlilik yaşamına ilişkin pek çok konu (eşler arası problemler, aldatma, şiddet, çocuk eğitimi, cinsel yaşam, eşcinselliğin zararları, doğum, kürtaj, miras) dini referanslarla ele alınarak, topluma rehberlik edilmeye başlandı.[14] Diyanet ayrıca, 2011 yılında yeniden inşa edilen Aile Bakanlığı’nın ilk hizmetlerinden biri olan Aile Yaşam Eğitimleri programlarının da sponsoru oldu.[15] Böylece eğitim, hukuk, iktisat, sağlık ve medya alanlarında ailelerinin bilgilendirilmesi ve güçlendirilmesini hedefleyen kapsamlı bir yetişkin eğitimi programının esas aktörlerinden birisi olmuş oldu.[16] Yasal düzenlemelerde ise 2015 yılında yapılan kanun değişikliğiyle dini nikah yapmak için resmi nikah yapma şartı kaldırıldı; resmi nikah olmaksızın dini nikah yapılması suç olmaktan çıkartıldı. 2017 yılında müftülüklere resmi nikah kıyma yetkisi verildi. Kamuoyunda oldukça tartışma açan bu iki düzenleme, çok-eşliliğin ve çocukların evlendirilmesinin yasal düzeyde önünün açılması olarak değerlendirildi.
AKP’nin 2012-2013 öğretim döneminde 4+4+4 eğitim sistemine geçişi ise eğitim alanına dair önemli kırılmaların başlangıcıydı.[17] Diğer yandan eğitim alanında AB tarafından fonlanan ve AB ile birlikte yürütülen projeler bir süre devam etti. Bunlardan biri olan Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi (ETCEP) 2019 Şubat ayında uygulamadan kaldırıldı. Kısa bir süre sonra ise Yükseköğretim Kurulu (YÖK) “Yüksek Öğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesini” durdurduğunu açıkladı ve “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesini” internet sitesinden kaldırdı. YÖK Başkanı Yekta Saraç bunun nedenini toplumsal cinsiyet kavramının toplumsal değerlerimize uygun olmaması üzerinden açıkladı. Derslerin içeriğinin toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden değil, “adalet temelli kadın çalışmaları” anlayışıyla geliştirilmesi gerektiğini söyledi.[18] ETCEP ortaokul ve lise öğrencilerini toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hale getirmeyi amaçlıyor; sadece öğrencileri değil öğretmenleri, ebeveynleri, mevzuatı ve müfredatı kapsayan değişimler öneriyordu. YÖK’ün tutum belgesi ise yüksek öğretim kurumlarını toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı duyarlı kılmayı amaçlıyordu. Üniversitelerde cinsel taciz ve saldırılara karşı alınması gereken önlemler konusunda da yol gösterici bir belge niteliğindeydi.
Son olarak belirtilmesi gereken önemli bir çalışma ise meclis çatısı altında gerçekleşti. Aralık 2015’te TBMM bünyesinde kamuoyunda “boşanma komisyonu” olarak anılan bir komisyon kuruldu. Aile bütünlüğünü olumsuz etkileyen unsurların, boşanmaların nedenlerinin araştırılmasını ve ailenin güçlendirilmesi için alınması gereken önlemleri belirlemeyi amaçlayan bu komisyonun Mayıs 2016’da yayımladığı rapor özellikle toplumsal cinsiyet ve eşitlik konusundaki çözüm önerileri bağlamında önemli kazanımların elden gidebileceğine işaret ediyordu. Miras hakkı, nafaka hakkı, ikna sürecine girmeden boşanma hakkı, şiddetten korunma hakkı gibi yasal mevzuatla ilgili yapılan öneriler; boşanma durumunda din alimlerinin arabuluculuk yapması, tecavüz eden kişiyle evlenildiğinde tecavüzcüye cezasızlık sağlanabilecek öneriler komisyon raporunda yer aldı.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun Etrafında Kopan Fırtınalar
Aile merkezli politikalar “fıtrat” söylemiyle şekillendirilirken kadına yönelik şiddetin önlenmesi için sınırlı kadın örgütleri ile iletişim halinde kanunlarda düzenlemeler yapılmaya devam edildi. Bunlardan en önemlileri bugün etrafında fırtınalar koparılan İstanbul Sözleşmesi (2011) ve 6284 Sayılı Kanun (2012)’dur.[19] İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi, şiddetin faillerin kovuşturulması, yargılanması ve cezalandırılması için hazırlanmış uluslararası bir hukuk metnidir.[20]
İstanbul Sözleşmesi’nin temel ilkesi kadın erkek eşitliğinin, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasıdır. AKP iktidarının bu sözleşmeyi imzalama motivasyonu toplumsal cinsiyet eşitliğini hayata geçirme isteği üzerinden değil, AB ile ilişkileri dengeleme bağlamında düşünülebilir. Bu dönemde toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı reddedilerek yerine toplumsal cinsiyet adaleti kavramı yerleştirilmeye çalışılacaktır.[21] 2013 yılında kurulan Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) toplumsal cinsiyet adaleti kavramını dolaşıma sokmada önemli bir rol üstlenecektir. İktidarın sivil toplum kurumu olarak hareket edecek KADEM hem uluslararası alanda Türkiye’yi temsil eden bağımsız bir kadın örgütü görüntüsü verecek hem de içeride ataerkil aile politikalarının güçlendirilmesi, dini referanslarla kurulan fıtrat ve toplumsal cinsiyet adaleti söyleminin entelektüel altyapısının kurulması ve yayılması için kültürel ve politik alanda faaliyet yürütecektir. Kadın hakları alanındaki hakim feminist söylem ve eşitlikçi politikaların karşısında devletin bu alandaki kolu olarak faaliyet gösterecek; feminist teori ve pratiği kendisi için gizli ya da açıktan siyasi rakip olarak görecektir.[22]
Boşanma Komisyonu raporu TBMM çatısında kadınların kazandığı hakların geri alınmasını gündeme getirirken kadın ve LGBTİ haklarının kendilerini mağdur ettiğini iddia eden çeşitli grup ve platformlar da yakın tarihte oluşmaya başladı. Nafaka ödemenin, boşanma sırasında çocuğun velayetinin ve mal paylaşımının, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun bilhassa erkekleri mağdur ettiğini söyleyen bu platformlar iktidar üzerinde baskı kurarak bu kanunların geri çekilmesini talep etmekteler. Türkiye Aile Meclisleri adı ile kamuoyunda duyulan bir platform örneğin camilerde yaptıkları basın açıklamaları ve dualar eşliğinde “aileyi yıkan yasaların” kaldırılmasını isterken bu yasalarla ilgili müthiş bir dezenformasyon kampanyası da yürüttü.[23] Eşitlik karşıtı iklimin geldiği bu yeni aşamada “mağdur babalar”, “nafaka mağdurları”, “genç evlilik mağdurları” gibi çeşitli mağduriyet söylemleri etrafında özellikle İslami ve ataerkil değerleri öne çıkarmayı hedefleyen kesimler bir araya geliyor. Mağduriyetlerinin nedeni olarak da seküler yaşam biçimlerini, eşitlik politikalarını önceleyen yasal düzenlemeleri, kadın ve LGBTİ+ haklarını görüyorlar. Bu noktada AKP’nin çeşitli dönemlerdeki politikaları ve özellikle KADEM’in projeleri her ne kadar aile merkezli olsa da kadın ve kadın hakları savunusuna da yer verdiğini not etmek gerekir. Kendilerinin “mağdur” olduğunu iddia edenler ise bu politika ve projeleri “ailenin çözülmesine yol açan” etkenler olarak görüyor ve yeri geldiğinde bu politikaların uygulayıcıları olarak gördükleri bakanlıkları, KADEM gibi yapıları da karşısına alarak eleştirilerini dile getiriyorlar. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı kanunun iptali için yürütülen yoğun kampanyada KADEM’in hedef tahtasına oturtulması bunun bir örneği. Bu noktada aslında iktidarın yıllar içinde kurduğu söylem ve politikaların bir neticesi olarak güç kazanan bu grupların yeri geldiğinde iktidar ile karşı karşıya geldiğini ve çatıştığını belirtmek gerekir.[24]
Bu kesimlerin şu ana kadar elde ettiği kazanımlar da bulunuyor. Yukarıda bahsettiğimiz MEB’in ETCEP projesini, YÖK’ün tutum belgesinin geri çekilmesinde yürüttükleri lobi ve medya kampanyası epey etkili oldu. Nitekim şu an, Medeni Kanun, Türk Ceza Kanunu, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı Kanun gibi pek çok yasal mevzuatta ya geri çektirmek ya da düzenlemeler yaptırmak istiyorlar. Çocukların cinsel istismarı suçunu düzenleyen TCK’nın 103. Maddesinde değişiklik talep ederek çocukların evlendirilmesinin önünü açmak istiyorlar. Neticede Avrupa’dakiler gibi sokağa dökülen ya da kitlesel imza kampanyaları örgütleyen eylemlerden henüz söz etmesek de Türkiye’de de toplumsal cinsiyet karşıtı bir hareketlenmenin varlığını hissedebiliyoruz. Bu anlamda Türkiye’de ataerkil restorasyon talep eden, yeri geldiğinde iktidarla çatışıyormuş gibi görünen ama daha çok iktidarın yıllar içinde ürettiği politikalarla şekillen ataerkil bir erkeklik hareketinde vücut bulan toplumsal cinsiyet karşıtlığından söz ediyoruz.
Sonuç olarak bu yazıda dikkat çekmek istediğimiz nokta bugün Türkiye’de kadın ve LGBTİ+ haklarıyla ilgili karşı karşıya olduğumuz durumun sadece AKP’nin muhafazakar ve İslamcı kimliğiyle ya da seküler alana müdahalelerle değerlendirilemeyecek olmasıdır. Başka bir yazının konusu olmakla birlikte AKP’nin kadın ve LGBTİ+ hakları, cinsiyet eşitliği meselelerinde geliştirdiği politikalar, Türkiye’nin AB’yle ve İslam ülkeleriyle girdiği ilişkiler, neoliberal ekonomi politikaları, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu savaş koşulları ve cihatçı yönü güçlenen militarist politikalar bağlamında bütünlüklü olarak değerlendirilebilir. Diğer yandan AKP’nin söylem ve politikalarının tüm dünyada yükselen toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerle benzerlikler gösterdiği de oldukça açık. Bugün Avrupa’nın pek çok ülkesinde kadın ve LGBTİ+ haklarına saldırılıyor. Giderek derinleşen ekonomik ve sosyal adaletsizlikler karşısında sistem artık erkeklere vaat ettiği iktidarı sunamıyor. Öfkeli güruhlar ise türlü mağduriyetlerinin nedenini feminizmin kazanımlarında arıyor ve kadın haklarının kendilerini mağdur ettiği iddiasıyla harekete geçiyorlar. Nitekim ortaya atılan iddialar “toplumsal cinsiyet” kavramının bir “ideoloji” olarak ailelerin geleceğini tehdit ettiği üzerinden yürütülse de aslen tehdit altında olanın demokratik yönetim biçimleri olduğu ve hızla otoriterleşen sağ iktidarların geniş toplumsal kesimlerin desteğini sağlamak üzere mühim bir “öteki”, “düşman” yaratmakta olduğuna tanıklık ediyoruz.
Türkiye’de AKP iktidarının ikinci döneminden itibaren artan dini ve muhafazakâr baskıyla gittikçe etkisi hissedilen aile-merkezli politikalar Türkiye’nin son on yılının siyasal ve kültürel yapısını önemli ölçüde etkiledi. Nitekim “aileye dönüş” ve “ailenin güçlendirilmesi” hemen hemen aynı dönemlerde pek çok ülkede gündeme geldi ve farklı coğrafyalarda benzer söylemler ve politikalarla iş görmeye devam ediyor. Elbette her ülke ve bölgenin kendine özgü siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik farklılıkları olmakla beraber dünyada toplumsal cinsiyet, cinsiyet eşitliği, üreme hakları, vatandaşlık hakları, eğitim ve sağlık alanında önemli çatışmaların yaşandığı dönemlerden geçiyoruz. Toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlenmenin farklılıkları kadar benzerliklerinin de altının çizilmesinin ve Türkiye’deki iklimi Avrupa’daki bu tartışmalarla birlikte değerlendirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz.
[1] Bu konuyu Türkiye bağlamında tartışmaya açan Alev Özkazanç’ın Kaos GL Dergisi ve bianet sitesinde yer alan bu iki yazısına bakılabilir: Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketler, Otoriter Popülizm ve Türkiye; Kaos GL Dergisi; Sayı: 163; https://www.kaosgl.org/haber/toplumsal-cinsiyet-karsiti-hareketler-otoriter-populizm-ve-turkiye. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Karşıtlığının Dinamikleri; 12 Mart 2019; https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/206353-toplumsal-cinsiyet-esitligi-karsitliginin-dinamikleri
[2] Her ülkenin bağlamı farklı olmakla birlikte toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtlığı 1990’larda Papa II. Jean Paul ile başlıyor; 2005 yılında Papa XVI. Benoît’nın seçilmesiyle birlikte Kilise’nin öncelikli konularında biri haline geliyor. 2013 yılında Katoliklerin ruhani lideri olan Papa Francesco’nun cinsel haklar ve LGBTİ+ haklarına dair söylemi yumuşatması eşcinsel açılımı olarak yorumlanıyor. Kadın ve LGBTİ+ haklarına yönelik Katolik dünya içindeki tepkiler karşısında Papa Francesco “Ben kimim ki eşcinselleri yargılayayım” sözlerini söylemiş Hıristiyan hayatı sürmek isteyen kürtaj yaptırmış, boşanmış kadınlara, eşcinsellere de kilisenin kapılarının açık olduğunu belirtmişti. İlgili haber için: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/papadan-escinsel-acilimi-24751698
[3]Mouvements anti-genre en Europe (Avrupa’da Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketler); https://www.psynancy.com/article-138743-campagnes-anti-genre-en-europe.html#a)%20Pr%C3%A9sentation%20des%20mouvements%20anti-genre
[4] Editörlüğünü Roman Kuhar ve David Paternotte’in yaptığı Anti-Gender Campaigns in Europe. Mobilizing against Equality (2017) adlı kitap bu anlamda pek çok Avrupa ülkesinden örnekler eşliğinde söz konusu gelişmelerin arkasındaki çok çeşitli dinamikleri ve aktörleri işaret ediyor.
[5] Bu anlamda Mum, Dad, and Kids ve Citizen Go gibi oluşumlar dikkate değer nitelikte. Ayrıca Dünya Aile Kongresi etrafında birleşen çeşitli oluşumlar (Political Network for Values, Agenda Europe, ADF International, One of Us ve Tradition Family Property) da oldukça etkili.
[6] Bkz. https://theconversation.com/the-new-war-on-gender-studies-109109
[7] Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın yardımcısı Zsolt Semjen, konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Toplumsal cinsiyet çalışmalarının üniversitelerde bir işi yok. Çünkü bu bir bilim dalı değil bir ideoloji” şeklinde konuşmuştu. “Macaristan Toplumsal Cinsiyetle İlgili Akademik Çalışmaları Yasakladı.”; https://www.evrensel.net/haber/363767/macaristan-toplumsal-cinsiyetle-ilgili-akademik-calismalari-yasakladi
[8] Konuya dair derinlemesine bir tartışma için bkz. Kuhar, Roman & Paternotte, David (2018): “Disentangling and Locating the ‘Global Right’: Anti-Gender Campaigns in Europe.” In: Politics and Governance 6 (3), pp. 6-19. Mészáros, Gyö
[9] AKP öncesi dönemde yapılan 2002 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun değişiklikleri ve 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu değişiklikleri. Bu kanun değişiklilerinde özellikle LGBTİ+’ların talep ettiği cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dair ayrımcılık yapılmaması yönündeki ibarelerin eklenmediğini belirtmek gerekir.
[10] Türkiye, özellikle 2008 dünya ekonomik krizi sonrasında AB ile daralan ekonomisini, İslam ülkeleri ile kurduğu ilişkilerle rahatlatmaya çalıştı. İslam İşbirliği Teşkilatı ile ilişkiler, Arap Baharı olayları ve Suriye savaşıyla birlikte oluşan askeri-siyasi atmosferle daha da yoğunlaştı.
[11] “Erdoğan: En az üç çocuk doğurun”; https://www.hurriyet.com.tr/gundem/erdogan-en-az-uc-cocuk-dogurun-8401981
[12] 27 Kasım 2010 tarihinde düzenlenen “Din, Gelenek ve Modernite Bağlamında Bir Değer Olarak Aile” konferansı bu sürecin ilk örneklerinden birisi olarak görülebilir. Organizasyonunu -15 Temmuz sonrası FETÖ bağlantısı nedeniyle kapanacak olan- Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın üstlendiği konferansın açılış konuşmasını dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf yapmıştı. Konferansın sonuç bildirgesinde “kadın ve erkeğin evliliğine dayalı doğal aile” tanımının altı çizildi. “Din, gelenek ve hukuk yoluyla kurumsallaşan evliliklerin ve bu evlilik ortamında yetişen nesillerin sağlıklı ve verimli olacağına inanıyoruz. Bu bağlamda bir kurumsallaşmayı destekliyoruz” denilen konferansta ayrıca katılımcılar kürtaj karşıtı politikaları destekleyeceklerini ve doğum oranlarının artırılması ve boşanma oranların azaltılması doğrultusundaki her türlü politika ve uygulamaya destek olacaklarını beyan etmekteydi.
[13] Konuya dair kapsamlı bir çalışma için bkz. MacFarlane, K.A., O’Neil, M. L., Tekdemir, D., Çetin, E., Bilgen,
B., &Foster, A. M. (2016). Politics, policies, pronatalism, and practice: Availability and accessibility of abortion and reproductive health services in Turkey. Reproductive Health Matters, 24(48), 62-70.
[14] Diyanetin kendi sitesindeki verilere göre 2017 yılı itibarıyla 81 İl ve 293 İlçe Müftülüğüne bağlı olarak hizmet veren bürolarda 1457’si kadın, 721’i de erkek olmak üzere toplam 2178 personel görev yapmaktadır.
[15] Programın ayrıntıları için bkz. http://www.aep.gov.tr/
[16] Diyanetin ailelere yönelik eğitim hizmetleri bununla sınırlı kalmadı. 2019 yılında “Temel Aile Bilinci Eğitimleri” ismiyle geliştirdiği eğitimlerle Kuran ve sünnet eksenli dini bilgilerin ailelere iletilmesini hedeflemekteydi. Bkz.: https://istanbul.diyanet.gov.tr/sultangazi/sayfalar/contentdetail.aspx?ContentId=349&MenuCategory=Kurumsal
[17] AKP döneminde eğitim politikaları ve eğitimin İslamcılaştırılmasıyla ilgili bkz: Laik ve Cinsiyet Eğitliğinden Yana Bir Eğitim; Ayça Günaydın, Esra Aşan; Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi; Sayı: 31-32; Haziran 2017. http://www.feministyaklasimlar.org/wp-content/uploads/2017/06/FY_31-32_egitim.pdf
[18] http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/205668-yok-toplumsal-cinsiyet-esitligi-tutum-belgesini-sitesinden-kaldirdi
[19] İstanbul Sözleşmesi’nin gündeme gelmesinin asıl nedeni Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Nahide Opuz davasına ilişkin kararıdır. Dava sonucunda AİHM, Türkiye’nin aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığını hükmetmiş ve Türkiye’yi tazminata mahkûm etmişti. AİHM’nin Opuz kararı İstanbul Sözleşmesine temel oluşturdu. Bu nedenle Türkiye’nin sözleşmeyi imzalaması AB ile ilişkiler bağlamında değerlendirilmelidir.
[20] Bu sözleşmeyi imzalamasının ardından Türkiye iç hukukunda da düzenlemeye gitti. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’da şiddetin önlenmesi için geniş kapsamlı tedbirler düzenlenmiş ve bu tedbirlerin kısa sürede alınarak şiddete maruz kalanlara daha etkin bir koruma sağlanması amaçlanmıştı.
[21] “Toplumsal cinsiyet adaleti” söylemi ve Türkiye’deki toplumsal cinsiyet karşıtı gelişmelere dair Tutku Ayhan’ın 2019 tarihli blog yazısına bakılabilir. https://blogs.lse.ac.uk/gender/2019/04/29/kadems-gender-justice-in-turkey/
[22] Hükümet tarafından organize edilen sivil toplum örgütleri ve KADEM’in pozisyonuna dair kısa bir analiz için Çağla Diner’in 2018 tarihli blog yazısına bakılabilir. http://turkishpolicy.com/article/898/gender-politics-and-gongos-in-turkey
[23] “Fuhuş Yasaklansın”, “Nafaka Hapsi kalksın”, “Süresiz Nafaka zulmü son bulsun”, “Ailede reis olsun”, “Genç Akran Evlilik Yasağı Kalksın” platformun öne çıkardığı sloganlardır.
[24] Örneğin KADEM aileyi yıkmak ve feminizmle işbirliği yapmakla uzun süre suçlandığında kendisine yönelik eleştiri ve ithamlar için basın açılaması yapmak ve aile merkezli de olsa kadın haklarını koruyan kanunları savunmak durumunda kaldı.