Bugün Türkiye, demokrasinin askıya alındığı, siyasi muhalefetin bastırıldığı ve toplumun tüm kesimlerinin sistematik biçimde ayrıştırıldığı yeni bir dönemece girmiş durumda. 19 Mart 2025 operasyonlarıyla somutlaşan süreç, devletin tek adam rejimine dönüşmesini ve bu rejimin meşruiyetini sağlayacak ideolojik zemini pekiştirmeyi amaçlıyor. Bu yeni aşamada, milliyetçilik ve İslamcılık sentezi toplumun büyük kısmını dışlayan, ayrıştıran ve kutuplaştıran bir araç olarak kullanılıyor. Artık açıkça görülüyor ki bu otoriter gidişata karşı mücadelenin tek yolu, toplumun farklı kesimlerinin bütünlüklü bir demokrasi cephesinde bir araya gelmesinden geçiyor. Bu mücadele sadece yüksek siyasetin merkezinde değil, halkların ortak cephesinde de şekillenecek.
Türk-İslamcı devletin 1980 darbesiyle başlayan ve bugüne kadar evrilerek gelen yapısı, en büyük etkisini toplumsal tabandaki ayrışmaları kalıcılaştırarak gösterdi. Alişan Akpınar’ın da özetlediği gibi, bu yapının en büyük başarısı, bugün karşısında duran %70’lik muhalif bloğu, sınıfsal, etnik ve mezhepsel fay hatları boyunca bölmeyi başarmış olmasıdır. Bu bölünme, yüksek siyasette sürekli olarak Sağ-Sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Laik-Anti Laik, Seküler-Dindar gibi ikilikler üzerinden yeniden üretiliyor; her yeni kriz, geçmişin acılarını hatırlatacak biçimde kışkırtılarak toplumsal hafızada derin izler bırakıyor. Her biri kendi içinde yürek dağlayan katliamlarla, travmalarla dolu bu kolektif maziler, ortak bir demokratik zeminde buluşmayı daha da zorlaştırıyor. Artık toplumun farklı kesimleri, en temel insani talepler konusunda bile yan yana durmakta zorlanıyor.
Sınıfsal temelli ortaklaşma fikri çoktan zemin kaybetmiş durumda. Neoliberal politikaların atomize ettiği bireyler, dijital çağın getirdiği kişiselleştirilmiş anlatılar içinde her anlamda kendi hikayesine kapanmış halde. Bu, ortaklaşmanın bir tür özveri, yani bireysellikten vazgeçme olduğu yanılgısını pekiştiriyor. Son yirmi yılda yaşanan tüm bu ayrışmalar, toplumun 20. yüzyıldan devraldığı siyasi ezberlerle yüzleşmesini geciktirdi ya da bu yüzleşmenin zaten yaşandığına dair sahte bir kanaat oluşturdu.
Bunun belki de en çarpıcı örneği Kürt meselesinde yaşandı. 1999’da Öcalan’ın yakalanmasının ardından Kürt meselesi, ilk kez bu kadar geniş bir toplumsal kesimin yüksek sesle tartıştığı bir başlık haline geldi. Silahlı mücadelenin yerini siyasal uzlaşıya bırakması gerektiği fikri giderek güç kazandı. HDP’nin kuruluş süreci ve “Türkiyelileşme” tartışmaları, bu yöndeki en önemli adımlardı. Özellikle HDP’nin Haziran 2015 seçimlerinde yüzde 13’ü aşan oy oranına ulaşması, sürecin kaderini belirleyen kritik bir eşik oldu. HDP’nin bu başarısı, iktidar bloğunda Kürt hareketinin giderek daha geniş bir toplumsal desteğe kavuşması ve siyaseten kontrol edilemez hale gelmesi kaygı yarattı. Bu dönem, Kürt halkı açısından bazı kısmi kazanımların elde edildiği, devlet açısından da kontrollü bir açılımın denendiği bir dönemdi. Ancak Rojava’da Kürtlerin fiili özerklik kazanması, buna bağlı yüksek siyasetteki çatışmalar ve dış dinamiklerin de etkisiyle süreç tıkanınca, tabandaki bu kırılgan uzlaşının kalıcı hale gelmesi de mümkün olmadı. Devlet, süreci tamamlanmış saydı; geri dönülmez bir yüzleşme yapıldığını varsayarak Kürt meselesini yeniden bastırılacak bir tehdit olarak tanımlamaya başladı.
Sonuçta bu mesele, önceki dönemlerde dahi konuşulabilen bir başlıkken, bugün artık toplumsal hafızadan bile silinmeye çalışılıyor. Aslında bu, son “süreç”e karşı halk tabanındaki ilgisizlikten de anlaşılıyor. Konuya dair heyecan ya da sorgulama bütün kesimlerde en alt düzeyde. Dijitalleşme sayesinde kişiye özel üretilen içerikler ve mikro hedeflemeli devlet söylemiyle birlikte, yeni kuşaklara Kürt meselesini anlamaya dair bir alan dahi tanınmıyor. Devlet dili, bu meseleyi gündeme getiren herkesi dışlamaya programlanmış durumda. Bugün sokaklara çıkan gençliğin büyük kısmı, Kürt meselesinin ne olduğuna dair temel bir bilgiye sahip değil; bir kısmı “Kürt”ün bile ne ifade ettiğini bilmiyor ya da anlamaya değer bulmuyor. Bu apolitikleşme yalnızca baskının değil, aynı zamanda bilinçli bir koparılmanın sonucudur. Devlet, Kürt hareketini diğer toplumsal muhalefet dinamiklerinden izole etmek için elinden geleni yaptı; bu izolasyon büyük oranda da başarılı oldu.
2000’lerle beraber, yüzleşilmek zorunda kalınan ikinci büyük mesele askeri vesayet oldu. AKP, askeri vesayetle hesaplaşma sürecinde sol-liberal demokratlar ve Gülen cemaati gibi farklı kesimlerle kurduğu taktiksel ittifakları ve Kürt hareketi ile yürüttüğü çözüm süreçlerini kendi iktidar hedefleri doğrultusunda ustalıkla kullandı; AB uyum reformlarından “Kürt açılımı”na, Ergenekon davalarından başörtüsü yasağının kaldırılmasına kadar pek çok adımı bu geniş koalisyonun desteğiyle attı. Ancak her kritik eşiğin ardından, dün omuz omuza mücadele verdiği bu müttefiklerini bir sonraki hamlesi uğruna gözden çıkarmaktan çekinmedi. AKP’nin kendi çıkarı için giriştiği bu ‘satma’ hamlelerinin halklar üzerindeki etkisi son derece yıkıcı oldu. Ortak bir düşmana karşı yan yana gelen farklı toplumsal kesimlerin ardından gelen bu ihanetler, geniş kitlelerin demokrasiye ve birbirine olan inancını ciddi biçimde sarstı. Bir dönem birlikte daha özgür ve adil bir gelecek kurulabileceğine inanılırken, her ihanet bu ortak gelecek tahayyülünü biraz daha zedeledi ve yerini derin bir güvensizliğe bıraktı. Her kesim, mücadeleyi tek başına vermeye mahkûm edilmişçesine yalnızlaştırıldı; böylece halklar arası dayanışma zemini zayıfladı ve “ya hep beraber ya hiçbirimiz” şiarının önemi çok daha acı bir şekilde ortaya çıktı. Sonuçta, yıllardır askeri vesayete karşı verilen mücadelenin sonunda beklenen demokratik atılım gelmedi; aksine, herkesin birbiri hakkında kuşku beslediği, hangi grubun ne zaman harcanacağını bilemediği bir düzen tesis edildi. Bu tablo toplumda onarılması güç yaralar açarken, farklı kimliklerin ortak mücadelesine duyulan ihtiyacı da hiç olmadığı kadar yakıcı hale getirdi. Bütün bu güvensizlik ortamının gölgesinde, dindar ve seküler kesimlerin karşılaşması da yıllar sonra kaçınılmaz hale geliyordu. Cemaatle birlikte yürütülen Ergenekon-Balyoz davalarının siyasi hesaplaşmalara dönüşmesi, demokratikleşme değil tasfiye politikalarının önünü açtı. 15 Temmuz’un ardındansa yalnızca Gülen yapılanması değil, devletteki tüm otonom güç odakları etkisizleştirildi. Erdoğan, bir yandan AKP içinde kendi liderliğine karşı gelişebilecek denge unsurlarını tasfiye ederken, öte yandan devlet aygıtını giderek daha fazla güvenlikçi ve milliyetçi kadrolarla yeniden şekillendirdi. Bu dönüşüm, otoriter rejimin kurumsallaşması sürecinde yeni bir aşamayı temsil etti.
Kürt hareketi, açılım sürecinde verilen sözlerin tutulmamasıyla; sol kesimler, hukuksuzluklara alet edilmeleriyle; inançlı ya da mütedeyyin kesimler ise, bir dönem ortak hareket ettikleri Erdoğan rejiminin sadakat dışındaki tüm aidiyetleri değersizleştirmesiyle yalnızlaştı. Bu süreçte Kürtler, sadece kendi taleplerinin bastırılmasıyla değil, aynı zamanda diğer tüm kesimlerin -kendi pozisyonlarını meşrulaştırmak için dolaylı ya da doğrudan- Kürtlere mesafe koymasıyla daha da yalnızlaştı. Bu durum, Kürt meselesinin diğer bütün fay hatlarını kesen, adeta tüm kimliklerin sınandığı bir turnusol haline gelmesine neden oldu. Her bir kesim, diğerini suçladı; oysa hepsi benzer biçimlerde araçsallaştırılmıştı. Bu kırılmalar, halkların birbirine duyduğu güveni erozyona uğrattı. Ortak bir gelecek tahayyülünün yerini, “kim kime ne zaman ihanet edecek” tedirginliği aldı. Bugün hâlâ süren karşılıklı güvensizlik ortamı, o yıllarda atılan adımların sonuçsuz bırakılmasının ve halkların bir kez daha yalnız bırakılmasının doğrudan mirasıdır.
Senelerdir mücadele edilen bir askeri vesayetten kurtulup Erdoğan rejimine mahkum olundu. Askeri vesayetin kurduğu, “Laik Demokratik Cumhuriyet”in belirli standartları vardı. DGM’ler, Cumhuriyet savcıları, OHAL süreçleri, Kontrgerilla gibi bir çok yerleşik yapıya rağmen, tüm süreç belirli bir kural çerçevesinde ilerliyordu. Erdoğan rejimi ise kurallara uymak değil, kuralsızca biat etmek üzerine kurulu. Pozitif akıl önemini tamamen yitirdi, Hatta düşünmek, kolaycılığın düşmanı olarak iyice gereksiz olarak addedilmeye başladı. Aslında Erdoğan devraldığı rejimin tüm araçlarını kendine göre revize etti, sonuca ulaşmak için önüne çıkan tüm fazlalıklardan kurtuldu ve Erdoğan modeli başkanlık sistemi geliştirdi. Bunu yaparken her çıkan soruna anlık çözümler bulduğu için, kuralsızlık kural haline geldi.
Bu reformist dönemin başlarında, özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında Avrupa Birliği ile uyum süreci ve reformcu söylemlerin etkisiyle görece bir demokratikleşme atmosferi yarattı. Bu sayede dindar-seküler halk kesimleri, uzun yıllar ayrı kamplarda yaşamış olmalarına rağmen kamusal alanda ilk kez gerçek bir karşılaşma yaşadı. Bu yüzleşme hem merak hem de temkin ile dolu idi. Seküler kesim, yaşam biçimine müdahale edilmesi korkusuyla temkinli olsa da, yeni iktidarın demokratik açılımları sayesinde dindar komşularını ve iş arkadaşlarını yakından tanıma fırsatı buldu. Dindar kesim ise cumhuriyet tarihinde ilk kez kendisini yönetimde ve kamusal görünürlükte temsil ediliyor görünmenin heyecanını ve onurunu taşıyordu. Bu karşılaşma anlarında her iki taraf da önyargılarıyla yüzleşti: Biri, “öteki”nin sadece karikatürlerden ibaret olmadığını fark ederken; diğeri, geçmişteki dışlanmanın yarattığı kırgınlığı dile getirme imkânı buldu. Kısa süreli ve yüzeysel de olsa bir normalleşme eğilimi hissedildi. Ancak bu kırılgan karşılaşma, Erdoğan rejiminin kutuplaştırıcı siyasetinin hızla güçlenmesiyle birlikte yerini yeniden kamplaşmaya bıraktı. Toplumsal barış ihtimali, siyasi çıkarların gölgesinde hızla buharlaştı.
İktidar, toplumdaki bu hassas yüzleşmeyi samimiyetle yönetmek yerine kendi politik çıkarları uğruna istismar etmeyi seçti. Daha ilk yıllardan itibaren “biz ve onlar” diliyle hareket eden siyasi söylem, dindarları mazlum “siyah Türk”, sekülerleri ise imtiyazlı “beyaz Türk” ilan eden popülist anlatılar benimsedi. Bu kutuplaştırıcı söylemler, her iki kesimin de korkularını körükleyerek onları yeniden cepheleştirmeye başladı. İktidar partisi, milliyetçi-muhafazakâr kitleyi bir tarafta, seküler kesimi diğer tarafta konumlandırıp kendi tabanını konsolide etme stratejisi güttü; toplumu ortak değerler etrafında birleştirmek yerine ayrıştırarak güç devşirmeye çalıştı. Sonuç olarak, toplumda filizlenmeye başlamış o kırılgan güven ortamı derin bir yara aldı. Giderek artan kutuplaşma, diyalog kanallarını tıkadı ve komşular, akrabalar arasındaki güven duygusunu bile zedeledi. İnsanlar adeta kendi mahallesine, kendi “akvaryumuna” sıkıştı; karşı mahallenin sesine sağır hale geldi.
Oysa bir dönem için farklı yaşam tarzlarına sahip insanların barış içinde bir arada yaşayabileceğine dair güçlü bir inanç doğmuştu. Toplumun geniş kesimleri, eski yaraların sarılabileceğini ve yeni bir toplumsal sözleşmenin mümkün olabileceğini umut etmişti. Bu tarihsel fırsat, iktidarın kısa vadeli siyasi hesapları uğruna heba edildi. Gelinen noktada her iki kesimin mensupları da kendilerini yalnızlaşmış hissediyor; ne tam anlamıyla bir araya gelebiliyor ne de ayrıştırıcı politikalara karşı birlikte hareket edebiliyorlar. Halkın bu yalnızlaşma ve bölünmüşlük hissiyatı, kısa bir süre sonra patlak verecek Gezi sürecinin toplumsal zeminini hazırlayacak ve Türkiye’nin yakın tarihinde derin izler bırakacak bir kırılmaya işaret ediyordu.
Toplumun yalnızlaşma duygusunun en yoğunlaştığı anda, 2013’te Gezi Parkı’nda yaşananlar, uzun süredir bastırılan bir birikimin patlaması oldu. Ağaçların kesilmesine karşı birkaç kişinin başlattığı eylemin, çadırların yakılmasıyla büyümesi, bir anda ülkenin dört bir yanında karşılık buldu. Uzun süredir birbirine temas etmeyen kesimler ilk kez sokakta, aynı anda, ortak bir deneyim etrafında bir araya geldiler. Seküler gençlik, aktivistlerle tanıştı; feministler, çevreciler, LGBTİ+ bireyler, mahalle dayanışmaları hep birlikte forumlar düzenledi. Bu, halklar için yalnızca bir protesto değil, bir “birbirini tanıma ve dinleme” deneyimiydi. İlk defa farklı seslerin yan yana durabildiği, ortak sloganlarla bir arada kalabildiği bir alan oluştu. Belki de o an, halklar kendilerinin kim olduğunu yeniden tarif edebilme, geçmişin yüklerinden arınma ihtimaline yaklaştı. Gezi, tam anlamıyla bir doğrudan demokrasi deneyimi halini aldı. Forumlar kuruldu, kararlar birlikte alındı, farklı gruplar ilk kez ortak bir zeminde iletişim kurdu. Bu süreç, uzun yıllardır bastırılmış olan toplumsal öz güveni yeniden yeşertti. İnsanlar, taleplerinin yalnızca seçim sandığıyla sınırlı olmadığını, sokağın ve kamusal alanın da bir hak arama mecrası olduğunu hatırladı. Devletin gözünde bu “kendiliğindenlik” fazlasıyla tehlikeliydi. Çünkü Gezi, bir siyasi partinin yönlendirmesi olmadan, halkın kendi öz örgütlenmesiyle gelişmişti.
Erdoğan, bu hareketi şahsi bir tehdit olarak algıladı ve onu şahsileştirerek bastırmaya yöneldi. Çıkıp “Valiniz, Belediye Başkanınız değil, doğrudan muhatabınız benim” dediği an, aslında kendi rejiminin temellerini atıyordu. O andan itibaren Gezi artık sadece bir çevre mücadelesi değil, Erdoğan’a karşı bir rejim sorgulamasına dönüştü. Ve belki de burada Gezi’nin en büyük hatası yaşandı: Tüm siyasal, sosyal, tarihsel problemler, bir kişinin şahsında toplanarak temsil edildi. Tüm itirazlar, Erdoğan’a yöneltildi ve böylece sistemin diğer katmanları, yapısal unsurları gözden kaçırıldı. Bu özneleştirme, Erdoğan’a karşı verilen mücadeleyi kişiselleştirdi ve siyasi arenayı onun etrafında dönen bir sahneye dönüştürdü. Diktatör olarak tanımlanan Erdoğan, bu sıfatı sahiplenerek yeni rejimini inşa etti. 15 Temmuz ile beraber, OHAL şartlarının da eklenmesi ile rejim kuralsızlığın kural olmasının meşru zeminini de elde etmiş oldu.
Gezi’nin bastırılmasıyla birlikte halkların kamusal alandaki görünürlüğü hızla geri çekildi. 2013 sonrası yaşananlar, yalnızca bir eylemin bastırılması değil; umut, özgüven ve dayanışma zemininin sistematik biçimde tasfiyesi anlamına geldi. Ancak bu süreç, siyasal olarak tamamen tek yönlü ilerlemedi. Gezi’nin ardından bir yandan otoriterleşme derinleşirken, diğer yandan çözüm süreci hâlâ sürüyordu ve Kürt hareketi meşru siyaset içinde daha görünür hale geliyordu. Özellikle 2015 Haziran seçimlerinde HDP’nin yüzde 13’ü aşan oy oranına ulaşması, halkların birlikte mücadele edebileceğine dair güçlü bir umut yarattı. Fakat bu umut kısa sürdü. Seçimden kısa bir süre sonra başlayan çatışma süreci, 7 Haziran–1 Kasım arasında hızla tırmanan güvenlikçi söylem ve artan saldırılarla birlikte tamamen bastırıldı. Aslında bu süreç, çok önemli bir kırılmaya tekabül ediyor. Erdoğan, cemaatin baskılarına karşı can havli ile geleneksel derin devlet yapıları ile ittifak kurmaktan geri durmamıştır. MHP’nin devreye girmesi ve iktidar ortağı olması da bu döneme rastlar. Kobani olayları bahanesiyle başlayan baskılar, HDP’li belediyelere kayyum atamaları, milletvekillerinin tutuklanması ve sivil alanın tamamen kriminalize edilmesiyle Kürt siyaseti nefes alamaz hale getirildi. Kürt halkı, Gezi’de yan yana geldiği kesimlerden destek görmemesiyle yalnız bırakılmış hissederken, devletin uyguladığı dışlayıcı dil yeni kuşaklarda Kürt meselesine dair ilgisizliği ve kayıtsızlığı büyüttü. Bugün birçok genç, bu ülkenin en temel meselesine dair ya bir bilgiye sahip değil ya da onu ‘gündem dışı’ görerek umursamıyor.
Sol kesimler açısından da tablo pek farklı değildi. Gezi sonrasında oluşan dayanışma ruhu, örgütsüzlük ve devlet baskısı karşısında hızla dağıldı. Bir kesim, umutsuzlukla siyasetten tamamen çekilirken, bir başka kesim ise hızla radikalleşti. Devletin Gezi’den itibaren uygulamaya koyduğu yeni baskı rejimi, solun kurumsal hafızasını hedef aldı. Sendikalar, dernekler ve öğrenci örgütleri birer birer işlevsizleştirildi ya da marjinalleştirildi. Sokağın siyasallaşma alanı olmaktan çıkarılmasıyla birlikte, sol da ağırlığını yeniden hissettirecek mecralardan uzaklaştı.
Müslüman muhafazakâr kesim ise bu dönemde başka bir sınavla karşı karşıyaydı. Uzun süredir dışlandıkları devlet mekanizmasında artık söz sahibiydiler. Bu güç, başta “bizim zamanımız geldi” duygusuyla karşılandı. Ancak çok geçmeden bu kazanımların eşit yurttaşlık temelinde değil, iktidara sadakatle ölçüldüğü anlaşıldı. Müslümanlar da kendi içlerinde bölündü: bir kısmı rejime eleştirel yaklaştığında tasfiye edildi, bir kısmı ise siyasi iktidarla özdeşleşti. Böylece toplumsal kutuplaşmanın diğer ucunda konumlandılar. Bir zamanlar laik elitin dışladığı bu kesim, bugün Erdoğan rejiminin çizdiği sınırlar içinde düşünmeye zorlanan bir kitlenin parçası haline geldi. Devletle kurdukları yeni ilişki onları halktan değil, iktidardan yana hizalanmaya itti. Bir kısmı bir noktadan sonra, o da Erdoğan rejimi onları ötekileştirdiğinde, muhalefete geçtiler ama o gün de ortada muhalefet diye bir mefhum kalmamıştı.
Tüm bu bastırılmışlık hali, yalnızca o dönemin değil bugünün de zeminini hazırladı. Gezi sonrası oluşan yalnızlık duygusu, halkların birbirine güvenini kökten sarstı. Kürtlerin yalnızlığı, solun dağınıklığı, dindar kesimin içe kapanışı derin bir parçalanmışlığa yol açtı. Bugün sokağa çıkan gençlerin çoğu, o dönem yaşananları bilmiyor; bilenler ise örgütsüz, dağınık ve yönsüz. Öfke var ama hedef net değil; dayanışma arzusu var ama adresi yok. Gezi’nin umut vadeden ortaklığı bastırıldıkça, bugünkü dağınıklığın kolektif hafızasını oluşturdu. Bu yüzden bugün verilecek her mücadele, sadece otoriterliğe karşı değil; aynı zamanda birbirinden koparılmış halkların yeniden buluşabilmesi için de verilmek zorunda.