Tüm dünya bu sene 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile küresel bir savaşın gölgesinde girdi. Rusya’nın işlediği bu savaş suçu dünyada pek çok 8 Mart eylemindeki protestoların merkezindeydi. Türkiye’de iktidarın kadınların hak kazanımlarını hedef alması pek çok ildeki 8 Mart eylemlerini engelleme girişimleriyle bir kez daha tescillendi. Savaş, nükleer tehdit, pandemi, yoksulluk, şiddet, kadın cinayetleri, özgürlükleri boğan baskıcı politikalar karşısında insanlık adeta varoluş mücadelesi veriyor. Kadın mücadelesine, kadın iradesine yönelik saldırganlığın karşısında kadınların en büyük gücü birlikte hareket edecekleri örgütlülüklerde saklı. Bu örgütlenmeler sadece iktidarın baskısı karşısında değil muhalif hareketler içindeki baskıcı eğilimler, feminizm adına örgütlenen despotizm karşısında da sert bir imtihandan geçiyor.
Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz feminist aktivist bell hooks’un feminizmi içerden eleştirirken dikkat çektiği ve feministleri her daim uyanık olmaya çağırdığı iki tehdit, iktidar feminizmi ve yaşam tarzı feminizmdi. Her iki eğilimin de bugün feminizm adına hareket eden gruplarda kendini yeniden üretmekle kalmayıp güçlendiğini görmek zor değil. Feminist etiketini kendine yapıştırdıktan sonra feminizm adına norm koyan, norm dışında kalanları yok sayan eğilimler ile toplumu ve ataerkil kültürü değiştirmeyi geri plana atıp kendini göstermeye odaklanan ve kendi sübjektivizmini feminizm üzerinden meşrulaştırmaya çalışan eğilimler kol kola geziyor. Bu haliyle de var olan siyasi iktidarın baskıcı ve tahakkümcü politikalarının değirmenine su taşıyor. Feminizm adına geliştirilen bu baskıcı pratiklerle mücadele de baskıcı iktidarlara karşı verilen mücadele kadar hayati. Özellikle de hareketin geleceği açısından. Çünkü bu durum hareket içindeki çoğulculuğu, ifade özgürlüğünü, tartışma ve demokrasi kültürünü hedef alıyor; buna karşı tehdit oluşturuyor.
Bilgi ve fikirlerin serbestçe dolaşımının özgür bir tartışma ortamının en temel gereksinimi olduğunu ve bunun ilk elden baskıcı siyasi iktidarlar tarafından engellendiğini biliriz. Türkiye’de siyasi iktidarın demokrasiye, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne savaş açmış olduğu konusunda çoğumuz hemfikiriz. Bu siyasi çizginin müttefikleri toplumsal muhalefet alanında da kendini her daim göstermiştir. Mesela, ifade özgürlüğünün sol adına kısıtlandığı çokça örnek sıralayabiliriz. Bir süredir aynı eğilimi feminizm adına uygulamanın yaygınlık kazandığını görüyoruz. Özellikle sosyal medyada daha fazla görünür olan, feminizm adı altında dejenere bir şekilde ilerleyen ‘tartışmaların’, yapay kategorilendirmelerin kurumlara, hareketlere olan yıkıcı etkilerine tanıklık ediyoruz. Buna müdahale edilememesi ifade özgürlüğü ve demokrasi kültürünün feminizm adına ayaklar altına alınmasına neden oluyor. Baskıcı iktidarların kurduğu korku, susturma, cezalandırma yöntemi feminizm üzerinden meşrulaştırılırken her birimizin yapıp ettiklerimiz kadar yapıp etmediklerimizle de karşılaşma zamanındayız.
2022 8 Mart’ından birkaç örnek
İktidar kadın kazanımlarını boğmaya çalışırken, bu 8 Mart’ta Türkiye’nin pek çok şehrinde 8 Mart eylemleri polis ablukasına alınırken karşımıza çıkan kimi tartışmalar adeta sistemin feminist hareketlerin, kadın hareketlerinin içine Truva Atı soktuğunu düşündürtüyor. Bu sene öne çıkan birkaç örneğe bakalım:
Kadınlar Vardır Açıklaması
Bunlardan biri İstanbul’da Feminist Gece Yürüyüşü’nün örgütlenme sürecinde karşımıza çıktı. “Kadınlar Vardır” başlıklı bir metin “Feministler” imzasıyla sosyal medyada yayımlandı. İmza tercihi –metnin bir grup değil tüm feministler adına yazılması- daha baştan tuhaf bir metin okuyacağımızı gösteriyordu. Metni yazanların ele aldığı konular kadın hareketleri içindeki çeşitli eğilimleri işaret ediyor; ancak yazarlar problemli gördükleri çeşitli konuları Gece Yürüyüşü’nün üstüne yıkıyor, kendi siyasi konumlanışlarını da Gece Yürüyüşü karşıtlığı üzerinden kuruyor. Açıklamadan anladığımız kadarıyla metni yazanlar 80’lerden beri çeşitli kadın eylemlerinin ve bazı Gece Yürüyüşleri’nin örgütlenme sürecinde yer almışlar. Sonra bu yürüyüşe antifeministler el koymuş ve kadınlar için güvensiz bir alan yaratmışlar. Örgütlenme süreçlerinde yer almadığım, bazı yıllarda katılım gösterdiğim Gece Yürüyüşleri’nde böyle bir durumla karşılaşmadım, bu metni okuyana kadar böyle bir yorumda bulunana da rastlamadım. Gece Yürüyüşü’nü bir grup antifeministin yürüyüşe çökmesi üzerinden tanımlamak ve bu sübjektif algıyı “Feministler” imzası ile tüm feministler adına genelleştirmek en iyi ifadeyle bir akıl tutulması olarak yorumlanabilir. 8 Martların nasıl örgütleneceği kimsenin tekelinde olmadığı gibi, siyasi tercihleri üzerinden isteyen istediği gruplarla bir araya gelerek 8 Mart’ı örgütleyebilir.[1] Gece yürüyüşlerini beğenmeyenlerse kendi yürüyüşlerini organize edebilir –ki eden gruplar da var. Devletin zaten hedef aldığı belli olan bir buluşmayı böylesi bir sübjektif algı ile bu şekilde hedef almak her şeyden önce feminist sorumsuzluk olarak nitelenebilir. Metinde önemli gördüğüm ve açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşündüğüm bir konu var: O da bu açıklamayı yazanların Gece Yürüyüşü’nde taciz edildiklerini söylemesi. Bu konunun böyle bir metinde satır arası olarak geçmemesi gerekir. Bu olayın nerde, ne zaman kimler tarafından, kimlere yapıldığının açığa çıkarılması gerekiyor ki olayı yaşayanlar bir adalet duygusuna kavuşsun ve yürüyüşü organize edenlerin üzerinde böyle bir leke kalmasın.
Hedef gösterme ve “Y… ye” vakası
Sosyal medya üzerindeki tartışmalar 8 Mart eylem alanlarına son derece saldırgan bir şekilde yansıdı. Malumumuz sosyal medya üzerinde bir odak trans dışlayıcı radikal feminist (TDRF) olarak adlandırılıyor. İstanbul’daki 6 Mart Büyük Kadın Buluşması’nda “Biz burdayız X nerde?” yazan bir dövizle bu kadınlardan birinin adı veriliyor. Kadınların dayanışma günü olan 8 Mart’ta bir kadın eylem alanında hedef gösteriliyor. Skandal olmasının yanında suç kapsamına da girebilecek bir hedef gösterme ile karşı karşıyayız. Diğer bir örnek İstanbul Feminist Gece Yürüyüşü’nde gündeme gelen “Y… ye” vakasıydı. Bu lafın sözel bir şiddet olduğu ve pek çok kadın için tecavüz tehdidi anlamına geldiği açık. Gelin görün ki bu sözü eleştirmek transfobi, penis korkusu olarak adlandırılarak hatta yapısökümü safsatası ile süslenerek üste çıkılmaya dahi çalışıldı. Dayanışma günü olan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde bir kadının ismiyle hedef gösterilmesine, bir diğerine “Y… ye” denmesine izin verilebilir mi?
Eyleme alınmak istenmeyen kadınlar
8 Mart eylemiyle ilgili bir yasaklama girişimi Ankara’da gündeme geldi. Kadınız Öfkeliyiz sloganı altında birleşen bir grubun taşıdığı dövizler transfobik olarak nitelendiği için alana girişleri engellenmeye çalışıldı. Basına yansıdığı kadarıyla grubun taşıdığı dövizlerin birkaçı şunlar: Kadın kadındır cis babandır; queer değil lezbiyen; fuhuş köleliktir; canım çekil alanın sahibi geldi. Kimileri için rahatsız edici olabilecek bu dövizler kadın hareketi içindeki çetrefilli tartışmalara dair grubun tavrını ifade ediyor.
Bu dövizlerin neden transfobik bulunduğunu anlamadım. Yürüyüşte, trans kadınların kadın olmadığını, transların eşit haklara sahip olmaması gerektiğini savunan dövizler var mıydı bilmiyorum. Trans kadınların yaşadıkları deneyimler kadınlık durumunun başka bir boyutu. Bu kadınları kendilerine rağmen tanımlamaya son verip öncelikle onları dinlemeyi öğrenmek ve “Trans kadınlar kadın değildir” demenin kadınların iradesini yok saymak olduğunu kavramak gerekiyor.
Seks işçiliği meselesine, porno sektörüne nasıl yaklaşılacağı, queer teori içinden çıkan cinsiyete ilişkin tanımların nasıl değerlendirileceği dünyada da kadın hareketleri içinde bir gerilim hattı üzerinden ilerliyor. Bu konular sadece kadınların meselesi değil; ancak kadın bedeninin özgürlüğü ve denetimi üzerinden kadın hareketlerinin de gündemini oluşturuyor. Her biri birbirinden farklı olan bu konular kendi özgül koşulları içinde değerlendirilmeyi hak ediyor. Her biri ifade ve örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde son derece meşru tartışmalar. Konuların tek bir cevabı da yok. Seks işçiliği, porno sektörü içinde yer alan kadınların yaklaşımları da birbirinden farklılaşıyor. Kapitalizmin bu sektörlerde kadın bedenini cinsel ve ekonomik sömürü alanına dönüştürmesiyle konulara çok boyutlu sistem karşıtı bir perspektifle yaklaşmak gerekiyor.
Son yıllarda cinsiyet tartışmalarına ilişkin queer teori içinden çıkan çok fazla kavram türedi. Kimileri ikili cinsiyet sisteminin tanımlarına itiraz ederken bu kavramları sahiplenerek politika yapıyor. İkili cinsiyet sistemine itiraz edip bu kavramları sahiplenmeyenler de var. Mesela pek çok kadın, kadınlığı ve kadınlık durumlarını queer teorinin kavramları üzerinden adlandırmıyor ve bu kavramları kullanmaya itiraz ediyor. Kadın kelimesinin silinmeye çalışıldığı bir siyasi atmosferde bu itiraz oldukça anlaşılır. Ayrıca LGBTİ+’lar arasında da kavramların kullanımı konusundaki tartışmaların çeşitliliğini hatırlatmak isterim. Asıl önemli konu ise toplumda geniş bir kesimin ikili cinsiyet sisteminin yarattığı baskıları dahi kavrayamamış olması. Düşünsel evrende teoriler, her daim değişmeye açık olan entelektüel tartışma konularıdır. Bunları siyasete yansıtırken siyaset alanını hak temelli bir yerden kurmamıza nasıl katkılar sunduğunu sürekli takip etmek gerekir. Teorileri bir dogma olarak ortaya koyup sonu gelmeyen tartışmalara girmektense hak temelli bir mücadelede hangi teorik yaklaşımların insanlığın yararına olduğunu göz önünde bulundurmalı ve bu tartışmaların siyaset alanını yasakçı bir şekilde belirlemesine izin vermemeliyiz.
Taşıdığı dövizlerden dolayı bir grup kadının miting alanına girmesine izin verilmemesi bu yasakçılığın bir örneği oluyor. Trans kadınlara rağmen onları tanımlamaya, iradelerini yok saymaya nasıl karşı çıkıyorsak kadınlara rağmen kadınları tanımlayan diğer uygulamalara da karşı çıkabilmeliyiz. Bir grup kadının “bana queer deme lezbiyen de” ya da “ben ciskadın değilim kadınım” demesi de bu adlandırmalara karşı olduğunun ifadesidir. Bu kavramları birilerinin sahiplenmemesi onların transfobik olduğunu göstermez. Bu itirazı 8 Mart Dünya Kadınlar Günü mitinglerinde ifade etmeleri de son derece meşrudur. Tıpkı sol içinde feminizmi küçük burjuva ideolojisi olarak tanımlayanlara “Burjuva ideolojisi değil hayat mücadelesi” denmesi gibi. Kadınlar günü tam da bu taleplerin görünür olmasının zeminidir. Kadınlara kendilerini nasıl adlandıracaklarını dayatamayız. Kimi kendine cis der kimisi de demez. Kendini queer terminoloji içinden tanımlamayan kadınları 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde alandan atmaya çalışmak ve bunu bir başarı olarak kutlamak kadınların ifade ve örgütlenme özgürlüğünü yok saymanın başka bir örneğidir. Bu kadınların transfobik oldukları için mi yoksa kendilerinin, kendilerine rağmen tanımlanmasına karşı çıktıkları için mi orada olduğu karşılıklı bir diyalogun konusudur. Bu insanlar transfobik olsalar da bu pozisyondan çıkmaları birlikte tartışma kültürü ile mümkün olabilir.
Kitlesel 8 Mart buluşmalarını örgütleyen gruplar, alana gelen dövizlerden, orada sarf edilen sözlerden tabii ki sorumlu tutulamaz. Diğer yandan alanda olan bitenlere dair hem yürüyüşe gelenlere hem de kamuoyuna bir tavır açıklamak durumundadır. Takip edebildiğim kadarıyla 6 Mart Büyük Kadın Buluşması’nın tertip komitesi ve Ankara’daki eylemi örgütleyenler bu yönde bir açıklama yapmadı. İstanbul Feminist Gece Yürüyüşü’nün eylem sonrasında yaptığı açıklama devlet şiddetini merkeze alırken eylem alanındaki diğer olan bitene dair söz söylemedi. Bu durumda, seneye bu mitinglere gittiğimizde bir görüşümüzden dolayı ismimizle hedef gösterilebilir, getirdiğimiz dövizlerden dolayı alandan atılabilir ya da “Y…ye” sözüne maruz kalabiliriz. Böyle mi düşünmeliyiz?
Feminist sorumluluk
Yeni fikirlerin ve yeni politikaların üretilmesi için insanların risk alması, hata yapmayı göze alması gerekir. Risk almayı ve hata yapma hakkını tanıyan bir kültüre ihtiyacımız var. Oysa tam tersine cinsiyet özgürlüğü ve cinsel özgürlükler üzerine yapılan tartışmalar ağırlıklı olarak ifade özgürlüğünü yok sayarak ağzını açanın “cinsiyetçi, kadın düşmanı, homofobik, transfobik, trans düşmanı” olmakla yaftalanması üzerinden ilerliyor. İfade özgürlüğü kelimenin gerçek anlamıyla konuşabilme, korkmadan konuşabilme özgürlüğüdür. Güvenli alan dediğimiz yer keyfi bir konfor alanı değildir, bu alanın kurulması da kişilerin birbirini bastırmadan, korkmadan konuşabildiği bir kültürden geçer. İktidarın korkuyla, hedef göstererek, bastırarak terbiye etme yöntemini özgürlük adına yola çıkanlar kendine kılavuz edinemez.
Dünyada ve Türkiye’de sağ popülist hareketler demokratik alanı daraltırken bunu halk adına yaptığını söylüyor ve çoğulculuğu teminat altına alan kurumları yıkmaya çalışıyor. Özgürlükleri yok sayan kadın düşmanı ve toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı kampanyalar gittikçe güçleniyor. Bizler, çoğulcu ve demokratik politik hattın güçlenmesine mi katkı sunacağız yoksa ifade özgürlüğünü ve demokrasiyi boğan eğilime mi güç vereceğiz? Önümüzdeki en temel mesele bu.
Baskıcı iktidarların yasakçı eğilimleri feminizm adına, queer adına taklit edildiğinde ortada özgür düşünce ortamı kalır mı? Fikri tartışmak yerine fikri ifade edeni kimliğine bakarak yok etmeye çalışan bir ‘muhalefet’ anlayışı topluma nasıl bir vizyon sunabilir? Bu yöntem var olan baskıcı siyasi iktidarın elini daha da güçlendirmez mi? Cinsiyet özgürlüğü ve cinsel özgürlük tartışmalarının despotik bir şekilde yürütülmesinin pek çok insanı anti-gender çizgiye ittiğini görmek gerekiyor. Tartışmaların yürütülüş biçimi bu nedenle de toplumsal bir sorumluluk gerektiriyor. Kendine odaklanarak tepki üretmek, birileri bize cinsiyetçi, fobik diyecek diye narsistik geri çekilme örgütlemek yerine akıl ve vicdanla oluşturulmuş ilkelere odaklanarak kurucu sorumluluk alma yükümlülüğümüz var. Feminist entelektüel sorumluluk bu eğilimlerle mücadele etme cesaretini gerektiriyor.
…
[1] 8 Mart eylemlerine kimlerin gelip gelmeyeceği ve artık bir iktidar meselesine dönüşmüş olan feminizmin öznesi tartışmasına bu yazıda girmeyeceğim. Her ikisinin de birbirinden ayrı tartışmalar olduğunu belirtmek isterim. Başka bir yazıda ele alınabilecek bu konuyla ilgili görüşlerimi merak edenler Kadınlara Açık Örgütlenmeler Üzerindeki Baskılar adlı yazıya bakabilir.