Türkiye çok uzun bir süredir siyasal ve aynı kaynaktan beslenen ekonomik bir kriz içinde. Uzun siyasi analizler bu yazının amacı değil, ancak 2013 sonrası yaşanan siyasi tıkanıklık ve ardından gelen rejim değişikliğinin yarattığı yönetim sorunları ekonomide bugün içinde bulunduğumuz zor durumun ana sebebidir.

S-400 ve Rahip Brunson krizi Türkiye’nin 2013 sonrası giderek zayıflayan ekonomisine darbe vurdu. Batı’yla yaşanan ciddi siyasal gerilimler “Türkiye’nin ekseni değişiyor mu?” sorularını beraberinde getirdi. 2000’li yılların başlarında Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik hayalleri kuran ve bunun getirdiği rüzgârla ciddi anlamda yabancı yatırımı ve sermaye çeken Türkiye sadece 10 yıl sonra “Türkiye Batı’ya karşı mı, sistemden çıkıyor mu?” gibi sorularının kaynağı oldu.

Brunson krizi başlı başına bir yönetim krizidir. 2001 Şubat’ında dönemin başbakanı Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatma vakası sonrasında yaşanan kriz ile benzerlikler gösterir. Her iki olay da siyasi kazanç amacıyla köpürtülmüştür ve büyümesi önlenebilecekken iktidarların hatalarıyla krize dönüşmüş ve büyük ekonomik tahribatlara yol açmıştır. Her iki kriz de benzer siyasi sonuçlara yol açmış, ardından gerçekleşen ilk seçimlerde iktidarlar ağır yenilgiye uğramışlardır. (2002 Kasım seçimleri ve 2019 Mart-Haziran yerel seçimleri.)

2018 yazında patlayan Brunson krizi sonrası Türk lirası hızla değer kaybetti ve faizler yükselerek Türkiye’nin ekonomik durgunluğa girmesine neden oldu. Birçok irili ufaklı şirket konkordato ilan etti. Türkiye’nin öncü sektörleri durma noktasına geldi. Enflasyonun kontrolden çıkmasıyla milyonlarca aile fakirleşti. 2018 yılında % 2.6 gibi düşük bir büyüme gerçekleştiren Türkiye 2019 yılını güçlükle % 0.9 pozitif büyümeyle bitirebildi.

Brunson Sonrası ‘Acayiplikler’ Dönemi

2018 sonrası yaşanan daralmanın faturasını ekonomi yönetimi kendisi haricinde bütün finansal oyunculara çıkardı. Londra’daki spekülatörler, Türkiye’deki bankalar, yerleşik yatırımcılar ve bunları yazıp çizen ekonomistler suçluydu ve bunlarla uğraşmak gerekiyordu. Siyasal sistemin yarattığı krizi çözmek veya ekonominin kurallarını işletip ekonomiyi belli bir dengeye kavuşturmaya çalışmak ise gereksizdi. Çözüm, siyasette olduğu gibi ekonomide de yönetimi tek elde ve Saray’da toplamaktı. Ve böylece acayiplikler dönemi başladı. Bu dönemde finansal düşmanlarla mücadele etmek için “olamaz, yapılamaz” denen her şey yapılmaya başlandı.

Aslında çok daha uzun bir liste oluşturulabilir, ancak çerçeveyi anlatmak için şu örnekleri verebiliriz:

  • Enflasyon verileri yüksek çıkınca Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) Başkanı aniden değişti. Ertesinde enflasyon verilerini toplama işi sadece belli marketlerden önceden haber verilerek yapılmaya başlandı. Çıkan düşük enflasyon sonuçları dünyaya gururla açıklandı.
  • Merkez Bankası (MB) Başkanı kararları beğenilmediği için görev süresi dolmadan bir gecede görevden alındı, yerine faiz indirmenin enflasyonu yenmek için şart olduğunu savunan bir başkan seçildi.
  • Yurtdışı kaynakların sonu gelmez düşüncesiyle hoyratça kullanıldığı dönemlerin problemleri gündeme gelmeye başladı. Üstünden geçeni olmayan köprülere, içi boş devasa hastanelere, uçakların inemediği havalimanına garanti edilen Hazine ödemeleri dert oldu. Bütçede para kalmadığı için Cumhuriyet’in kuruluşundan beri biriktirilen, “kara gün parası” sayılan Merkez Bankası ihtiyat akçesi bile bütçeye dahil edilip harcandı. Yetmedi, MB’nin kur farklarından doğan aslında gerçek bir kâr olmayan muhasebe kârı kalemi bile bütçeye aktarıldı.
  • Bankalara üstü örtük veya açıktan sürekli baskılar yapıldı. “Döviz satın alamazsın”, “bu dövizi kime sattın, neden sattın?”, “faizi düşür krediyi arttır” gibi müdahaleler olağan oldu.
  • TV’lerde yorumlarını beğenmedikleri özel banka yöneticilerini kovdurtmak, yasa çıkarıp ekonomi yazarlarının yorum yapmalarını engellemek sıradanlaştı.

Düşük Faiz Düşük Kur – Neredeyse İmkânsız

Uluslararası konvertibl piyasalarda hem faizi hem de döviz kurunu aynı anda kontrol etmek kolay bir şey değildir. Elinizdeki iki adet çıpanın birini kontrol ederek diğerini ise piyasa koşullarında serbest bırakarak ekonomik hedeflerinizi gerçekleştirmeye çalışırsınız. Dünyadaki gelişmiş ülkeler Merkez Bankaları aracılığıyla sadece kısa vadeli faizleri kontrol ederler. Döviz kuru ise serbesttir ve faiz oranlarına bağlı olarak hareket eder.

Brunson krizi sonrası patlayan ve 7.30 TL seviyesine yükselen Amerikan dolarını düşürebilmek için Türk lirası faizlerini yükselten ve bu sayede kuru dengeleyen Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya Temmuz 2019’da tartışmalı bir kararla aniden görevinden alındı. Yerine atanan başkan kriz sonrası daralan ekonomiyi canlandırabilmek için (ve dünya finans literatüründe eşi benzeri olmayan “enflasyonu düşürmek için faiz düşür” teorisi uyarınca) hızla faizleri indirdi ve kredi büyümesini teşvik etti. Hızla genişleyen parasal sistem doğal olarak döviz talebi yarattı.

Yaratılan döviz talebi döviz kurlarını yükseltmeye başlayınca hem kurun hem faizin düşük tutulmasının zorluğu ortaya çıktı. Ekonomi yönetimi yine acayip bir kararla döviz rezervlerini kamu bankaları aracılığıyla günde 24 saat boyunca uluslararası piyasada satarak döviz kurunu kontrol etmeye çalıştı. MB rezervleri yeterli gelmeyince Türk bankalarında duran yurtiçi yerleşiklerin, yani Türkiye halkının döviz birikimlerini bankalardan Swap yoluyla borç aldı.

Swap kelime anlamıyla değiş tokuş demektir. Finansal piyasalarda ise finansal varlıkların bir süreliğine değiş tokuş edilmesi anlamına gelir. Kati satış veya mülkiyet değişikliği değildir. MB yerli bankalardan aldığı dövizlerin yerine TL verdi. Dövizleri geri verme koşuluyla almış olmasına rağmen uzun süre kendi bilançosunda “Swap”, yani “borç alınmış döviz” olarak göstermedi. Aksine halkın bankalardaki dövizlerini kendi rezervi gibi gösterdi. Tabii bu durum bir sürü tartışmayı beraberinde getirdi. Merkez Bankası yönetiminin şeffaflığını yitirmesi uluslararası yatırımcıları korkuttu.

Yabancı Yatırımcı ile Kavga

Bu dönemde yurtdışı yatırımcıyı döviz talebinin suçlusu gibi gösterip ders vermek amacıyla bir gece aniden yurtdışı yatırımcılara Türkiye bankalarından TL borçlanma yasağı getirildi. Bu şok kararla Londra piyasasında yatırımcılar TL bulamadılar ve gecelik faizler % 1000 oldu. Bu şokun sonucunda birçok yatırımcı Türkiye’de artık işlerin iyice rayından çıktığını, kötü gidişatın geçici değil kalıcı olduğunu anlamaya başladı.

Bir ülke parasının değerini sadece ekonomik düzlemde faiz/kur hedefi politikalarıyla sağlayamazsınız. Ülkenin uluslararası rekabet gücünü belirleyen birçok bileşeni (üretim altyapısı, sektörel yapının zenginliği, katma değer yaratabilme becerisi, yeniliklere açılık, siyasi/askeri gücün varlığı vb) biraraya getirmeniz ve bu kalemleri Finansal şeffaflık, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, ekonomi yönetiminin yeterliliği, finansal kurumların sağlıklılığı gibi önemli kavramlarla kuşatmanız gerekir.

Türkiye Yoldan Çıkar Mı? İş Bankası’nın Devri

MB’nin eriyen dövizleri ve uluslararası sermayeyle girilen kavga Türkiye’nin hızla yoldan çıktığının göstergesiydi. 2000’li yıllar boyunca Türkiye Batı’nın bir parçası olacak hayaliyle Türkiye’ye akan milyarca doların yatırımcıları “Türkiye ne olacak?” telaşına düşmüştü. Hazine kaynakları tükenince finansal kaynak olarak Atatürk’ün kurduğu ve kurucu hisselerini CHP’ye miras olarak verdiği Türkiye’nin en ciddi özel kuruluşlarından biri olan Türkiye İş Bankası’nın hisselerini devletleştirme çabaları olan bitene tuz biber ekti. Miras hukukunun sulandırılması uluslararası sermayeye Türkiye’de malına mülküne bir gecede el konulabilir güvensizliği yarattı. Yıllardır Türkiye’ye yatırım yapan yabancı bankaların birçoğu bu karmaşadan korktu ve Türkiye’den çıkma kararı aldılar. Ancak mevcut ortamda bankalarını satacak kimse bulamadıkları için kerhen Türkiye’de kalmaya devam ettiler.

Finansal değerlendirme kuruluşları kötü gidişat üzerine Türkiye’nin notunu art arda düşürdüler. Bundan 3-5 sene öncesine kadar “yatırım yapılabilir ülke”[i] notuna sahip olan Türkiye’nin notu bu seviyenin 3-4 seviye altına indi ve Fildişi Sahilleri, Karadağ Arnavutluk gibi ülkelerin seviyesine düştü. Bir zamanların gözde ülkesi Türkiye gelişmekte olan ülkeler sınıfından “Kıyı Ülkeler” sınıfına dahil oldu.

Konvertibilitenin Yitimi- Son Dönem

2019 sonunda Hazine ve Maliye Bakanı’nın iddiasının aksine her geçen ay bir önceki aya göre daha da kötüleşen ekonomik bir manzara vardı. MB’nın rezervlerini tüketme pahasına dolar kuru belli seviyelerde tutulmaya çalışıldı. Dolar/TL kurunda önce 6 TL, sonra 6.5 TL ve en son 7 TL seviyeleri korunmak istenmesine rağmen bu çaba piyasa talebi karşısında yenilgiye uğradı ve kur tekrar 7.30 TL’ye vurdu. 2020 yılının ilk üç ayındada döviz kurunda artış % 30 oldu.

Döviz rezervlerini eriterek döviz kurunu tutamayan Bakan ve ekibi başarısızlığın sebebi olarak tekrar yabancı yatırımcıları suçlamaya başladı. Yurtdışı finansal kuruluşların Türk bankalarıyla işlem limitleri yeniden sıfıra düşürüldü. Türkiye’ye giren ve çıkan fonların takasını, yani aracılığını yapan dünyanın en büyük 3 bankası o gece müşteri takaslarını gerçekleştiremedi ve temerrüde düştü. Bu beklenen gelişme üzerine BDDK temerrüde düşen bankalara ceza kesip işlem yapma yetkilerini kaldırdı.

Bu karar yabancı yatırım kapısının kapatılması demekti, çünkü bu bankalar yurtdışı yatırımcıların Türkiye’ye giriş ve çıkışına aracılık ediyordu. Bu gelişmeler üzerine bu bankaları kullanan uluslararası takas merkezleri art arda müşterilerine haber vererek Türkiye işlemlerine aracılık etmeyeceklerini açıkladılar.

Konvertibilite denen, Türk parasının dünyanın her yerinde geçerli olmasını sağlayan mekanizma çalışmaz oldu. Birçok insan bilmiyor olabilir, ancak Türk lirasının dolara ve diğer yabancı paralara karşı değeri uluslararası piyasada belirlenmektedir. Bu piyasanın büyüklüğü ve derinliği sayesinde dünyanın her köşesindeki yatırımcılar Türkiye’de kısa veya uzun vadeli yatırım yaparlar. Bu yüzden uluslararası kapının girişlere açık fakat çıkışlara kapalı olması mümkün olan bir şey değildir. Para girebileceği, ancak çıkamayacağı bir yere gitmez.

Türkiye’nin yurtdışından kaynak arayışında olduğu bir dönemde uluslararası kuruluşların Türk lirası işlemlerine son verme kararından endişe duyan BDDK gidişatı tersine çevirmek için ceza verdiği bankalara uyguladığı kısıtlamaları kaldırdı ve takas işlemlerinin devam edeceğini açıkladı. Ancak iş işten geçmişti. Yurtdışı fonların içeriden borçlanma imkânı olmadığı, hukuki olarak açık ama pratikte kapalı bir sistem oluştu.

Swap Arayışları

Şubat sonunda Batı’yı etkisi altına alan Covid 19 dünya finansal piyasalarında büyük bir paniğe ve borsalarda tarihi değer kayıplarına yol açarken Türkiye’nin zayıf ekonomisini de vurdu. Gelişmiş ülkeler bu ciddi şoku atlatabilmek için piyasalara ve vatandaşlarına görülmemiş düzeyde para enjeksiyonu yaptılar. Dünya sistemi para içinde yüzmeye başladı. Türkiye Covid 19 krizi öncesinde elde avuçta ne varsa harcadığı için gerçek kriz kapıya dayanınca işini kaybeden milyonlarca insanına destek olabilecek kaynağı bulamadı. Rezervleri erimiş, vergi gelirleri düşmüş, MB’nin ihtiyat akçesini bile kullanılmış bir ekonomi için kaynak arayışı başladı. Türkiye, Amerika’nın kapısını çaldı. Başkan Trump ile kurulan şahsi ilişkiler sayesinde parayı bulabileceklerini düşünen yönetim ilişkilerde sıcaklık yaratmak amacıyla ABD’ye bir uçak dolusu maske ve çeşitli tıbbi malzeme, ayrıca Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişini öven uzun bir mektup yolladı. “IMF anlaşması istemiyoruz, bizi FED (Amerikan Merkez Bankası) swap programına dahil edin” talebinde bulunuldu.

FED’in Swap programı 2008 krizinde finansal piyasaların panik sonucu aniden durmasını önlemek için ihtiyaç anında ABD’nin sisteme para pompalaması esasına dayalı bir mekanizma olarak yaratıldı ve 13 ülkeye açıldı. Türkiye’nin ısrarla swap programına dahil olma talebi,

1) Amerikan Yönetimi Türkiye’den S400’lerin aktivasyonunun kalıcı olarak iptal edileceği sözünü alamadığı için;

2) FED Türkiye Merkez Bankası’nı kaynaklarını kullanırken şeffaf ve ciddi bir yönetim sergileyebilecek uluslararası standartta bir kurum olarak tanımadığı için kabul edilmedi.

Amerika’dan red cevabı alan bakan diğer büyük merkez bankaları ile görüştüklerini, bu yolla para bulmaya çalıştıklarını söylemiş olsa da Amerikan Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası haricinde bu talebe gerçek anlamda karışık verebilecek herhangi bir merkez bankası bulmak zordur; nitekim Türkiye şu saate kadar ciddi bir anlaşma yapamadı. (Bu arada Katar’la yapıldığı söylenen anlaşmanın çerçevesi ve vadesi belli değil. Ekonomi yönetimi inandırıcılığını kaybettiği için gerçekten anlaşma uyarınca taze kaynak geldi mi, bilinmiyor. Ayrıca Katar’la daha önce yapılan swap anlaşması sonrasında gerçekleşen şaibeli Tank Palet Fabrikası satışı ve Katar Şeyhi’nin Tayyip Erdoğan’a hediye ettiği iddia edilen Başkanlık uçağı hafızalardayken Katar’la Swap anlaşmasının hangi koşullarda yapıldığı soru işareti.)

Son Söz

Türkiye’yi yöneten ekip hiçbir kurala kaideye uymadan sistemle sürekli çatışarak, ülkenin kurumlarını, yerleşik normlarını sonuna kadar zorlayıp tahrip ederek uluslararası sistemle hep bıçak sırtı bir ilişki sürdürmeyi tercih ediyor. 2000’li yılların global para bolluğu sayesinde yaşanan refah döneminin bittiği, Türkiye’nin mevcut ekonomik modelinin katma değer yaratmakta zorlandığı bir dönemde hayali düşmanlarla yapılan itiş kakışlar ekonomiyi geri dönülmez bir şekilde tahrip ediyor.

Başarılarını ve varoluşlarını uzun süre serbest piyasa sistemine dayanarak sağlayan bir ekibin ve yandaşlarının sisteme göbekten bağlı olduğu düşünürsek bu yaşananların birçok gözlemcinin korktuğu gibi kapalı bir ekonomik sisteme (döviz giriş çıkışının serbest olmadığı kontrollü sistem) yöneliş anlamına geldiğini söyleyemeyiz.

Fakat sistemik risk yarattıkları her dönemde geri adım atmış olsalar da (örneğin Brunson krizinde “Dolar olsa nolur dolmasa nolur” deyip iş büyüyünce piyasa kuralları gereği sınırsız faiz artışına izin vermeleri veya yabancı bankalara ceza verip sistemden attıktan hemen sonra ürkerek bu cezayı kaldırmaları veya siyasal olarak ABD ile ağız dalaşına girip sonrasında mektup göndererek destek istemeleri gibi) yarattıkları tahribat geri dönülmez sonuçlara yol açıyor. Ekonomi ve uluslararası siyaset aynı noktaya geri dönemiyor ve Türkiye ekonomik olarak daha da zayıfıyor.

Dönemsel olarak yabancı yatırımcıların döviz kuruna spekülatif saldırıları olmuş olabilir, ancak uluslararası sistemin Türkiye’yi ve Türkiye’nin gelecekteki potansiyelini dışladığı iddiaları doğru değil. Batı’nın Türkiye’ye savaş açtığı tezi ise içi boş bir propaganda malzemesi. Türkiye hiçbir zaman Rusya’nın veya İran’ın yaşadığına benzer koordineli bir ekonomik ambargo veya finansal saldırı altında kalmadı. Türkiye Batı tarafından kollanan, sistem içinde tutulan bir ekonomi. Her türlü olumsuzluğa rağmen hâlâ Türk bankaları kolayca borçlarını çevirebiliyorlar.

Fakat ekonomi yönetiminin tek bir kişinin ağzına bakarak saygınlığını yitirmesi, hukukun rafa kaldırılarak miras hukukunun bile sorgulanır olması Türkiye’yi “kıyı ülkeler” seviyesine itiyor. Bu gidişat eksen değişikliği olarak değerlendirilmese de nüfüs büyüklüğü ve ekonomik potensiyel açısından benzeşen ancak çok farklı sorunlar yüzünden sürekli krizler içinde yaşayan İran ve Mısır ülke modellerine göz kırpıyor.

80 milyonluk genç bir nüfus yapısına sahip, Avrupa’nın hemen kenarında üretim becerisi olan Türkiye, Covid 19 sonrası kurulacak yeni dünyada yerini alabilir. Fakat bunun için demokrasi ve hukukun temel ilkelerine geri dönmesi şart. Mevcut modelin sorunları çözemediği ortada.

 Alternatif

Türkiye’nin uzun yıllardır Batı’yla kurduğu organik ilişki sonucunda oluşan ekonomik modelin tabii ki alternatifi olabilir. Bu tüketime dayalı modelden çıkılabilir, ancak her yıl milyonlarca gencine iş bulma zorunluluğu olan ülkenin bunu başarabilmesi için toplumsal bir mutabakat gerekiyor.

[i] Yatırım yapılabilir ülke notu dünyada sirkülasyon halindeki kaynakların Türkiye’ye düzenli olarak akabilmesi demektir. Herhangi bir yatırım fonu yatırım değerlendirmesi yaparken Türkiye varlıklarını da değerlendirir.