Fırat Kuyurtar*
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı’na göre, Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Melih Bulu, Beykoz Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Mehmet Durman, Pamukkale Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Ahmet Kutluhan, Antalya Bilim Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. İsmail Yüksek ve Çağ Üniversitesi Rektörlüğü’ne Prof. Dr. Ünal Ay atandı. Son bir yılda üniversitelere bu şekilde yapılan atama sayısı 27. Yine bu atamalarda dikkat çeken bir diğer önemli konu da atanan kişilerin eski milletvekili veya AKP teşkilatları ile doğrudan bağının olması.
Bu yazıda kısaca Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan atamayı hukukilik bağlamında ele alacağım.
Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü’ne atanan Prof. Dr. Melih Bulu, AKP içinde görevler almış ve 2015’te AKP İstanbul 1. bölge milletvekili aday adayı olmuştu. Bulu’nun atanmasına, öğrenciler, akademisyenler, mezun oluşumları ve çeşitli platformlar sosyal medyadan tepki gösterdi. Mevcut atama ile ilgili olarak protesto gösterisi yapıldı.
Prof. Dr. Melih Bulu’nun ilginç bir özgeçmişi var. Yazımızın konusu bu olmamakla birlikte, Melih Bulu’nun rastgele seçilen vasat bir isim olmadığı açık. ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitesi geçmişi olan, iş dünyası ile yakın ilişkiler kurmuş, savunma sanayi projelerinde görevler almış, AKP ile organik bağları olan birisinden bahsediyoruz. Bu ismin göreve başlaması ile Boğaziçi Üniversitesi’nde, görevlendirilen kişinin özgeçmişi ile uyumlu birtakım projeleri gündeme getirmesi, üniversite kadrolarını ve önceliklerini bunlara göre şekillendirmesini beklemek sanırım abartı olmaz.
Bu kişinin kim olduğu, siyasi irtibatı elbette önemli ancak meselenin özü karşısında çok da önemli bir konu değil. Ortada faşizan bir uygulama ile üniversitelerin zaten sorunlu özerkliklerinin tamamen yok edilmesi, iktidar partisinin arka bahçesi haline getirilmesi, neoliberal politikaların güdümünde ar-ge tesislerine dönüştürülmesi meselesi var. Ayrıca bugünlerin işaret fişeği diye nitelenebilecek birçok olay yaşandı. En çarpıcılarından biri, henüz göstermelik de olsa seçimlerin yapıldığı dönemde Prof. Dr. Raşit Tükel, İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimlerini kazanmasına rağmen kendisinden 294 oy daha az alan ikinci adayı rektör olarak atandığı seçimlerdi. Maalesef, Brecht’in “kurtulmak yok tek başına yumruktan ve zincirden ya hep beraber ya da hiçbirimiz” cümlesinin haklılığını tekrar tekrar hatırlatırcasına, siyasal, toplumsal dayanışma ve ortak mücadele eksikliği yahut yokluğu nedeniyle, akademinin de özerklik, özgürlük, hukuki güvenlik imkanları iktidar tarafından özellikle giderek yok edildi ve bu noktaya gelindi. Şunun artık anlaşılması ve kabul edilmesi gerekiyor. Saklanacak bir yer yok, hiç kimse de izole ve özel değil!
Yazımızın konusuna dönecek olursak;
Bulu’nun atanmasını sağlayan Cumhurbaşkanlığı Kararı, yasal olarak dayanağını karar metninden de anlaşılacağı üzere 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nun 13. maddesi ile 3 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 2’nci, 3’ncü ve 7’nci maddelerinden alıyor. Peki bu maddeler tam olarak ne diyor?
2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu 13. Maddesi:
“Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır. Vakıflarca kurulan üniversitelerde rektör ataması, mütevelli heyetinin teklifi üzerine yapılır.”
3 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi:
10 Temmuz 2018 tarihinde, yani 15 Temmuz 2016 sonrası ilan edilen OHAL dönemi sona ermeden tam 8 gün önce yürürlüğe giren “3 Numaralı CB Kararnamesi” üst kademe kamu yöneticilerinin atanmasına ilişkin usul, atama şartları, görev sürelerine ilişkin düzenlemeleri içeriyor. Bir kişi, Cumhurbaşkanı Kararı ile, 3 No’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine ekli 3 sayılı cetvele göre 4 yıl için rektörlüğe atanıyor. Bu şekilde atanan bir rektörün, görev süresi sonunda tekrar atanması mümkün olduğu gibi süre sona ermeden de görevine son verilebiliyor. Bu Kararnamenin çarpıcı diğer yönü de şu: üst kademe yöneticilerin önemli bir bölümü, Cumhurbaşkanı Kararı ile, Cumhurbaşkanının görev süresini geçmeyecek şekilde atanıyor. Yani Cumhurbaşkanı ile üst kademe kamu görevlileri arasında kader birlikteliği kurulmuş oluyor. Görev süreleri sona ermeden görevden alınabildikleri veya ancak Cumhurbaşkanı kararı ile görevlerine devam edebildikleri için, atanmış rektörler de mevcut Cumhurbaşkanı ile kader birlikteliği kurmuş oluyor.
Bazı Sorular
Devlet üniversitelerine, vakıf üniversitelerine tanınmış olan rektör adayını kurum içinden teklif etme hakkını bile tanımayan bir düzenleme nasıl olabilir?
Kararname yapıcılar adeta ‘parası olan kendini yönetir, parayı ben (ben=devlet=kamu) veriyorsam düdüğü de ben çalarım’ diyordu. Hukuk devleti ilkelerini açıkça çiğneyen, takdir yetkisinin keyfi kullanımına yol veren bu kadar açık bir hukuksuzluk nasıl yapılabilmişti?
Üstelik yasa metninde oldukça garip bir ifade vardı. Bir yasa metni, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile değiştirilmişti. Oysa bu tüm hukuk kurallarına aykırıdır. Yasa ancak başka bir yasa ile değiştirilebilir. Peki nasıl olmuştu da Rektör ataması gibi önemli bir atama işi bu şekilde düzenlenebilmişti?
2 Temmuz 2018 tarihinde, yani 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL dönemi ve Yetki Kanunu gereği belirlenen süre sona ermeden hemen önce Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “703 Sayılı KHK” bir yasayı nasıl değiştirebiliyordu? Anayasa Mahkemesi bu değişikliklere ne demişti?
Tarihe Not Düşmek
Son yıllarda o kadar çok şey yaşandı ki, artık yapılan hemen her değişikliği hızlıca kanıksıyoruz. Bunun için nelerin, ne şekilde değiştirildiğini, neler yapıldığını hatırlamak hem hafıza oluşturmak hem de olası bir gelecekte hukuken hesap sormak açısından önemli. Konu özelinde de bu rektörler nasıl oluyor da bu şekilde atanabiliyor sorusunun cevabını bilmek, unutmamak lazım. Yarın bir bakmışsınız ön şartlar keyfi bir şekilde tekrar değiştirilmiş. Bir bakmışsınız, OHAL KHK’sı ile seçimlerin kaldırılıp kurum içinden birilerinin atanmasına bile rıza göstermeye hazırken, kurum dışından atanan Prof. Dr. Melih Bulu ile karşı karşıya kalındığında olduğu gibi bugünü bile arar hale gelmişsiniz.
Yasa Değişikliği Süreci
16 Nisan 2017 referandumuyla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihi itibarıyla yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birtakım yetkiler Cumhurbaşkanı’na devredildi. TBMM, Anayasa m.104’le bağlantılı olarak 10.05.2018 tarihli ve 7142 sayılı Yetki Kanunu ile Bakanlar Kuruluna “Anayasada yapılan değişikliklere uyum sağlanması için” kanun hükmünde kararname (KHK) çıkarma yetkisi verdi. 130 milletvekili bu iddiaları Anayasa Mahkemesine (AYM) taşıdı ve fakat adeta kafasına silah dayanan AYM kendi içtihatlarına aykırı şekilde başvuruları reddetti.
6771 sayılı Anayasa Değişikliği Hakkında Kanunun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın TBMM’de yemin etmesiyle yürürlüğe girmesine saatler kala yayımlanan 703 sayılı “Anayasada Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”, başta idari teşkilata ilişkin olmak üzere 203 kanunda değişiklik yapmıştı. Bunlardan biri de aynı KHK’nin 135’inci maddesiydi ve yüksek öğrenimle ilgili yasal değişiklikler burada düzenlenmişti. 3 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi de bu yapılan değişikliği tamamlamak için çıkarılmıştı.
Yapılan Atamalar Yasal ve Hukuki mi?
Yukarıda aktardığımız mevzuat hükümlerini sırayla ele alacak olursak, benim bir hukukçu olarak kanaatime göre;
- Yasa ancak bir başka yasa ile değiştirilebilir, yasa yapma yetkisinin, “Yetki Kanunu” adı altında Yürütme’ye terk edilmesi hukuka aykırıdır.
- Yetki Kanunu ile “UYUM” amaçlanmıştır. Oysa yapılan değişikliklerle, üniversitelerde akademik seçim tamamen kaldırılmış, başvuru ve yeterlilik şartları değiştirilmiş, Vakıf ve Kamu üniversiteleri farklı seçim rejimlerine tabi tutulmuştur. Yani Yetki Kanunu’na göre çıkarılan KHK UYUM’u DEĞİL, sistemi baştan değiştirmeyi amaçlayarak YENİ BİR DÜZENLEME yapmıştır. Yürütme, Yasama’nın yetkisini GASP ETMİŞTİR. Bu hali ile de yapılan atamanın dayanağı olan yasal düzenleme hukuka aykırı olduğundan, atamalar da hukuka aykırıdır.
- Yapılan atamalarda AKP üyeliği ile dikkat çeken kişiler rektör olarak atanmıştır. Her ne kadar siyasi parti üyeliğinin yolunu açan düzenlemeler yapılmışsa da, en üst yönetici konumundaki rektörün siyasi kimliği açık olan kişiler arasından şüpheye mahal vermeyecek şekilde seçilerek atanması açıkça hukuksuzluktur.
- Henüz Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yürürlüğe girmediği dönemde çıkarılan KHK’ler Olağanüstü Hal döneminde çıkarıldığı için Anayasa Mahkemesi denetimi bertaraf edilmiştir. OHAL’de yürütmeye verilen KHK çıkarma yetkisi kötüye kullanılmıştır.
- Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlet olabilir ancak ultra üniter de değildir. Tüm yetkilerin bir kişiye keyfi olarak bırakılması rejim değişikliğidir ki bu Anayasa’nın değişmez ilk dört maddesinin açık ihlalidir!
- Rektör atamalarının mevzuattaki temeli hukuken sakat/batıl/hukuksuz! Atanan kişiler de ne kadar yeterli veya yetersiz olmalarına bakılmaksızın rektör değil, olsa olsa parti komiserleridir!
Bunlara eminim ki çok daha fazlası eklenecektir, ancak iktidar tarafının bu savlara karşı yapabileceği tek savunu millet iradesi, çoğunluğun iradesinin tecellisi gibi yetersiz söylemler olacaktır.
Dava Yolu Açık mı?
Cumhurbaşkanlığı Kararı, bir idari işlemdir. İdari işlemler de yargısal denetime tabidir. Cumhurbaşkanlığı Kararı’na karşı Danıştay’da dava açılabilir. Seçme ve seçilme hakkı elinden alınan üniversite öğretim üyesi/leri bu davanın tarafı olabilir.
Sonuç Alınabilir mi?
Ülkemizin hukuk karnesine bakıldığında, bu şekilde açılacak bir dava dosyasında netice alınmasının zor olacağı öngörülebilir. Öncelikle bu şekilde açılacak bir dava ile Cumhurbaşkanlığı Kararı’nın iptali istenecek. Bu dava dosyasında Danıştay’ın, yapılan son işlemi hukuksuz bulabilmesi için, işlemin dayanağı KHK’yi sorgulaması gerekecektir. Bu da işlem dayanağı KHK’nin iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne taşınmasını gerektirir. Böyle bir hukuki yolu zorlayacak Danıştay dairesi var mıdır?
Hukuki Karmaşaya Karşı Dayanağımız: Hukuk Devleti İlkesi
Türkiye Cumhuriyeti son yıllarda yapılan düzenlemeler ve uygulamalarla yapısal olarak iyice aşınmış durumda olmakla birlikte halen Anayasal bir hukuk devletidir. Hukuk devleti, yasa koyucunun da kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstünlüğü kuralları ile bağlı saymasını gerektirir. Ayrıca yasa koyucunun, düzenlemelerin yapılması sırasında ki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi olmayıp, hukuk devleti ilkeleriyle sınırlıdır. Yani bir konuda yasal düzenleme olması, o düzenlemeyi hukuki yapmaz. Hukukilik, yasallığın çok ötesinde bir kavramdır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa m.90/son hükmü gereği taraf olduğu ve usulüne uygun şekilde onayladığı uluslararası sözleşmelere normlar hiyerarşisinde üstünlük tanımaktadır. Hukukun üstünlüğü, üstünlerin hukukuna karşı dayanak noktamızdır.
Sivil İtaatsizlik
Yargı alanındaki mücadele yollarının etkili olmayacağı öngörülse dahi, yargı yollarına başvuru imkanlarının kullanılması da önemlidir. Zira bu tür başvurularla hiç beklemediğiniz şekilde olumlu sonuç aldığınız örneklerle karşılaşabildiğiniz gibi, yargı yollarına başvurunun meselelerin tarihselleştirilmesi, kayıt altına alınması gibi bir değeri de var.
Tabi burada gerek ülkemizde gerekse tarihsel olarak dünyadaki örneklerinden de yola çıkarak rahatlıkla şunu ifade edebiliriz. Hak, hukuk mücadelesi sadece yargısal alana terkedilmeyecek kadar meşakkatlidir. Sivil itaatsizlikle desteklenmeyen hukuki mücadelelerde sonuç alsanız bile bunun ne kadar işe yarayabildiğini Kavala, Altan, Demirtaş ile ilgili kararlardan da görebilirsiniz. Yargısal mücadele, hak, hukuk mücadelelerinin güçlü bir destekçisidir ancak bu alan asla yargısal olana terkedilmemelidir.