Geçmişin yalnızlıklarının ve güvensizliklerinin içinden, bugün yeniden sokaklara taşan bir hareket doğdu. 19 Mart 2025’te başlayan ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla tetiklenen bu süreç, görünürde tek bir isme yönelik adaletsizliğe karşı bir tepki; fakat aslında yıllardır bastırılan öfkenin, hayal kırıklıklarının ve kırılmış umutların birikimiyle şekillendi. Yalnız bırakılmış halklar, şimdi yeniden yan yana durma ihtiyacını duyuyor. Ancak bu yan yanalık ne geçmiştekine benziyor ne de kolay bir ortaklığa dönüşüyor. Sokağa çıkan gençlerin büyük kısmı örgütsüz, deneyimsiz ama öfkeli. Onların yanında yer alan siyasi yapılar ise hem bu dalganın öncüsü olmak istiyor hem de onun doğrudan öznesi olmaktan çekiniyor. Bugün oluşan yeni toplumsal hareketlilik, sadece otoriterliğe karşı bir başkaldırı değil; aynı zamanda yeni bir birliktelik arayışının, yeni bir halklar cephesinin zeminini yaratma ihtimali taşıyor.
19 Mart’ta Sokağa Çıkan Kitlenin Profili
19 Mart’ta yaşanan, seçimli otokratik sistemin sürdürülebilmesi için oynanan aday belirleme sürecine bir darbe yapılmıştır. Bu darbe girişimine karşı, sokağa çıkılarak güçlü bir “hayır” denilmiş oldu. Ancak burada hayır diyenler kimler, ona iyi bakmak lazım. 19 Mart’taki İmamoğlu gözaltısı haberiyle birlikte Türkiye genelinde patlak veren protestolara katılan kitle büyük ölçüde gençlerden oluşmaktadır. Kızılay’daki eylemlere dair yapılan bir saha araştırmasına göre protestocuların yaklaşık %94’ü 35 yaş altı, çoğunluğu ise üniversite öğrencisi veya yeni mezun gençlerdir. Bu kuşak, hayat pahalılığı, adaletsizlik ve geleceksizlik baskısı altında yetişmiş; gelecek umutları ellerinden alınmış bir nesil olarak çaresizlik ve öfkeyle sokağa fırlamıştır. Nitekim bu öfke, pek çok gencin ilk defa sokak eylemine katıldığı bu gösterilerde, kimi zaman kontrolsüz biçimlerde ifade edildi. Protestoların ilk günlerinde polis barikatlarını zorlamaya yönelik taşkın girişimler yaşanması üzerine CHP lideri Özgür Özel’in kitleye “polise saldırılmaması” uyarısı yapması bu durumun bir göstergesiydi.
Genç eylemcilerin profili incelendiğinde, alışılmış sol gruplardan ziyade Atatürkçü ve milliyetçi kimliklerin ön planda olduğu dikkat çekiyor. Ankete katılan protestocu gençlerin %55,6’sı kendini Atatürkçü, %16,9’u milliyetçi olarak tanımlarken, sadece %10 kadarı sosyalist kimlik beyan etmiştir. Yani Türkiye siyasal tarihinde görülen en genç protestocu profillerden biri, aynı zamanda önemli ölçüde ulusalcı-milliyetçi değerlere sahip, ilk kez sokaklara çıkan örgütsüz kitlelerden oluşmaktadır. Bu gençlik hareketi örgütsüz ve deneyimsiz olsa da kesinlikle bilinçsiz değildir. Tam tersine, maruz kaldıkları derin ekonomik kriz, artan baskılar ve liyakatsizliğe karşı biriken öfke ile rejime meydan okumaktadırlar. Sokakta yankılanan “Hükümet istifa!”, “Faşizme karşı omuz omuza!” gibi sloganlar, tepkinin salt İmamoğlu’na yapılan haksızlığa değil, genel olarak otoriter iktidara yöneldiğini göstermektedir. Bu yeni kuşak, mevcut iktidarla devam edilirse ülkenin durumunun daha da kötüleşeceğine inanmakta ve değişim talep etmektedir.
Öte yandan, gençlerin önemli bir çelişkisi de siyasal önderlik boşluğudur. Hayatlarında ilk kez eyleme atılan bu kitle, örgütlü bir öncünün yokluğu nedeniyle tepkisini belli bir siyasi kanal içine oturtmakta zorlanıyor. Nitekim protestocu gençlerin büyük bölümü aslında CHP’ye karşı da kızgınlık beslemektedir; zira muhalefetin yıllardır etkisiz kalması onların sabrını tüketmiştir. Yine de mevcut örgütsüzlük koşullarında, pek çoğu ideolojik olarak CHP’nin çizdiği dar çerçevenin dışına çıkamamakta, tepkisini o sınırlar içinde dile getirmektedir. Bu durum, öfkenin kontrolsüz çıkışlarının yanı sıra, kitle hareketinin kolayca ana akım muhalefetin etkisi altına girebilmesine de yol açmaktadır. Gençlik, kendi bağımsız örgütlülüğünü yaratamadığı ölçüde protestoların yönünü CHP gibi güçlerin belirlemesi kaçınılmaz olmaktadır. Yine de tüm eksikliklerine rağmen, apolitik gözüken bu genç neslin bağrında büyüyen çelişkilerin sokakta görünür hale gelmesi son derece olumlu ve umut vericidir. İlk defa sokak mücadelesi tecrübesi yaşayan binlerce gencin politizasyonu, ileride daha örgütlü ve bilinçli bir toplumsal muhalefetin filizlenmesi için uygun bir zemin yaratmıştır.
Yukarıda saydığımız kesimlerin hepsi tek bir bütün halinde değiller. Zaten diktatörlük ile demokrasi ile yönetilme tercihi arasında bir cepheleşme sarih olarak oluşmuş olsa, başka bir şey konuşuyor olurduk. Bugün sokağa çıkanların bile büyük kısmı CHP destekçisi değil. CHP ise oyunu hala yüksek siyaset ekseninde oynuyor ve oynamak da zorunda. Sokak eylemleri ile “hayır” demek ve durdurmak önemli ancak bundan sonrasında ne yapılacağı çok önemli. Direnişin alt sınıflara ve özellikle Kürtlere yayılmasının, yayılmasından öte tüm kesimlerin bütünleşmesinin yollarını aramak en önemli sınavlardan biri olacak. Burada önemli iki cephe olacak gibi görünüyor.
- Cephe: Yüksek Siyaset Cephesi
CHP’nin Tutumu: Popülist Dalgayı Sürme Çabası ve Özgür Özel’in Liderlik Sınavı
19 Mart sürecinde ortaya çıkan beklenmedik halk hareketi, ana muhalefet partisi CHP’yi alışılmadık bir sınavla karşı karşıya bıraktı. İktidarın, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu şafak vakti evi basılarak gözaltına aldırması ve akabinde tutuklatması adeta bir “sivil darbe girişimi” olarak algılandı. Bu sert hamle, CHP yönetimini de bir karar noktasına getirdi: Ya önceki alışkanlıkla “sokağa çıkmayıp hukuk yoluyla itiraz” çizgisinde kalacaklar ve böylece rejimin hamlesini kabullenmiş olacaklardı ya da yıllar sonra ilk kez sokakta aktif direnişe öncülük edeceklerdi. Tabanından yükselen büyük basıncın da etkisiyle, CHP yönetimi sonunda kontrollü bir direniş yolunu seçmek zorunda kaldı. Nitekim 19 Mart’tan itibaren gelişen kitlesel eylemler süreci, bugüne dek “Bizi sokağa çekmek istiyorlar, çıkarsak ezerler” diyerek pasif kalmayı tercih eden CHP çizgisinin ne kadar hatalı olduğunun itirafı niteliğindeydi. Özgür Özel liderliğindeki yeni yönetim, rejimin bu meydan okumasına karşı halk hareketinin önünde durmak yerine onunla birlikte hareket etmeye yöneldi. Bu karar CHP için bir hayati dönemeç anlamına geliyordu ve Özgür Özel açısından da gerçek bir liderlik sınavının başlangıcı oldu.
CHP, sokaktaki bu öfke dalgasını sürdürürken geniş halk kesimlerini kucaklamak amacıyla söylemini popülist bir milliyetçilik eksenine oturttu. Protestolarda CHP’li siyasetçiler sürekli Türk bayrakları ve Atatürk vurgusuyla sahne aldı; böylece kitle hareketine damgasını vuran ulusal simgeler, söylemler ve duygular partinin politik çizgisiyle harmanlanmaya çalışıldı. Amaç, ortaya çıkan enerjiyi “milletin haklı tepkisi” söylemi altında birleştirerek CHP’nin hegemonyasında tutmaktı. Nitekim Saraçhane’de toplanan kalabalığın, CHP İstanbul İl Başkanı ve Özgür Özel ile adeta pazarlık yaparak partiyi eylemleri koordine etmeye zorlaması sonrasında, CHP yönetimi kitleye öncülük rolünü üstlenmeye istekli göründü. Özel, protestoları radikal bir kopuş söylemi yerine cumhuriyetçi-milli bir duruşla ifade etmeye özen gösterdi. Örneğin eylemlerin devamında yaptığı konuşmalarda sık sık “Cumhuriyetimize sahip çıkmak” temasını işleyerek, tepkileri sistem karşıtı bir isyana değil sanki Atatürk’ün mirasını savunmaya yönlendirdi. CHP kurmayları bu süreçte halkın öfkesini düzen içinde kanalize etmek için “meşru hak arama” çerçevesini vurguladılar ve özellikle şiddetten kaçınılmasını telkin ettiler. Özgür Özel 21 Mart’ta kalabalığa seslenirken polise mukavemet edilmemesi yönünde çağrı yaparak protestoların barışçıl kalmasını istedi. Bu tavır, bir yandan hareketin meşruiyetini korumaya yönelik taktik bir hamle iken, diğer yandan CHP’nin kontrolü kaybetme korkusunu da yansıtıyordu. Üstelik bu korku sadece kitleyi dizginleme ihtiyacından değil, iktidarın olası sert müdahalesinin yaratacağı yıkımdan da kaynaklanıyor olabilir.
CHP yönetimi ayrıca kitle hareketinin sürdürülebilirliğini sağlamak adına popülist ekonomik adımlar da attı. Protestoların ilk günlerinde sosyal medyada, iktidara yakın markaların boykot edilmesi çağrıları hızla yayıldı. Özellikle üniversiteli gençler arasında, hükümete yakınlığıyla bilinen bazı zincir kafe ve markalara karşı tepkiler örgütlenmeye başladı. Espressolab gibi markalar boykot listelerinin başına yazılırken, iktidar yanlısı sermaye gruplarına karşı bir “cüzdanla direnme” dalgası oluştu. Bu taban inisiyatifi, kısa sürede siyasi partilerin de gündemine girdi. CHP, bu çağrılara kayıtsız kalmadı; bazı parti yetkilileri boykotları doğrudan desteklediklerini açıkladı. Bu tür radikal ve ekonomik içerikli çıkışlar, CHP’nin geleneksel çizgisine pek uymasa da, Özgür Özel yönetiminin protesto dalgasını büyütmek ve tabanının moralini yüksek tutmak istediğine işaret ediyordu. Özgür Özel, partisinin haftalık grup toplantılarını Ankara yerine İstanbul sokaklarında yaparak meydan okur bir görüntü sergiledi. Hatta iktidarın baskılarını “faşizme karşı meydan okuma eylemi” olarak niteleyip kitlenin cesaretini besleyen açıklamalar yaptı. Tüm bu adımlar, CHP’nin bu süreçte kitle hareketinin sırtında sörf yapmaya çalıştığını gösteriyor: Parti, yükselen dalganın üzerine çıkarak hem rejime karşı mücadelede inisiyatif almayı hem de kendi kitlesini genişletmeyi hedeflemekteydi. Örneğin, 2 Nisanda toplu boykot hareketi, gençlerin ortaya attığın boykot sürecinin devamı olarak ortaya çıkmıştır. Tüketimden gelen gücü kullanmak açısından çok anlamlı ve doğru bir harekettir. Bu harekete CHP tarafından verilen destek de bu anlamda etkili olmuş, nasıl belirlendiği tartışmalı marka listelerinin oluşturduğu karmaşadan çok daha anlamlı bir sonuç elde edilmiştir. Yine de bu hareketin nasıl devam edeceği, CHP açısından sermayeye meydan okunduğu sürece, iktidar yolunda önünü kesecek bir jest olarak kalmaya devam edecek.
CHP’nin bu stratejisi çelişkilerle dolu ince bir dengeyi gerektiriyordu. Bir tarafta sokağın ateşini harlayacak kadar cesur davranmak, diğer tarafta ise devlet aygıtının sert tepkisini çekecek adımlardan kaçınmak zorundaydılar. Özgür Özel açısından, hem gençlik hareketinin enerjisini arkasına alıp partisini büyütmek hem de kontrolden çıkabilecek bir toplumsal patlamayı yönetebilmek kritik bir sınav halini aldı. Özel, bir yandan kitlelerin “Hükümet istifa” talebine sahip çıkarak cesur bir muhalefet portresi çizdi; öte yandan da “provokasyona gelmeme” çağrılarını yineleyerek hareketin çizgisini CHP’nin belirlediği sınırlar içinde tutmaya çalıştı. Dahası, CHP’nin bu süreçte Kürt siyasi hareketiyle olan mesafesini koruması da dikkat çekiciydi. Zira CHP yönetimi, kitle hareketine damga vuran milliyetçi rüzgârı arkasına alarak mümkün olduğunca geniş (hatta iktidar blokundan kopacak) kesimleri kendine çekmeyi umuyordu. Bunun bedeli olarak da Kürtlerle görünür bir yakınlaşmadan kaçınmak, hatta onları küstürme pahasına milli hassasiyetleri okşamayı göze aldı. Milliyetçi seçmeni ürkütmemek adına semboller ve söylemler dikkatle seçildi. Ancak bu tutum, her zaman dışlayıcı bir stratejiyle ilerlemedi. Mansur Yavaş’ın Kürtleri hedef alan açıklamaları sonrasında Özgür Özel’in kamuoyu önünde özür dilemesi, CHP’nin bu dengeyi gözetmeye çalıştığını da gösteriyor. Yine de bu çelişkili tavır, Kürt kamuoyunda güvensizlik duygusunu derinleştirdi. Özgür Özel liderliğindeki CHP’nin, iktidarın “CHP-DEM ortaklığı” propagandasını boşa çıkarmak adına oldukça temkinli bir dil kullanması ve protestolarda Türk bayrağı dışındaki tüm sembolleri arka plana itmesi bu stratejinin parçasıydı. Sonuç olarak Özgür Özel, hem radikal bir halk hareketinin lideri gibi görünme hem de devletçi-milliyetçi çizgide kalma ikilemini yönetmeye çalışarak siyasi kariyerinin belki de en zor liderlik sınavını vermektedir.
CHP’nin iktidar alternatifi olabileceğini göstermesi gerekiyor; ülkeyi yönetme konusunda içeride ve dışarıda birçok dengeyi koruyacağına güvenilecek bir iktidar alternatifi. CHP şu anda dipten gelen dalganın üzerinde sörf yapmaya çalışıyor. Bu, gücünü göstermek için de doğru hamle. Ancak tabandan gelen dalga, şu anda sistemik olan her şeye karşı, biraz anarşist, çokça milliyetçilikte buluşan, kuralsız, sadece çok temel noktalarda ilkeleri olan bir dalga. Bu dalga öyle bir dalga ki, CHP’nin (sırf oyları için stratejik de olsa) cepheye katmaya çalıştığı Kürtleri dışarı itiyor. Bunu yönetmeye çalıştıkça CHP, popülist bir söyleme yönelmek durumunda kalıyor. Popülistliğin ve dolayısı ile milliyetçiliğin dozu arttıkça, %70’lik cephenin en örgütlü ve güçlü öğesi olan Kürtler cephenin dışına itiliyor. Popülist milliyetçilikle yetişmiş gençliğin lümpenliğinin belirleyiciliği CHP’nin stratejisinde de etkili oluyor. Tüm bu karışık yapıda liderlik ederken Özgür Özel zor bir sınav veriyor ve çok da başarısız değil. Ancak yükselen muhalefete liderlik etmek ile iktidar alternatifi olmak arasında fark var. Sermaye, devlet kurumları ve bir çok konuda şu an kullanılan dil ile CHP’nin bu anlamda çok bir şansı olmayacaktır. İstanbul’da kayyumu engellemek için kurulan sıcak cephe sona erdikten sonra başka bir yol çizilmesi gerekecektir.
Kürt Hareketinin Cephenin Dışında Bırakılması
19 Mart’ta yükselen bu toplumsal tepki cephesinin en dikkat çekici eksiklerinden biri, Kürt hareketinin gözle görülür biçimde dışında kalması oldu. Halbuki Türkiye’de geçmiş büyük muhalefet atakları (2013 Gezi, 2017 Adalet Yürüyüşü vb.) söz konusu olduğunda Kürt siyasal dinamiğinin tavrı hep gündemde olur, katkısının olup olmayacağı hep denklemde yer alır, iktidar cephesi tarafından ilk önce HDP ve Kürtler hedefe konulurdu. Bu defa ise iktidar cenahı, Kürt hareketini cepheden uzak tutmak için özel bir strateji izledi. Erdoğan, İmamoğlu’na ve CHP’ye yönelik hamleye girişirken bir yandan da perde arkasında Kürt tarafıyla bir “süreç” yürütmeye başladı. Bu süreç kapsamında Öcalan’la görüşme ayarlayacağı, Newroz için bir mesaj getireceği gibi vaatler ortada dolaştı; fakat iktidar kanadı somut hiçbir adım atmadığı gibi oyalayıcı tutumları Kürt cephesinde şüphe uyandırdı. Nitekim beklenen Öcalan görüşmesi gerçekleşmedi, Newroz mesajı gelmedi; bunun sonucunda Kandil çevresinden yapılan açıklamalarda ciddi bir güvensizlik ve kaygı dile getirildi. Erdoğan rejiminin hedefi açıktı: Kürt hareketinin elini kolunu bağlayıp onu CHP’den tümüyle uzaklaştırmak ve böylece toplumsal muhalefeti bölmek. Kısmen bunda başarılı da oldular; zira protestoların ilk günlerinde DEM tabanı kitlesel olarak sokakta görünmedi, Kürt illerinde İmamoğlu’na destek eylemleri oldukça sınırlı kaldı. Buna karşılık, Newroz kutlamalarında İmamoğlu’na yönelik eleştirilerin öne çıkarılması ve bu mesajların özellikle iktidar yanlısı medyada geniş şekilde servis edilmesi dikkat çekiciydi. Aynı süreçte, Zafer Partisi kitlesi ise ekranlara sıkça taşınarak muhalefetin milliyetçi ekseni özellikle görünür kılındı. Bu çerçevede Kürt tabanının geri çekilmesi sadece bir siyasi strateji değil, aynı zamanda bir algı yönetimi meselesi haline getirildi.
Kürt hareketinin temkinli duruşunun bir diğer nedeni de CHP yönetiminin söylemiydi. İmamoğlu’nun tutuklanmasına karşı gelişen tepkiye destek verirken bile, HDP kanadı CHP’nin milliyetçi dilinden ve olası bir “yine yalnız bırakılma” senaryosundan endişe duyuyordu. Geçmişteki ittifakların yükü hâlâ belleklerde ağırdı: 2019 yerel seçimlerinde ve 2023 cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’ye destek veren Kürt seçmen ve HDP, bunun karşılığında kalıcı bir demokratik açılım görememiş, aksine seçim yenilgisi sonrası CHP’nin hızla sağa kaymasına tanık olmuştu. Özellikle 2023 seçim sürecinde CHP’nin, iktidarın baskısıyla HDP’yi görünmez ortak konumuna itip Kürt taleplerini dile getirmekten kaçınması, Kürt hareketinde derin bir güvensizlik yaratmıştı. Şimdi 19 Mart krizi patlak verdiğinde CHP yine benzer bir çizgide durdu: Sokak hareketini “Türkiye ittifakı” ekseninde tutmaya çalışırken, Kürtlerin özgün hassasiyetlerine dair pek mesaj verilmedi. Bu durum, Kürt hareketinin “CHP’nin eylemci kitlesi” gibi algılanmamak adına mesafesini korumasına yol açtı. Nitekim DEM Partisi Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın bu dönemde yaptığı açıklamalarda, bir yandan “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” vurgusu yapılırken, diğer yandan da muhalefetin ortak zeminine dair kapılar da tamamen kapatılmadı. Zaten aynı günlerde DEM Parti, bazı CHP mitinglerine kurumsal düzeyde katılarak bu mesafeyi tümden kopuşa dönüştürmediğini gösterdi. Öte yandan bu temkinli yaklaşımı belirleyen faktörlerden biri de sokaktaki çelişkili tabloydu. Zafer Partisi tabanının özellikle Kürt karşıtı söylemleriyle provokatif çıkışları, Bozdoğan gibi grupların polisle zaman zaman çatışarak sokakları domine etmeye çalışması ve tüm bunlara karşı güvenlik güçlerinin fazlasıyla toleranslı davranması, Kürtler açısından bu eylemlere dair çekinceleri artıran bir başka etkendi. Kısacası, Kürt hareketi bu süreçte ne iktidarın sözde uzlaşma tuzağına düştü ne de koşulsuz biçimde CHP’nin peşine takıldı – kendi ayrı duruşunu muhafaza etti.
Bununla birlikte 19 Mart’ta başlayan hamleye karşı Kürt cephesi tamamıyla kayıtsız kaldı demek de yanlış olur. Gelişmelerin seyrinde, özellikle iktidarın vaat ettiği hiçbir adımı atmaması ve baskılarını sürdürmesi üzerine, Kürt hareketi temkinli destek pozisyonuna geçti. Örneğin, Özgür Özel CHP Genel Başkanı sıfatıyla partisinin tarihinde ilk defa Diyarbakır Newroz’u için bir mesaj göndererek Kürt halkına seslendi. Mesajında “Hiçbir zalim ve Dehak kardeşliğimizi bozamayacak” diyerek iktidara karşı birlikte mücadele vurgusu yapması Kürt kamuoyunda olumlu bir jest olarak karşılandı. Keza önce daha ilk gün Bakırhan ve Hatimoğullari CHP’yi ziyaret ederek desteklerini açıkladılar. İstanbul Newrozundan sonra da Saraçhaneye giderek, İmamoğlu’na yönelik bu operasyonun hukuk dışı olduğunu belirten ve demokratik tepkinin meşru olduğunu dile getiren açıklamalar yaptılar. Yani siyasal destek anlamında Kürt hareketi muhalefet cephesine katkı sundu, ancak kitlesel gücünü sahaya sürme konusunda oldukça temkinli davrandı. Bu temkinlilik, bir yandan iktidarın provokasyonlarına mahal vermeme stratejisiydi; çünkü Kürt tabanının yoğun biçimde sokağa çıkması, Erdoğan’ın propagandasında protestoların “PKK tarafından kışkırtıldığı” yalanına zemin hazırlayabilirdi. Nitekim iktidar medyası, Kürt siyasi yapılarının en ufak desteğini bile büyük bir ikiyüzlülükle “CHP-PKK işbirliği” manşetlerine çevirmeye çalıştı. Öte yandan bu temkinli duruş, CHP’ye de bir mesaj niteliği taşıyordu: Kürtler olmadan yürütülen bir demokratik mücadelenin eksik kalacağı mesajı… Gerçekten de Kürt halkının aktif katılımının olmadığı bir muhalefet hareketi, nicel ve nitel olarak sınırlı kalmaya mahkûmdur. Halkların ortak talepleri etrafında birleşmediği bir cephede iktidarın “böl-yönet” taktikleri her zaman işlemeye açıktır.
Sonuç olarak 19 Mart sürecinde Kürt hareketi cepheye dışarıdan destek veren, fakat içine tam olarak dahil olmayan bir pozisyonda kaldı. Bu tablo, geçmişte kurulamamış güven köprülerinin yansımasıdır. CHP’nin zaman zaman Kürtleri dışlayan dili, iktidarın baskıları ve Kürt tarafının yaşadığı hayal kırıklıkları böyle bir mesafeye yol açmıştır. Ancak gerek CHP kanadında Özgür Özel’in Diyarbakır Newroz’unda uzattığı el, gerek DEM çevresinin demokratik tepkiye sahip çıkan açıklamaları, ilerisi için yeniden bir yakınsama zemini olabileceğine işaret ediyor. Eğer ki bu hareket başarıya ulaşacaksa, Türk ve Kürt emekçilerinin, gençlerinin ortak mücadelesiyle ulaşacaktır. Bu da her iki tarafın birbirine güvensizlik duyan değil, omuz omuza dayanışma gösteren bir hattı örmesini gerektirir. Şimdilik mesafeli duran Kürt hareketini kazanmak, onu cepheye tam anlamıyla dahil etmek muhalefetin önünde duran önemli bir görev olarak belirmektedir. Aksi halde toplumsal muhalefet cephesi, en kararlı ve bedel ödemeye hazır güçlerinden birini yedek kulübesinde tutmaya devam edecektir ki bu da iktidarın ekmeğine yağ süren bir zaaftır.
- Cephe: Halkların Cephesi
Halklar geçtiğimiz 45 yılda, ayrıştırılan ve kutuplaştırılan küçüklü büyüklü topluluklardı, hala da öyleler, bir farkla; bugün örgütlü olan kesim çok azaldı, umutları kırıldı, örselendi. Bugün ses çıkaranlar, sokaklarda eylem yapanlar, bugüne kadar bu baskı ile birebir karşılaşmayanlar. Birçoğunun, sadece yaş itibari ile de değil, ilk eylemleri. Ne yapacaklarını bilmeden tepki gösteriyorlar. Örgütlü kesimler bu harekete tam olarak entegre olamıyor. Her birinin bu eylemin çatısı olmak durumunda kalan CHP ile bir mazisi var. Bugün aynı cephede olan kitlelerin bir kısmı geçmişte başka bir vesile bir diğerine eziyet etti. Dönem dönem yan yana durmayı becerenler oldu ama bu yan yanalık hiçbir zaman yüksek siyaset seviyesinde olmadı. Dolayısı ile bu hareket CHP’den bağımsız olarak halkların arasında, bir diyalog imkanı yaratmaya vesile haline getirilmelidir. Bu diyalog, 45 senedir körüklenen bütün kutuplaşmalarla bir hesaplaşma anlamı da taşıyacaktır. Yüzleşmelerin bu sefer yüksek siyasette, AKP anlatısında değil, gerçekten yaşanması imkanı sağlanmalıdır. Ancak bir o kadar önemli olan, iyice apolitikleşmiş orta sınıfın halkların gerçekleri ile karşılaşmasını sağlamak olacaktır. Bunu sadece Kürt meselesi gibi zor ve komplike konularda değil, yaşam tarzı gibi ezberlerde de yapmak gerekli. Birbiri ile ilk defa karşılaşan, yankı odalarının dışına ilk defa çıkan kitlelerle, birbirini dinlemeyi yeniden öğreneceğimiz bir süreç bizi bekliyor. Bugüne kadar ezber ettiklerinin tam tersi ile yüzleşmeleri gerekecek bir çok kişinin. Empati ve sabır bu süreçteki en çok ihtiyaç duyulan kavramlar olacak. Tabi ki bir kısmı için mümkün olmayacak ama diyalogdan vazgeçmeden, mücadeleye devam edecek bir halk cephesi oluşturmaktan başka şansımız yok. Halklar yüksek siyaseti siyasetçilere bırakıp, birbirine kendini anlatmaya başlamalı. Yerelden başlayarak kendi demokrasimizi inşa etmeliyiz. Bu yaklaşımın bir örneği, daha önce kaleme aldığım “Halkların Demokrasisi” yazısında tarif etmeye çalıştığım “gerçek kent uzlaşısı” kurmak olabilir. Farklı toplumsal kesimlerin, yerel ölçekte ortak sorunlar ve müşterek talepler etrafında bir araya gelmesi, hem birbirinden uzaklaşmış gruplar arasında yeni bir diyalog zemini yaratmayı hem de kurumsal siyasetin dışında bir halk iradesi üretmeyi sağlayacaktır. Bugün, halkların yeniden birbirine yaklaşması ve geleceği birlikte kurabilmesi için bu tür yerel, çoğulcu ve tabana dayalı örneklere her zamankinden fazla ihtiyaç var.
“Yüksek Siyaset” ile “Halk Cephesi”nin Ayrı Yürütülmesi Gereği
19 Mart süreci, Türkiye muhalefetine dair önemli bir ders ortaya koymuştur: Yüksek siyaset (yani parlamenter arenadaki mücadele, parti üst yönetimlerinin hamleleri, seçim ittifakları vs.) ile halkın sokağa dayanan mücadelesi birbirine bağlı ama özünde bağımsız kulvarlardır. Son yıllarda muhalefet, bütün umutlarını seçim sandığına ve üst düzey pazarlıklara bağlamış; kitle hareketlerini ise ikinci plana itmişti. Ancak İmamoğlu’nun tutuklanması bardağı taşıran son damla olup halkı patlama noktasına getirince görüldü ki sandığa sığmayan bir toplumsal öfke mayalanmıştır. Halk geniş kitleler halinde “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” sloganlarıyla meydanlara akarken, bu mücadeleyi ne tek başına CHP’nin üstlenebileceği ne de sadece seçimle sınırlanabileceği anlaşılmıştır. Sokakta kendi gücünü hisseden kitle, eğer bu saldırı püskürtülemezse bir daha özgür bir seçim görme ihtimalinin bile kalmayacağına inanarak hareket etmektedir. Yani temsilî demokrasinin kanalları tıkandığında, halk meşru tepkisini doğrudan eylemle göstermek zorunda kalmıştır.
Bu noktada, halk cephesi ile yüksek siyasetin diyalektiği devreye girmektedir. Birbirinden ayrı kulvarlarda yürüseler de, bu iki mücadele alanı birbirini etkileyip dönüştürme potansiyeline sahiptir. Nitekim 19 Mart sonrası yaşananlar bunun somut kanıtıdır: Tabandan, özellikle de üniversiteli gençlikten yükselen basınç olmasaydı CHP yönetimi sokak direnişi kararını alamayacaktı. Gençlik ve halk kitleleri kendi inisiyatifleriyle sokağa dökülerek adeta CHP’yi de harekete geçmeye zorladı. CHP de bu basıncı görüp ilk kez kontrollü de olsa sokağa çıkmayı göze aldı ve rejime meydan okudu. Yani halk cephesindeki hareketlilik, yüksek siyaseti cesaretlendirmiş; yüksek siyasette alınan direniş kararı ise kitlelere kısmen meşruiyet ve koordinasyon imkânı sağlayarak hareketi büyütmüştür. Bu karşılıklı etkileşim son derece kritiktir, fakat her iki cephenin de özerkliğini koruması şartıyla… Eğer ki halk hareketi CHP’nin siyasal sınırları içine çekilir veya yüksek siyasetin pazarlıklarında bir araca dönüşürse, taşıdığı devrimci potansiyeli hızla yitirebilir. CHP gibi siyasal odaklar ise halktaki bu enerjiyi görmezden gelir veya onu bastırmaya kalkarsa, yalnızca bu hareketi değil kendi meşruiyet zeminlerini de kaybetme riskiyle karşı karşıya kalacaklardır. Bu sebeple iki cephenin kesin ayrılığı ilkesi, başarı için anahtar görünüyor: Halk, kendi talepleri doğrultusunda örgütlü mücadelesini sürdürmeli; muhalefet partileri ise bu mücadeleyi destekleyip kolaylaştırmalı ama onu kontrol altına almaya kalkmamalıdır.
Türkiye yakın geçmişi bize muhalefet hareketlerinin çoğu kez partilerin siyasi gündemine hapsedildiğini ve bu durumun toplumsal enerjiyi tükettiğini gösteriyor. Örneğin, 2013 Gezi Direnişi’nin ardından sokakta oluşan büyük dayanışma ruhu siyasi partiler tarafından sahiplenilemedi ve zamanla dağıldı. 2017’deki Adalet Yürüyüşü ise kitlesel bir adalet talebini yükseltmiş ancak sonrasında kurumsal siyasetin rutinlerine hapsedilmişti. 19 Mart 2025’te patlayan protesto dalgasında bu hatanın tekrarlanmaması gerekiyor. Bunun için “yüksek siyaset” ile “taban hareketi” arasındaki farkı iyi tanımlamak önemli. Yüksek siyaset, Meclis, mahkemeler ve diplomatik kanallar gibi kurumsal alanlarda yürütülen mücadeleyi ifade eder. Taban hareketi ise halkın kendi yaşadığı yerde – okulda, sokakta, mahallede, işyerinde – doğrudan ve örgütlü biçimde verdiği mücadele anlamına gelir. Bu iki alan birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısıdır. Somut olarak, CHP ve diğer muhalefet partileri rejimin hukuk dışı uygulamalarına karşı Meclis’te, mahkemelerde, uluslararası platformlarda mücadele verirken; işçiler, öğrenciler, kadınlar, gençler yani halk kesimleri de sokakta, fabrikada, okulda kendi gücüyle direnmeye devam etmelidir. Kurumsal siyaset hukuk ve uluslararası meşruiyet zemini inşa ederken; sokak, bu sürece güç ve meşruiyet basıncı katar. Ancak bu denge bozulursa, yani biri diğerini bastırmaya çalışırsa, toplumsal hareket ya siyasetin oyununa kurban edilir ya da tümden savunmasız kalır. Aynı strateji aslında Kürt hareketi ile seküler muhalefetin tabanda bir araya gelmesi için önerilebilir. Yani Kürt hareketinin yasal uzantısı olan parti bir yandan devlet ile pazarlığı ya da “süreci” zorlarken bir yandan da sokakta muhalefete devam edebilir ve demokratikleşme talebiyle sokakta diğer kesimlerle bir araya gelebilir. Bu da devletin “süreç” ile yüksek siyaset üzerinden tabanı pasifize etmesinin panzehiri olur.
Sonuç olarak, halkların ortak mücadelesi ile yüksek siyaset arasında diyalektik bir ilişki kurulmalı; ama halk hareketi, düzen içi siyasetin dar manevralarından mutlak surette bağımsız kalmalıdır. Türkiye’nin demokratik geleceği, Türküyle Kürdüyle tüm ezilenlerin bir arada ördüğü halk cephesinin gücüne bağlıdır. Halkların birleşik mücadelesi, kendini hiçbir partiye tabi kılmadan fakat demokrasi için samimi her kesimle yan yana durarak büyümelidir. Yüksek siyaset ise bu mücadelenin taleplerini duyup onu kolaylaştıran bir araç olmaya razı olmalıdır. İşte o zaman, bu topraklarda gerçek bir demokratik değişim ve özgürlük umudu filizlenebilir. Halk cephemiz güçlü olursa, sandık da anlam kazanacak; halkların eşit ve özgür ortak yaşam özlemi gerçeğe bir adım daha yaklaşacaktır. Aksi durumda ilk cephe de, ikinci cephe de çökecektir. Halkların cephesinde birliktelik sağlanamadığı durumda, iktidar başka bir vesile ile değişse de, taleplerinin karşılığını yeni düzende de bulamayan kutuplaşmış yalnız halklar halinde yaşamaya devam edeceğiz.
Ez cümle, halklar olarak şu sloganı yüksek siyasetten geri almalıyız;
Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!