Küresel iklim krizi 1990’lardan beri anaakım ekonomik siyasi düşüncenin bir parçası ve bu krizi yönetmek üzere tasarlanmış, Birleşmiş Milletler (BM) öncülleri ve şemsiyesi altında uluslararası bir yönetişim yapısı var. Ne var ki iklim krizinin 40 yıllık küresel yönetişimi, sürekli zayıflayan uluslararası hukuk düzenine paralel olarak inşa ediliyor. Bu paradoks iklim kriziyle mücadelede bir dizi başarısızlığa yol açarken iklim aktivizminin marjinalleşmesine neden oluyor. İşler pek de yolunda gitmezken üstelik bugün Atlantik’in iki yakasında aşırı sağ iktidara geliyor. Aşırı sağın iklim krizine yaklaşımı toptan inkârcılık ve inkârcılığın çeşitli versiyonları arasında değişiyor. Onların iktidarda olduğu bir dünyada iklim hedeflerini yakalamak çok daha zor olacak. Trump’ın Paris Anlaşması’ndan çekilme kararı ve enerji politikaları bunun açık bir göstergesi.
Bir çevre sorunu olarak iklim değişikliği; bu sorunu kavrayışımıza ve eylem fikriyle ilişkimize bağlı olarak benimsediğimiz adlandırmayla küresel ısınma, iklim çöküşü, altıncı yok oluş veya iklim krizi hakkındaki küresel hedefler son olarak on yıl önce, Paris İklim Anlaşması’yla bir çerçeveye kavuşturulmuştu. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (UNFCCC) Kasım-Aralık 2015’te, Paris’teki 21. Taraflar Konferansı’nın (COP 21) hemen ardından imzalanan anlaşmanın akıllara kazınan hedefi “küresel ortalama sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme kıyasla 2oC derecenin olabildiğince altında tutmak; 1.5 oC derecenin altında tutmaya dönük çabaları sürdürmek” idi. Bu sıcaklık artış tavanları, iklim değişikliğinin ekosistemler üzerindeki yıkıcı sistemik etkilerinden sakınmak amacıyla, iklim ve yeryüzü bilimi tarafından yılların birikimiyle geliştirilip önerilmiş değerlerdi. Son olarak Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change, IPCC) 2018 tarihli değerlendirme raporunda (Global Warming of 1.5 oC) iklim değişikliğini 1.5 oC ile sınırlamanın avantajları kapsamlı bir şekilde gösterilmiş, bu hedefe ulaşabilmek için küresel net karbon dioksit (CO2) salımlarının (metan ve nitröz oksit salımlarında eş derecede zorlayıcı azaltımları unutmadan) 2030’a kadar %50 azaltılması, 2050 itibariyle sıfırlanması zorunluluğuna işaret edilmişti.[1]
Yukarıda özetlediğimiz, iklim terminolojisinde “azaltım” olarak adlandırılan meseleye ilave olarak Paris Anlaşması “uyum” ve “adalet” sorunlarına da odaklandı. Buna göre anlaşma ülkelerin iklim değişikliğinin etkilerine karşı uyum sağlamalarına yardımcı olacak, hem azaltım hem de uyum çabalarını desteklemek üzere, pratikte Küresel Kuzey’den Küresel Güney’e kaynak transferi anlamına gelecek Yeşil İklim Fonu (Green Climate Fund) oluşturacaktı.
Paris Anlaşması’nın bir “antlaşma” olarak statüsü kafa karıştırıcı. Bir “antlaşma” olarak Paris, sözleşmeyi onayan Avrupa Birliği (AB) ve 194 ülke (küresel salımların %98’i – sadece İran, Libya, Yemen ve Grönland dışarda) üzerinde bağlayıcı gibi görünse de bu, pratikte sadece antlaşmanın prosedürel hükümleri üzerinde bir bağlayıcılık anlamına geliyor; hiçbir ülke Paris azaltım, uyum veya adalet taahhütlerini yerine getirmediği için cezalandırılmıyor. Zira gerçekçilik de bunu gerekli kılıyordu; hukukun değil gücün üstün olduğu uluslararası düzende iklimle ilgili, yaptırım gücü olan bir ceza hukuku beklemek aşırı iyimser bir yaklaşımdı. Bu bir kez UNFCCC’nin yürürlüğe girdiği 1990’ların iyimserliğiyle Kyoto Protokol’ünde (1997) denenmiş, sonuçları itibariyle hüsran yaşanmıştı. Küresel iklim yönetişimini Kuzey ve Güney arasında bölen, çeşitli piyasa mekanizmaları ve karbon muhasebesi hileleriyle ikiyüzlülüğü teşvik eden sözüm ona bağlayıcı bir iklim antlaşması yerine belki de Paris gibi, gönüllü yaklaşımları esas alan, zengin veya yoksul tüm ülkeleri kapsayabilen, diğer taraftan gelişen yeni teknolojilere ve temiz enerji piyasalarına olumlu sinyaller yollayan, iklim değişikliği konusunda ülkeler arası çok sayıda ve çok taraflı işbirliklerinin önünü açan bir antlaşma daha iyiydi. Kyoto’dan Paris’e giden yolda bu türden bir küresel iklim yönetişiminin taşları döşenmiş, uluslararası ceza hukukun konusu olabilecek prensipleri öneren yaklaşımlar -Seragazı Kalkınma Hakları (Greenhouse Development Rights, GDR) gibi- rafa kaldırılmıştı. Paris’teki COP21’in bağlayıcı olmadan bağlayıcı bir antlaşma metni ortaya koyarak başarıyla sonuçlanmasında dönemin Obama yönetiminin oynadığı rol başta hükümet temsilcileri tarafından taktir edilmişti.
2015’ten beri ülkeler Paris Anlaşması kapsamında, her beş yılda bir geliştirilip ilerletilmek üzere, azaltım, uyum ve finansman konusunda öngördükleri Ulusal Katkı Beyanlarını (Nationally Determined Contributions, NDCs) UNFCCC’ye sunuyorlar. Her yıl düzenlenen taraflar konferansları bu beyanların müzakere edildiği, çok taraflı inisiyatiflerin kurulduğu ve hidrokarbon dahil olmak üzere enerji sektörünün lobi çalışması yaptığı pazar yerlerine ve bu arada tüm bu uyuşukluğu ve ikiyüzlülüğü seyretmekten sıkılan iklim aktivistlerinin gösteri düzenlediği şenlik mekanlarına dönüşüyor.
2015’ten bugüne 10 yıldır katedilen yola dönüp baktığımızda şunları görüyoruz: Ülkelerin bugün hiçbir bağlayıcılığı olmayan; üstelik ABD’de Trump iktidarı, AB’nin Rusya’yla Ukrayna topraklarında yürüttüğü sıcak savaş, Batı ve Çin, veya Batı ve bazı Küresel Güney ülkeleri arasında yükselebilecek gümrük duvarları nedeniyle kolaylıkla rafa kalkabilecek Ulusal Katkı Beyanları toplamına; ve her zaman sürprizlerle karşımıza çıkabilecek yeryüzünün pekiştirici iklim geribesleme mekanizmalarını (örneğin tundraların erimesi ve turbalık alanların metan salmaya başlaması gibi) yeterince dikkate alamayan hesaplamalı modellere yaslanan değerlendirmelere göre, iklimbiliminin önerdiği 1.5-2 oC derece bandında değil, yüzyıl sonunda 2.7 derece sıcaklı artışı yörüngesindeyiz. 2015’ten beri küresel CO2 salımları -2020’de pandeminin yarattığı bir yıllık ekonomik durgunluk dönemi hariç- artmaya devam ediyor. (Şaka gibi, İkinci Dünya Savaşı’na doğru geriye gidecek olursak, sadece 2009 “emlak balonu krizi”, 1999 “Asya krizi”, 1991 “Doğu blokunun çöküşü”, 1981-82 ve 1974 “OPEC krizleri” sırasında azaldı, bunlar dışında daima arttı). Bu sıkı bir korelasyonla, fosil yakıt madenciliği ve kullanımının (yakılmasının) artmaya devam ettiği anlamına geliyor.[2] Ulusal niyet beyanlarını bir tarafa bırakıp, işlerin olduğu gibi gittiği senaryolara (örneğin artmaya devam eden karbon salımlarına) odaklandığımızda, yüzyıl sonunda beklenen sıcaklı artışının, güvenilir bir rakam vermek çok güç olsa da 3 oC derece üzerinde olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Bu artış IPCC’nin küresel iklim yönetişimine yön vermek üzere 2014’teki Beşinci Değerlendirme Raporu’ndan beri üzerinde çalıştığı senaryolar arasında en kötümserlerinden birine (RCP 6.0) karşılık geliyor.[3] Bilimsel bilgiyi temel aldıkları iddiası taşıyan politika yapıcılar açısından utandırıcı bir sonuç olmalı bu.
Peki Yeşil İklim Fonu ne durumda? Paris Anlaşması 1992’te Rio Dünya Zirvesi’nde imzalanan UNFCCC’nin ilkelerini uygulamak üzere yürürlükte.[4] UNFCCC’nin temel taşlarından biri iklim adaletiydi. Sözleşmenin kendi ifadesiyle tüm ülkeler “[sorunun oluşumunda] ortak fakat farklılaşmış sorumlulukları ve [hafifletilmesinde] kendi kapasiteleri ve sosyal ve ekonomik şartları” itibariyle iklim değişikliğiyle mücadelede iş birliği yapmalıydı. Örneğin Kyoto Protokolü’nün buna karşılık yorumu, Ek II Küresel Kuzey ülkeleriyle diğerleri arasında katı bir ayrıma giderek diğerlerini büyük ölçüde sorumsuz kılmak şeklinde olmuştu. Paris Anlaşması ise iklim adaleti adına, azaltım ve uyum çalışmalarını hızlandırmak ve desteklemek için Yeşil İklim Fonu’nu devreye soktu. 2009’da yılda 100 milyar dolar olarak belirlenen Küresel Kuzey’in fona katkı hedefi ancak 2022 yılında yakalanabildi. Fakat bu paranın büyük bir kısmı -hibe olarak en yoksul ülkelere aktarılmak yerine- kredi olarak orta gelir seviyesindeki ülkelere gitti. 2024’te Bakü’deki COP 29’da bu hedef, 2035 yılında yakalanmak üzere 300 milyar dolara yükseltildi. Oysa Çin hariç Küresel Güney’in iklim finansman ihtiyacının 2030 itibariyle yılda 2,3 ila 2,5 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor. Bir kıyaslama olması için 2023 yılı dünya silahlanma harcamasının 2,46 trilyon dolar olduğunu belirtelim. Tartışmalı rakamlarla, tek başına ABD’nin Ukrayna savaşı için üç yıldır harcadığı paranın 120 ila 180 milyar dolar AB’ninkinin ise 140 milyar dolar olduğunu da ekleyelim. Küresel sistemin yaşam, sürdürülebilirlik ve yıkım arasındaki öncelikleri açısından öğretici rakamlar bunlar.
Paris’ten beri hiçbir olumlu gelişme olmadı mı? Pek fazla değil! Akıllarda kalan iki önemli gelişme, ilk defa meselenin özüne, fosil yakıtların sosyo-teknik metabolizmadaki varlığına dolaylı değil doğrudan değinen anlaşmalardı. 2021’de Glasgow’daki COP21’de 40 ülke “kömürden çıkış” sözü (taahhüt değil) verdi. 2023’te Dubai’deki COP23’te “fosil yakıtlardan uzaklaşmak” (çıkış değil) için bir yol haritası kabul edildi. En büyük kirletici Çin, 2030 karbon tepe noktası, 2060 net karbon sıfır hedefi (ulusal katkı beyanı, NDC) ve rüzgâr tribünleri ve güneş panelleri üretimindeki öncülüğüyle bu oyunun içinde olduğunu gösteriyor. Avrupa Komisyonu’nun resmi politika belgesi Avrupa Yeşil Mutabakatı (2020), AB’yi 2050 itibariyle ilk net karbon sıfır bölgeye dönüştürmek üzere yola çıktı. Yeşil enerjide İngiltere ve Almanya gibi merkez Avrupa menşeili başarı hikayelerini gözden kaçırmamak gerek. Diğer taraftan merkez Avrupa’nın ekonomisi toplamda büyürken karbon salımlarını azaltmakta gösterdiği başarının –ekolojik modernleşme anlatısının- kirletici endüstri kollarının ihracı ve mamul madde tüketiminin ithalatı yoluyla gerçekleştiğini akılda tutmak gerekiyor. Ayrıca, örneğin Almanya, kömür santrallerini cepte tutuyor ve bir krizle karşılaştığında kömürü devreye alıyor. İklim için verilen sözler mücbir kabul edilen nedenlerle her zaman rafa kaldırılabilir.[5]
İklim kriziyle mücadelede tek sahnenin UNFCCC ve taraflar konferansları olmadığına, geniş bir aktivist cephenin varlığına da dikkat çekmemiz gerekir. Ayrıca, doğrudan iklim aktivizmi adına yürütülmeyen, ama toplamında iklim değişikliğiyle mücadeleye hizmet eden (iyi tarım uygulamaları, kentsel mobiliteyle ilgili iyileştirmeler, enerji kooperatifleri ve büyük şirketlerin siyasi gücünü kırmaya dönük her türlü sınıf mücadelesi vb.) türlü aktivizmleri de gözden kaçırmamalıyız. Dahası, yerel yönetimler, eyaletler, belediyeler vb. her zaman ulusal hükümetlerin peşine takılmıyor, daha ilerici adımlar atabiliyorlar. Genel izlenim, Paris’ten sonra küresel iklim aktivizminin yükseldiği -Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion) ve Gelecek İçin Cuma Günleri (Fridays for Future) kapsam ve söylem açısından en dikkat çekici olanları- şimdilerde durağanlaştığı yönünde. Tüm bunların toplamının ve süregiden iklim felaketlerinin iklim değişikliği algısını güçlendirdiği öne sürülebilir. Son kamuoyu araştırmalarına göre dünya nüfusunun kahir ekseriyeti iklim değişikliği karşısında geçmişe göre daha endişeli ve ülke yönetimlerinin bu konuda çok daha hızlı hareket etmeleri gerektiğini düşünüyor.
Fakat kabul etmek gerekir iklim krizinin boyutları ve küresel iklim yönetişimin doğası, iklim aktivizmini belli açmazlara sürüklüyor. Böyle olmasa, lafını sakınmayan iklim aktivistleri her seferinde dönüp dünya liderlerine sövmek durumunda kalmazlardı. IPCC kurulduğundan (1988), UNFCCC imzalandığından (1992) beri neredeyse 40 yıldır, oluşumu ve sonuçları itibariyle küresel olan, haliyle küresel yönetişim gerektiren insan yapımı bir meseleyle uğraşıyoruz. Küresel yönetişime, uluslararası hukuka ve çok taraflılığa bu derece büyük bir ihtiyaç varken, yine neredeyse 40 yıldır, hukukun değil kaba kuvvetin hakimiyetinin arttığı, küresel hegemonyanın parçalandığı bir dünyaya tanıklık ediyoruz.
İşler epeydir hiç de yolunda gitmezken şimdilerde bir de aşırı sağ ile karşı karşıyayız. Aşırı sağın keyfi düşmanlaştırma amacına uygun hakikatler üretip korku salarak kitleleri kendi dar çıkarları peşinden sürükleyen bir iktidar stratejisi olduğunu söyleyebiliriz. Geleneksel muhafazakarlık özellikle doğa koruma bakımından kullanışlı bir ideolojiyken, aşırı sağ kendi çıkarları söz konusu olduğunda son derece keyfi bir tutum alıyor. İklimle mücadeleyi aşımızdan ekmeğimizden çalan lüzumsuz bir maliyet, iklimle mücadeleye soyunanları kan emiciler gibi göstermek çıkarımızaysa, iklim değişikliğinin bir aldatmaca olduğunu iddia eden alternatif hakikatler üretmek makul bir aşırı sağ strateji olabilir -eğer kitleleri peşinden sürükleyebilirsen.
2024 yılı 1.5 derece sıcaklık artışıyla tarihteki en sıcak yıl olarak kaydedildi. 2024 yılında en büyük iklim felaketleri 229 milyar dolar hasar ve 2 bin can kaybı yarattı. Pek çok faktör bir araya geldiğinde 2 oC hedefini yakalamanın artık pek mümkün olmadığı kabul ediliyor. Aşırı iklim olayları ve iklim kaygısının tavan yaptığı bir dünyada iklim inkârcısı aşırı sağ seçimlerle nasıl iktidara gelebiliyor? Aşırı sağı iktidara taşıyan temel unsurun iklim politikası olmadığı söylenebilir. Ne de olsa oy veren insanların aş ve iş dertleri ve başka kaygı ve korkuları var. Fakat aşırı sağ bir kez iktidara geldiğinde iklim inkârcısı politikalar devreye giriyor. İklim inkârcılığı ve bunun iklim krizini hafife alan çeşitli versiyonları bilimsel hakikata değil fakat hakikat üzerinde kullanılan bir tercihe dayanıyorsa, bu aşırı sağ için niçin kullanışlı olabilir? Bir varsayım olarak aşırı sağın uluslarası çok taraflılıkla arasındaki nefrete varan mesafesini, kolay erişilebilir ekonomik kaynak olarak ulusal sınırlar içinde yatan hidrokarbon yataklarına olan bağlılığını, bunların toplamında bağımlı olduğu, kendisini iktidara taşıyan geleneksel endüstri kolllarına olan borcunu ileri sürebiliriz. Son aylarda ABD’de Biden yönetimi yerine Trump, Almanya’da Sol-Yeşil-Liberal “trafik lambası” koalisyonu yerine Hristiyan Demokratlar (çok muhtemel CDU/SPD koalisyonu) iktidara geldi. Yeşiller oyun dışında kalırken, iklim inkârcısı aşırı sağ Almanya İçin Alternatif (AfD) oylarını ikiye katlayarak sandıkta %20’yi yakaladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası liberal düzenin Atlantik’in iki tarafındaki iki kalesinde aşırı sağ iktidarda veya şimdilik iktidarı zorluyor.
Trump 20 Ocak’ta göreve başlarken yaptığı konuşmada, seçim kampanyasına 75 milyon dolar destek sunan büyük petrol şirketlerini mahcup etmedi. Mide bulandırıcı maşist “deleceğiz bebeğim, deleceğiz” retoriğiyle birlikte aynı gün, yükselen veri ve hesaplama merkezlerinin artan enerji ihtiyacına da işaret ederek “ulusal enerji acil durumu” ilan etti. Kararnamelerle petrol sondajı ve üretiminin önündeki tüm engelleri kaldırırken, temiz enerji ve enerjinin verimli kullanımı için verilen teşvikler geri alıyor. Trump yönetiminde ABD’nin tüm doğu kıyısından Meksika Körfezi’ne, Pasifik Okyanusu’ndan Alaska ve Bering Boğazı’na kadar her yerde petrol sondajı yapılabilecek. Trump göreve başladığı gün Paris iklim anlaşmasından (tekrar) çekileceğini de bildirdi, çünkü iklim değişikliği “büyük aldatmaca” ve Paris “ABD’li vergi mükelleflerinin paralarını ABD halkının çıkarlarına aykırı bir şekilde, mali yardıma ihtiyaç duymayan veya bunu hak etmeyen ülkelere yönlendiriyor”. Bir analize göre Trump’ın görevi devralmasıyla birlikte ABD 2030 yılı itibariyle 4 milyar ton karbondioksit eşdeğeri (GtCO2e) daha fazla sera gazı salımı yaratabilir. Kıyaslama açısından bu ilave salımın AB ve Japonya’nın birlikte veya 140 küçük ülkenin bir yıllık toplam salımına eşit olduğu söyleniyor. Trump’ın iş dünyasına verdiği net mesajlar neticesinde ABD’de büyük holdinglerin yeşil hedefleri terk ettiği bir dalganın yaşanmakta olduğu belirtiliyor.
Almanya’da sandıktan ikinci parti olarak çıkan AfD de iklim inkârcısı ve anaakım partileri Yeşil-Sol “eko-diktatör” olmakla suçluyor. Müstakbel Almanya Başbakanı, CDU lideri Friedrich Merz ise seçim kampanyası boyunca bir önceki hükümetin karbonsuzlaşma politikalarını eleştirdi ve yeşil dönüşüm politikalarına mesafeli duruyor. Sıfır kabon ve yeşil dönüşüm politikaları ücretli kesimlere zarar verdiği ölçüde iklim söylemi bir cadı avına dönüşüyor ve Alman seçimlerinde görüldüğü gibi Yeşiller bile açık ve samimi bir yeşil politika vaat edemiyor. Neyse ki Almanya için ufukta Paris Anlaşması’ndan çekilmek gibi bir seçenek -AfD iktidarda olmadığı sürece- henüz görünmüyor.[6]
Yükselen aşırı sağın, küresel yönetişim ve içerde ekonomik ve siyasi demokrasi gerektiren adil yeşil dönüşüm sorunlarıyla hiç alakalı olmadığı ortada. Peşpeşe iktidara gelmeye devam etmeleri halinde iklim kirizinden çıkış insanlık adına çok daha çetin bir meseleye dönüşecek. İklim bir felakete dönüştüğünde -taşkınlar, orman yangınları, kuraklık, sıcak hava dalgaları, kasırgalar- kaçınılmaz olarak yaygın ilgi görüyor. Ekonomik güçlükler, savaş ve katliamlarla boğuşan insanlığın iklim krizinin nedenleri ve oluşumuna yoğunlaşmasını talep etmek aşırı beklenti olarak görülebilir. Diğer taraftan kapalı kapılar ardında başımıza örülen çorapların doğasını kavrayabildiğimiz, hakiki bilgiye ulaşıp anladığımız ölçüde eylemlerimizi doğru yönlendirebilir, umudu yükseltebiliriz.
[1] Bunun salımlarda derhal sert bir azalmayı gerekli kıldığını, bunun İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD ekonomisinde yaşanana benzer, fakat bu sefer küresel ölçekte sosyo-teknik seferberlik gerektirdiği iddia edilebilir. ABD örneği bunun bir tercih konusu olduğunu, istenirse pekâlâ gerçekleştirilebileceğini ima ediyor. Diğer taraftan bir seferberlik yaşansaydı bunu mutlaka görürdük.
[2] Burada CO2 salımıyla atmosferdeki CO2 miktarı arasındaki ilişkiyi ele almak, durumun vahametini anlamamızı kolaylaştırabilir. Bir neden-sonuç ilişkisi içinde ele alacak olursak, küresel ısınmayı CO2 salımı değil, CO2 miktarı yaratıyor. Salımların durağanlaşması veya azalması ise, ortadaki havuz problemi nedeniyle, miktarın derhal durağanlaşacağı veya azalacağı anlamına gelmiyor. Tabii bu iklimbilimi açısından apaçık bir hakikat, dolayısıyla IPCC rapor ve senaryolarına ve örtük olarak UNFCCC hedeflerine yansıyan bilgiler.
[3] RCP’ler (Representative Concentration Pathways) IPCC’nin 2014’teki 5. Küresel Değerlendirme Raporu’ndan sonra ortaya koyduğu, 2021’deki 6. Değerlendirme raporunda sayılarını artırıp SSP’lerle (Shared Socio-Economic Pathways) eşleştirdiği sosyo-ekonomik gelişim, salım, konsantrasyon ve etki senaryoları. RCP 6.0 orijinal dört senaryo arasında en kötü ikincisi ve yüzyıl sonunda 3 ila 3.5 oC sıcaklık artışına karşılık geliyor.
[4] UNFCCC (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi), aynı zirvede imzalanan Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (Convention on Biological Diversity – UNCBD) ve Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (Convention to Combat Desertification – UNCCD) küresel çevre yönetişiminin üç temel direği olarak kabul edilebilir.
[5] Türkiye için bir parantez açalım: Türkiye’nin Paris Ulusal Katkı Beyanı (NDC) 2053 için net karbon sıfır hedefi güdüyor (Bkz. https://iklim.gov.tr/db/turkce/dokumanlar/turkiye-cumhuriyeti–8230-3128-20240510161607.pdf). Bu NDC’lerin epey bol keseden ifade edildiğini göstermesi bakımından ilginç bir örnek. Çünkü Türkiye’yle ilgili paralel değerlendirmelere baktığımızda iklim politikalarının “kritik derecede yetersiz olduğu” ve tüm dünya Türkiye’yi model alsa yüzyıl sonunda 4 oC’nin üzerinde bir sıcaklık artışı yörüngesinde olduğumuz değerlendiriliyor. (Bkz. https://climateactiontracker.org/countries/turkey/policies-action/).
[6] Türkiye için ikinci bir parantez açabiliriz: İktidardaki aşırı sağ iklim inkârcısı değil. Bunun nedenlerini Paris Anlaşması’nın, bu anlaşmanın kolaylaştırdığı karbon piyasalarının, küresel yenilenebilir enerji sektörünün vb. iktidar stratejisine bir tehdit oluşturmamasında arayabiliriz. İktidar, enerji yatırımları, uyum çalışmaları ve benzerlerinde tüm tuşlara birden basarken iklim hedeflerini hiç ciddiye almıyor. Yenilenebilir enerji için teşvikler sunarken kömür çıkarmaya, termik santraller kurmaya devam ediyor. Fakat tüm bunları yapabilmek için iklim inkârcısı olması gerekmiyor.