NOT: Aşağıdaki yazıyı, son iki haftanın politik gündemini ele aldığımız komisyon toplantısındaki bir tartışmadan esinlenerek yazmıştım. Siteye yüklemeye hazırlanırken NatGeo’nun “Years of Living Dangerously” isimli belgeselinin Türkçe’ye “İklim Değişikliği ve Biz” olarak çevirildiğini farkettim, ama yazının ismini değiştirme ihtiyacı duymadım. Bu yazıda “biz” küçük bir grubu değil, iklim değişikliğiyle ilgilenmeye istekli herkesi içeriyor. Ayrıca Katoviçe’deki son Taraflar Konferansı hakkında bilgi almak siteyenlere şu yazıyı önerebilirim:

https://yesilgazete.org/blog/2018/12/13/katowiceden-notlar-4-neden-cok-gec-ve-cok-yavasiz-neden-acilen-harekete-gecmeliyiz-temel-derslerle-basit-gercekler/

İklim değişikliğinin yaşanan ve beklenen etkilerinin pek de hoş olmadığının farkında olan insanlar bile, bırakın bu konuda bir şeyler yapmayı, gündemlerine almak konusunda dahi isteksizler. Bu durum haliyle iklim değişikliği etrafında tartışılan çeşitli meseleleri (su, enerji, gıda) takip etmek hususunda da belli bir dirence yol açıyor.

Bu sene öğrencilerim için bir anket hazırlamış ve aşağı yukarı iklim değişikliğinin boyutları, alınması gereken önlemlerin kapsamı ve kendi faaliyetleri hakkında sorular sormuştum. Kahir ekseriyet iklim değişikliğinin gözlenen ve beklenen etkileri hakkında endişeliydi ve bilim dünyasının uyarılarını ciddiye alıyordu. Şimdiki kuşakları bu konuda çok ciddi önlemler almaya davet ediyordu. Fakat bireysel veya grupsal olarak bu konuda ne yaptıkları sorulduğunda öğrenciler sorumlu bir davranış içinde olmadıklarını teslim ediyorlardı.

Anket beklediğim şekilde sonuçlanmıştı. Peki, iklim değişikliğini, neden gölgesi günlük eylemlerimizin üzerine düşen bir kader gibi algılıyor, mitolojik anlatı ve dini kitaplarda ifadesini bulan kaçınılmaz sonunu beklediğimiz “bu dünyayı” adeta öteki dünyaya bir hazırlık şeklinde yaşıyoruz?

İklim eylemini iki ana gruba ayırarak tartışmaya devam edelim: Birinci grupta iklim değişikliğini hafifletmek için yerine getirilmesi gereken önlemler var ki bunu kısaca fosil yakıt bağımlılığından kurtulmak, diğer bir ifadeyle, daha az enerji tüketmek ve tükettiğimiz enerji içerisinde fosil yakıt bileşenini azaltmak şeklinde özetleyebiliriz. İkinci grup eylem ise değişen ve değişecek iklimlere karşı alınması gereken önlemleri içeriyor. Örneğin daha değişken ve ortalamada daha sıcak iklim şartları karşısında kentsel altyapının, tarımsal üretim sistemlerinin, kıyı şeritlerinin güçlendirilmesi gibi.

Başta sorduğumuz soruya geri dönebiliriz. Neden isteksiziz, neden direnç gösteriyoruz? Tartışmaya yardımcı olması için önce belli “modeller” etrafında açmaya çalışacağım:

İktisatçıların sevdiği bir model iklim eylemini bir “kamu malı” problemi olarak temsil eder. Kamu malı bir kez temin edildiğinde erişimi olan herkes ondan yararlanabilir. Bir grup devlet öncü role soyunup fosil yakıt bağımlılığını azaltmak üzere radikal önlemlere başvurduğunda, bunun iklim üzerinde sağlayacağı faydadan tüm ülkeler yararlanır. Bunu yapan öncü devletler grubunun “enayi” durumuna düşmemesinin garantisi nedir? Gerçekten garanti arıyorsak bunun tek yolu regülasyon ve yaptırım ki ve bu çok taraflı hukuki bir devletlerarası sistemin işleyişini zorunlu kılıyor. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılında imzaya açıldığı günden beri yaşadığımız kuvvetli patinajın bir açıklaması bu. Devletlerarası sistem o günden beri parçalanmaya devam ediyor.

Benim önemsediğim diğer bir model, eylem ve etki arasındaki zamansal mesafenin büyüklüğüyle ilgili. Bugünkü eylemlerimizin sonuçlarını derhal veya anlamlı bir süre içerisinde gözlemleyemiyorsak ya eylem-etki ilişkisi hakkında kafamız karışır veya “ebediyette” ortaya çıkacak sonuç hakkında kayıtsız kalabiliriz. Maalesef iklim eyleminin böyle bir karakteri de var. Bugün eksilteceğimiz karbon ayakizinin atmosferde seragazı birikimini durdurması için, maddenin korunumu yasası gereği, yeşil bitki ve okyanusların özümsediği karbon miktarını dengeleyecek büyüklükte olması gerekiyor. Örneğin 2016-17 yıllarında küresel karbon salımları azaldı ama atmosferik seragazı birikimi artmaya devam etti. Dahası, durağan atmosferik seragazı birikiminin iklimsel davranışta istikrar yaratması için gerekli süre yüzlerce yıl. Özetle, iklim değişikliğini hafifletmek hususundaki eylemlerimizin sonuçlarını ancak on yıllar sonra görmeye başlayabiliriz. Aynı gerçeği farklı bir şekilde ifade edecek olursak, “bugün hiçbir  şey yapmazsak yarın çok geç kalmış olabiliriz!”

Bir hafta önce Katoviçe’deki 26. Taraflar Konferansı öncesinde okul boykotuyla dikkatleri üzerine çeken ve sonrasında kürsüden yetişkinlerin vicdanına seslenen Greta bu gerçeği ifade ediyordu. “Bugün hiçbir şey yapmazsanız, yarın bizim için çok geç olabilir!”

Üçüncü olarak kolektif eylemle ilgili “politik” bir modele değinebiliriz. Çok sayıda örgütsüz birey ve kurumun küçük çıkarlarla bağlı olduğu ama az sayıda güç odağının büyük çıkarlarla tutunduğu bir problem söz konusu olduğunda, küçük çıkarların büyük çıkarlar karşısındaki şansı nedir? Ulusal ölçekte milyonları, küresel ölçekte milyarları etkileyen iklim değişikliği, bir avuç fosil yakıt şirketi, kömür madencileri, onlara bağımlı konvansiyonel sektörler ve siyasi elit tarafından nasıl teslim alınabilir? Parasal büyüklükte ölçtüğümüzü varsaysak, milyarların ılımlı iklimlerden sağlayacağı kazanç, bir avuç fosil yakıt şirketinin petrol madenciliğinde ısrar ederek elde edeceği kârlardan daha büyük değil midir? Bilindiği gibi, bu denklemde toplamda büyük ama atomize birey ve gruplar karşısında toplamda küçük ama hareket kabiliyeti yüksek azınlığın şansı daha yüksektir.

Bu modellerin, tabiatları gereği eksik de olsalar, bana verdiği ders şu: İklim eylemi, iklim değişikliği hakkında eğitimi, yeryüzüyle bağımızı yeniden düşünmeyi, temel değerlerimizde (ahlaki) bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Bununla beraber toplumların içinde, toplumlar arasında karşılıklı güven duygusunun güçlenmesi, örgütlenerek kolektif hareket kabiliyetinin artırılması başarılı iklim eylemi için bir ön koşul. Bunların eksik olduğu koşullarda kendimizi büyük güçlerin yönettiği bir orkestrada trajedinin sonunu bekleyen çalgıcılar gibi hissedebiliriz. Belki de en iyisi, kafayı trajediye takmak yerine eğitim, etik, güven ve örgütlenmeye yatırım yapmak. Bu noktada Naomi Klein’in önerilerini hatırlamakta yarar var. İlk fırsatta hatırlatacağım.