Fransa 27 Haziran Salı günü bir polis memurunun 17 yaşındaki Cezayir kökenli Nahel’i öldürmesinden beri çalkalanıyor. Ben de Paris’e bir sene önce yüksek lisans eğitimi için taşınmış olan ve şu anda Fransa devlet televizyonunda staj yaptığım için özellikle medyadaki tartışmaları birinci elden izleme fırsatı olan biri olarak gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. Eylemlerin altında yatan sebep olduğunu düşündüğüm Fransa banliyölerinde yaşayan işçi sınıfına mensup, ikinci ve üçüncü kuşak göçmen çocuklarının sosyalizasyonunu, banliyöde sıkışmışlıklarının sosyolojik altyapılarını, konunun uzmanı olmadığım için tartışmayacağım. Yazının amacının mütevazi bir gözlem aktarımı olduğunu ve Türkiyeli bir genç kadın gözüyle yazıldığını belirtmek istiyorum.
Devlet ne dedi, halk ne tepki verdi?
Nahel’in Salı günü vurulmasından sonra benim en çok gözüme çarpan durum şu oldu: Olay yaşandıktan sonraki ilk saatler, Fransız anaakım medyası bu olayı polisin gözünden aktardı ve biz başka bir açıdan hikayeyi dinleyemedik. Polisin savcıya verdiği ve haberlere aktarılan ifadeye göre, Nahel, Paris’in 15 km uzağındaki Nanterre banliyösünde ikamet eden bir genç, bir araba kiralıyor ve ehliyeti ve belgeleri olmadığı için polisin yaptığı rutin trafik kontrolünde durduktan sonra camı açmayı ve istenen belgeleri vermeyi reddediyor.
Fransa’da özellikle 2014-15 yıllarındaki terör saldırılarından sonra polislere verilen silah kullanım hakkının genişlediğini belirtmek gerekiyor. Fransa’ya taşınıp, Sciences Po Paris’te, Fransa’nın en prestijli okullarından birinde yüksek lisansıma başladığımda, her sabah okula girmek için güvenliğe okul kartı göstermek beni çok şaşırtmıştı. Ayrıca okulun konferans organize edip misafir ağırladığı her gün okul öğrencileri olarak çantamız kontrol edilmeden okula giremiyoruz. Bundan duyduğum rahatsızlığı belirttiğimde sınıf arkadaşlarım bunun güvenlik önlemi olarak olumlu olduğunu ve garipsemediklerini belirtmişlerdi. Özellikle terör eylemleri sonrası artan güvenlik önlemleri daha normal karşılanmaya başlanmış gibi görünüyor.
Nahel’in vurulma gününe dönecek olursak, medyada söz ettiğim hikâye polis dilinden şöyle anlatılıyordu: Polis “öz savunma” hakkını, yani birinin kendisine veya kamu alanında başka bir sivile zarar verme ihtimali doğduğu zaman kişiye silahla müdahale etme hakkını kullanmıştı. Bizim dinlediğimiz hikâye de Nahel’in aynen bu riski teşkil etmesi üzerine polisin Nahel’e ateş ettiği üzerineydi.
Ancak olaydan birkaç saat sonra medyaya ulaşan bir video, tüm hikâyeyi değiştirdi. Videoda açıkça görüldüğü gibi, Nahel’in polise karşı risk teşkil ettiğini gösteren hiçbir kanıt yok, hatta resmi dokümanları olmadığı için paniğe kapılıp durmaktan çekinen bir genç olduğu da ortada. Videonun yayılmasıyla beraber tüm medya hikâyeyi değiştiriyor ve artık Nahel’in haksız yere öldürüldüğünü Fransa kabul ediyor.
Bu olaya gelen ilk tepkilerden biri Macron’un yaptığı açıklamada “Polisin bu şekilde vur emri vermesi kabul edilemezdir.” demesiyle başlıyor. Ancak bu açıklama ne Nanterre’de Salı gecesi başlayacak olan şiddetli eylemleri engellemeye yetiyor, ne de hükümet içinde Macron’a karşı gelecek yoğun tepkiyi yatıştırıyor. Aynı saatlerde, Fransız Adalet Bakanı’nın yaptığı “Bir polisin yaptığı yanlış bir hareketin tüm polis birliğimize mal edilmesi yanlıştır.” açıklaması, banliyölerdeki insanların beyaz olmayan göçmen kökenli bir çocuğun öldürülmesi öfkesini dindirmeye hiç yardımcı olmuyor. Aynı zamanda, polislerin örgütlendiği sendikanın da Macron’a baskı yapmaya başladığını, devletin kendi polisini korumadığı için tepkilerin yükseldiğini haberlerde duymaya başlıyoruz.
Salı gecesinden beri şiddetin dozu yükselmeye devam ediyor. Devletin sıkışmışlığı da tam olarak şundan kaynaklanıyor: Polis şiddetine karşı yapılan eylemlere polis şiddetiyle karşılık vermek bu eylemleri durdurmaya değil, tam aksine hizmet edebiliyor. İşte tam da bu yüzden, Fransız İçişleri Bakanı Darmanin, ülkede OHAL ilan edilecek mi sorusuna, “Hiçbir ihtimali göz ardı etmiyoruz.” şeklinde cevap veriyor.
Paris’in merkezinde ikamet eden ve süreci sahada takip etmeyen biri olarak, açıkçası herhangi bir eyleme tanık olmadığımı ve bulunduğum bölgede eylemlerin olmadığını belirtmem gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde Paris’in belli bölgelerinde eylemler oldu, ancak medyada gördüğümüz şiddetli eylemler daha çok, başta Nanterre olmak üzere, Paris’in banliyölerinde ve Kuzey Afrika kökenli Fransızların yoğun yaşadığı Marsilya gibi şehirlerde devam ediyor. Ve eylemlerin başladığı günden beri şiddetinin dozunun artarak devam ettiğini görüyoruz. İçişleri Bakanı’nın açıklamasına göre Cuma günkü eylemlerde Fransa’da toplamda 994 kişi tutuklandı, 79 polis memuru ve jandarma yaralandı, 1350 araç yakıldı, 234 bina ateşe verildi ve halka açık alanlarda 2560 yangın çıkarıldı. İşin bir diğer boyutu da yakılan araçların ve dükkanların büyük bir kısmının eylemlerin devam ettiği banliyölerde olması sebebiyle, yine aynı polis şiddetine maruz kalan halkın eldeki avuçtaki arabasının, dükkanının yanması. Banliyölerdeki özellikle yaşlı kadınların verdikleri röportajlarda: “Evdeki genç erkekleri, çocuklarımızı durduramıyoruz, bizi dinlemiyorlar ve sokağa çıkıyorlar.” dediklerini görüyoruz. Bir diğer yandan, eylemcilerin Apple mağazası ve Paris merkezdeki Zara mağazalarından birini yağmaladığı gibi videolar da var. Yani durum sadece banliyödeki mağazaları yakmaktan ibaret değil. Özellikle büyük markaların yağmalandığını ve okul, kütüphane, belediye binası gibi kamu binalarının hedef alındığını görüyoruz.
Tam da bu videolar, özellikle polise sert müdahale eden eylemciler ve en çok da yağma videoları, Eric Zemmour gibi Fransa’daki aşırı sağın ekmeğine yağ sürüyor. “Fransa’da iç savaş çıkarmaya çalışıyorlar, ırk savaşları başladı.” gibi argümanları hem aşırı sağcı siyasetçiler hem de taraftarları, her yerde haykırmaya başladı. Türkiye’deki çeşitli sosyal medya haber kanallarının da Fransa’daki göçmen isyanını “Yakında Türkiye’de Suriyelilerin bize yapacakları” gibi başlık ve haber içerikleriyle paylaştığına şahit oldum. Tabii bu durum sadece Türkiye’deki göçmen karşıtı siyasete değil, Avrupa’dakine de alan açtı. Örneğin Polonya devlet televizyonu da Fransa’daki eylemleri “Avrupa’yı istila eden göçmenler” şeklinde servis ediyor.
Tüm bu eylemlerin nereye evrileceğini, polisi savunan hükümet yetkilileriyle zaten popülerliğini özellikle emeklilik yaşı reformu sonrası ciddi anlamda kaybetmiş olan Macron’un hangi tarafı sakinleştirecek açıklamalar yapacağını hep birlikte göreceğiz. Ancak eylemlerdeki aşırı şiddet ve yağma görüntülerinin sahaya daha çok güvenlik güçlerinin gönderilmesi ve uygulanan şiddeti meşrulaştırmak için bir fırsat yarattığı gözlemini yapmak mümkün. Bazı şehirlerde gece sokağa çıkma yasakları ve Paris ve çevre banliyölerinde her akşam 9’dan sonra tüm tramvay ve otobüslerin durdurulması gibi önlemler hayata geçti bile.
Fransa asıl meselenin, kurumlarındaki ve toplumdaki ırkçı geçmişle yüzleşmemek ve bunun konuşulmasını bile reddetmek olduğunu görmediği sürece, bu ve benzeri banliyö eylemlerinin devam edeceğini öngörmek zor değil. Fransız cumhuriyetçileri, Fransa laik bir ülke olduğu için hiçbir rengi, dini, cinsiyeti ayırmadığını, halkın içindeki hiçbir sosyal sınıfı yasalarında ayrımcılık için kullanmadığını vurgulayıp bu sorunu halı altına süpürüyor. Cuma günü yayınından sorumlu olduğum Fransız devlet televizyonundaki programda Fransız bir gazeteci kadın “Fransa dünyanın en az ırkçı devletidir.” cümlesini söyledikten sonra, bu eylemlerin bastırılsa bile neden bir yerden patlak vermeye devam edebileceğini anlamış oldum. Fransa’da bu gibi eylemlerin her 5-10 yıllık periyotlarda tekrar ettiği belirtiliyor, bu da sorunun kökenine inmedikçe eylemlerin durdurulsa bile devamlılığı olacağı tezini güçlendiriyor.