Melih Bulu, 15 Temmuz’da görevinden alındı ve Boğaziçili akademisyenler, başvurular 2 Ağustos’ta kapanmadan önce kendi adaylarını belirleyip kamuoyuna duyurmaya karar verdiler. Bilindiği gibi 703 nolu KHK ve 3 nolu CB kararnamesine dayanan bu düzenleme, rektör atamalarında üniversitelere herhangi bir görüş beyan etme imkânı tanımıyor. Adaylar ve atama makamı olan Cumhurbaşkanlığı arasında başvuru toplayıp raporlama yapmak üzere aracı kurum vazifesi gören YÖK’ün dahi adaylarla mülakat, sıralama vb. zorunlu görevleri bulunmuyor. Bu şartlar altında kendine o veya bu şekilde vazife çıkaran her profesör rektörlük için başvurabilir, partili Cumhurbaşkanı’nın siyasi tercihine bağlı olarak atanabilir. Hatırlanacağı gibi bu düzenleme (3 Ocak tarihli Melih Bulu atamasıyla birlikte) Anayasa’ya aykırı ve hukuksuz olduğu gerekçesiyle 70 akademisyen ve müdahil mezunlar tarafından dava edilmişti. Dava henüz Danıştay’da derdest.
Akademisyenler rektör adaylarını belirleme tarzlarını bir kamuoyu bildirisiyle açıkladılar. Bu yaklaşıma göre: (1) Açıkça beyan edilmese de yasal açıklığı olmayan oylama yoluyla başvuruya teşvik edilen akademisyenlerin atanma ihtimali, mevcut siyasi şartlarda zaten yüksek değil. (2) Bu siyasi belirsizlik ortamında olası adayları kademeli, sıralamalı ciddi bir seçim yarışına teşvik etmek gerçekçi değil. (3) Bunun yerine direnişin benimsemediği adayların teşhirine dönük olarak tersten işletilen, %66 “nitelikli” çoğunluk kriterine dayalı bir güven oylaması prosedürü izlemek daha doğru ve pratik bir yaklaşım. Akademisyen “seçim çevresinin” tespiti Boğaziçi kurumsal yapısı altında oldukça kolay olduğundan, bu sistem yeni anonim/ elektronik oylama platformları üzerinde kolaylıkla uygulanabilecekmiş gibi görünüyor. Önceki seçim prosedürleriyle kıyaslandığında şimdi öğretim görevlileri (dolayısıyla pek çok YADYOK hocası) ve yabancı uyruklu hocalar da oy verebilecekler.
Akademisyenlerin bu yaklaşımı, direnişin diğer bileşenleri olarak adlandırılan öğrenci, personel ve mezun grupları tarafından eleştiriliyor. Farklı doz ve üsluptaki bu eleştirileri homojen bir ifadeye kavuşturmak imkânsız olsa da, şu iki meşru soru altında özetlemek mümkün: (1) Boğaziçi Direnişi’nin bileşenleri altı aydır, önceki rektör belirleme sistemlerinden çok daha iyisi için mücadele verirken, Bulu’nun görevden alınmasıyla birlikte dışlanmış, saf dışı bırakılmışlardır; (2) akademisyenler kapalı kapılar ardında belirledikleri adaylar yoluyla Ankara’yla pazarlığa oturarak “2. Mehmed Özkan dönemini” hazırlamakta, direnişin özerk demokratik üniversite, özgür bilim, özgür kampüs ideallerini tehlikeye atmaktadırlar.
Birinci eleştiriye cevap niteliğinde, bir grup mezun öncülüğündeki #BoğaziçiSeçiyor hareketi, akademisyen, öğrenci, çalışan ve mezunları bogaziciseciyor.org anonim oylama platformu üzerinden oy vermeye davet ediyor. Mezunlar cephesinde BÜMED yönetim kurulu, öğretim üyelerinin seçim sürecine dair alacakları kararı ve adaylarını destekleyeceğini duyurdu. BÜiM yaptığı açıklamada, şu aşamada mezunların oylamaya katılmalarına mesafeli olduğunu belirtti. Eğitim-Sen işyeri temsilciliği ise rektör adaylarından beklentilerini sıralayarak üyelerini bogaziciseciyor.org platformu üzerinde oy kullanmaya davet etti. #BoğaziçiSeçiyor hareketinin içinde öğrenciler de bulunuyor ve 29 Temmuz saat 15:00 itibariyle kayıtlı öğrenci ve mezun sayısı sırasıyla 4000, ve 4400. 30 Temmuz’daki oylama başlangıcına kadar bu rakamlarda beklenebilecek artış dikkate alındığında dahi “askıdaki seçmenle” “seçim çevresi” (16.000 ile 55.000) arasında anlamlı bir yüzde yakalamak pek mümkün görünmüyor. İdari çalışanların Eğitim-Sen aracılığıyla yüksek bir katılım göstermesini beklemek için de hiçbir neden yok.
Olası seçim mekanikleri söz konusu olduğunda, aday tespit etme prosedüründen oransal temsil prensiplerine kadar kararlaştırılması gereken onlarca mesele var. Bunlara ilaveten, anonim oylama platformlarının güvenliğiyle ilgili problemler var. Bu sorunlar ortadayken, direniş gündeminin ve aday belirleme prosedürüne dönük eleştirilerin “sandık” odaklı olması ve bileşenlerin seçime katılım üzerindeki ısrarı çok anlamlı görünmüyor. Gerek bazı öğrencilerden gerekse idari çalışanlardan “akademisyenler madem oylamayı beceriyorlar, niçin bizi de buna dahil etmiyorlar” anlamına gelen eleştiriler göze çarpıyor. Bu tür yakınmaların özyönetim ve örgütlenme problemlerinin üzerini örtmeye hizmet edebileceğini unutmamak gerekiyor.
Seçim mekaniğiyle ilgili bu kısa aralıkta çözümlenemeyecek teknik tartışmalar bir tarafa, katılımcı demokrasi ve özgürlükçü prensipler gereği, bir hareket içerisindeki farklı çıkar gruplarının (örneğin orta yaş ve orta sınıfa mensup akademisyenlerin, onlarla kuşak çatışması içindeki öğrencilerin, işçi sınıfına daha yakın olan idari personelin, iş dünyasıyla dirsek temasına girebilen mezunların) karşılıklı tahakküm ve bağımlılık ilişkileri geliştirmemeleri için öz-örgütlenme ve özyönetim prensibiyle hareket etmelerini, hareket içinde bağımsız oluşturdukları temsili kapasiteleriyle bir araya gelmelerini önemli görüyoruz. Bileşenlerin, özellikle de mezunların oy kullanma ve okulu ilgilendiren kararlara katılım meselelerini öz-örgütlenme ve özyönetim prensibi çerçevesinde değerlendirmeleri gerektiğine inanıyoruz. Direnişin tüm bileşenleri yedi aydır, forum tarzını yer yer aşabilen bir model içerisinde, temsil kabiliyeti oluşturmadan işlerini yürütüyorlar. Benzer sorunlar yaşayan akademisyenlerden “oylama” konusunda kapsayıcı sorumluluk almalarını beklemek de bu koşullarda pek gerçekçi görünmüyor.
Direniş bileşenleri oylama üzerindeki ısrar ve eleştirilere odaklanmak yerine, üniversite üzerindeki iktidar operasyonunun devamı niteliğindeki bir Naci İnci dönemine veya daha düşük olasılık gibi görünse de “2. Mehmed Özkan dönemine” karşı hazırlıklı ve uyarıcı olmalılar. Bu da örgütlenme sorunlarının masaya yatırılmasını ve yaratıcı söylem geliştirilmesini zorunlu kılıyor. Rektör adaylarının kendilerini ilan ettikleri son iki gün içerisinde yaşanan aday bolluğu, direnişin akademik cephesinde ifade edilen “bulunduğu göreve seçilmiş olma, direnişte ve görevde kendisini ispatlama” kriterini yozlaştırıyor. Tüm adayların Boğaziçililik ruhuyla kucaklanması, rektörlük için başvuranlar arasında “bu da idare eder” denecek birinin Cumhurbaşkanlığı tarafından atanması ihtimali zayıf da olsa yok değil. Bu konuda öğrenciler daha net görünmekle birlikte, Mehmed Özkan döneminin ne getirip ne götürdüğü üzerine uzlaşamamış olan ve 2 Ocak’taki atama öncesinde M. Özkan beklentisine girerek hazırlıksız yakalanan Boğaziçi kamuoyu, böylesi bir atama sonrasında ciddi kafa karışıklığı yaşayacaktır. Gelecek rektör her kim olursa olsun, özerk demokratik üniversite, özgür bilim, özgür kampüs mücadelesi, rektörlüğün iradesini zorlayan örgütlü bir direnişin varlığını gerektiriyor. Bileşenlerin son altı aydır masaya yatırılan talepleri önlerine koymaları, bir bir takipçisi olmaları bekleniyor.