31 Mart’tan önce yerel seçimlerin nasıl sonuçlanabileceğine ilişkin (yayınlanması için değil egzersiz niyetine) yazdığım bir yazıda, muhalif medyadaki iyimserliğe karşı şüpheciliği öne çıkaran biri doğru, diğeri yanlış çıkan iki tahmin var.
Birincisi Cumhur İttifakı’na tarihi bir yenilgi yaşatılıp yaşatılamayacağı ile ilgiliydi ve tahminim doğru çıktı. AKP-MHP seçmen tabanında kapsamlı bir çözülme yaşanmadığı ve bileşik kaplar misali AKP’nin kaybı esas olarak MHP’nin kazancı haline geldiği sürece, aynı zamanda diktatörlüğün oylandığı bir referandum gibi yorumlanabilecek yerel seçimlerin galibinin muhalefet olması imkânsızdı. Bu tahminde bulunurken, tabii ki seçim sürecinin adil olmadığı ve belli bir ölçüde seçim sonuçlarının iktidar lehine manipüle edileceği varsayılmaktadır. Cumhur İttifakı’nın aldığı oy oranının % 50’nin altına gerilediğini gösteren kamuoyu araştırmalarının doğru olduğunu düşünmek için pek çok neden var.
İkinci tahminim ülke çapında AKP’nin kurup yönettiği rant şebekesi için hayati öneme sahip İstanbul ile ilgiliydi. Millet İttifakı’nın belediye başkan adayı Mansur Yavaş’ın açık ara önde göründüğü Ankara’dan farklı olarak seçimlerin çekişmeli geçmesinin beklendiği İstanbul’da, AKP’nin ne yapıp edip belediye başkanlığını bırakmayacağını düşünüyordum. Gerçi İstanbul’da Millet İttifakı’nın belediye başkan adayı İmamoğlu’nun kazanma olasılığını tümden dışlamamış ve bir kayıt koymuştum: “… iktidar cephesinde henüz hiç kimsenin fark etmediği bir anlaşmazlığın yaşandığı, seçim sonuçlarını manipüle etmek için harekete geçilmeyeceği, bunun sonucunda resmi seçim sonuçlarının gerçeği büyük ölçüde yansıtabileceği ümit edilebilir.” Fakat bu bir tahminden ziyade, bilgiye dayalı olmayan bir olasılığın dile getirilmesiydi.
Oy verme işlemleri bittikten sonra İstanbul’da yaşanmasını beklediğim tablo şuydu: Özellikle Cumhur İttifakı’nın güçlü olduğu yerlerde oylar sayılırken sandıklar üzerinde ağır bir baskı kurulur. Anadolu Ajansı her zaman olduğu gibi Cumhur İttifakı’nın AKP’li belediye başkan adayı Binali Yıldırım’ın önde olduğunu gösteren sayısal bir propaganda faaliyeti başlatır. Orada burada sokağa inen yandaş gruplar erken zafer kutlamalarına başlar; öyle ki, yer yer silah sesleri de duyulabilir. Henüz oy sayımları devam ederken Binali Yıldırım’ın zaferi ilan edilir ve nihayetinde atı alan bir kez daha Üsküdar’ı geçer. Millet İttifakı’na da sesini fazla yükseltmemesi, Ankara kazanımıyla yetinmesi mesajı verilir.
Binali Yıldırım’ın gece yarısı yaptığı ama Saray’ın açıkça destek vermediği ve bu nedenle soru işaretlerine yol açan erken zafer ilanı dışarıda tutulacak olursa, bunlar yaşanmadı. Anadolu Ajansı Ekrem İmamoğlu ile Binali Yıldırım arasındaki oy farkı kapanmaya başladığında propaganda faaliyeti kesintiye uğradı ve sayısal veri akışını durdurdu. Bahçeli’nin yaptığı konuşma muhalefeti rahatlatan cinsten oldu: Cumhur İttifakı’nın İstanbul’da kazanacağına ilişkin bir imada bulunmadı. Türkiye genelinde % 50’nin üzerinde oy almasını ve MHP’nin başarısını öne çıkardı. Erdoğan İstanbul’da ve Ankara’ya döndükten sonra yaptığı balkon konuşmasında, açıkça İstanbul seçimleri hakkında mesaj vermekten kaçındı. Yanında sadece eşi Emine Erdoğan’ın olması manidardı. Üstelik İstanbul’un kaybedilebileceğini ima edercesine bazı büyük şehirleri kaybetmenin yenilgi sayılmaması gerektiği, ilçelerdeki başarının devam ettiği, AKP’nin hâlâ açık ara birinci parti olduğu mesajlarını verdi. Ertesi gün Yüksek Seçim Kurulu Başkanı hem İstanbul’da İmamoğlu’nun öne geçtiğini gizleyen Anadolu Ajansı’nı hem de Binali Yıldırım’ın erken zafer ilanını tekzip eden açıklamalar yaptığında, net bir şekilde iktidarın İstanbul’dan vazgeçebileceği anlaşılmış oldu.
Bu tahmin edilebilir bir tablo muydu? 31 Mart öncesi medyaya yansıyan verilere bakıldığında hayır demek gerekir. Yanıtı verilmesi gereken asıl soru şu: Gerçekten Türk devleti içinde ve iktidar cephesinde neler oldu da AKP’nin İstanbul’u kaybetmesi gerçek bir olasılığa dönüştü?
AKP’nin İstanbul seçimlerine yaptığı itirazlar, oyların yeniden sayımı, İstanbul’da yeniden seçim mi olacak sorusunun sorulmaya başlanması, Türk devleti içinde ve iktidar cephesinde tartışmanın bitmediğini gösteren gelişmeler. Henüz YSK son sözünü söylemedi. Bununla birlikte, ne yapıp edip İstanbul’u AKP’ye kazandırmak gibi bir çalışmanın yürütülemediği, ibrenin Binali Yıldırım’a değil Ekrem İmamoğlu’na döndüğü açıklığa kavuşmuş durumda.
Saray medyasında manşetlere de taşınan AKP’ye karşı “sandık darbesi” yapıldığı iddiası saçma görünse de, tersinden bir gerçekliği ima ediyor: İstanbul’da kullanılan oyların AKP’nin lehine bükülmesi işlemi başarısızlığa uğradığında, son çare olarak bir sandık darbesi yapmasına izin verilmedi. Bu da Türk devletini analiz ederken “tek adam” mitine dayalı çözümlemelerin bir yere kadar açıklayıcı olabildiğini gösteriyor.
İstanbul belediye başkanlığı AKP’de kalacak mı kalmayacak mı belirsizliği devam ede dursun, Türk devleti içinde yaşanan tartışma İstanbul için AKP aleyhine sonuçlanacak olursa, seküler Türk toplumu ile Türk-İslam toplumu arasındaki zıtlaşmanın yumuşatılması adına önemli bir adımın atılacağı söylenebilir. Millet İttifakı’nın “sol muhafazakâr” belediye başkan adayı Ekrem İmamoğlu bu yumuşamayı sağlayacak bir politik aktör olarak sahne aldı. Geleceğin en güçlü cumhurbaşkanı adayı olduğuna ilişkin tespitler boşuna yapılmıyor.
Şu anda Türk devleti seküler Türk toplumu / Türk-İslam toplumu gerilimini aşma eğiliminde, “PKK terör örgütüyle” ilişkisini tamamen kesmiş “Kürt kökenli” kardeşlere de açık, olabildiğince geniş bir Türklük şemsiyesinin açılıp açılamayacağını tartışıyor. Ekonomik krizi ve Suriye başta olmak üzere uluslararası ilişkilerde biriken gerilimi göğüslemek adına “devlet aklının” devreye girdiği söylenebilir. Fakat bu aklı taşıyabilecek bir bünye kaldı mı, belli değil. Nitekim İstanbul’un kaybedilmesi AKP’nin güçlü bir itirazı ile karşılaştı – ki bu da normal: Siyasi geleceğini giderek MHP’ye daha bağımlı hale gelen Saray’a endekslemiş, İstanbul’u kaybettiğinde ülke çapında kurmuş olduğu rant şebekesi ağır yara alacak bir AKP’nin açık ara birinci parti olarak yoluna devam etmesi imkânsız hale gelecektir. Nihayetinde, Türkiye’deki siyasi ve toplumsal dengelerin nasıl oluşacağını İstanbul bilmecesinin çözülme biçimi belirleyecek.
Son olarak HDP’nin incelikli bir oy stratejisi olarak sunumu yapılan İstanbul’da Millet İttifakı’nı destekleme tavrına değinmek gerekirse: Bu tavrın objektif olarak ekonomik ve sosyal krizin derinleşmesine değil, genişletilmiş Türk birliğinin inşası projesine destek anlamına geldiğini belirtmekte fayda var. Bu projenin de yerel özerklik dâhil ulusallaşma iddiasına sahip bir Kürt toplumu tasarımını dışlamak gibi bir özelliği var. HDP’nin Kürdistan’daki tedrici oy kaybının devam etmesi, yer yer şaibeyle açıklanamayacak şekilde çok sayıda il ve ilçede kaybetmesi, özellikle Tunceli’de belediye başkanlığını “komünist başkan” Maçoğlu’nun alması, bu projenin Fırat’ın doğusunda da etkili olabileceğini gösterdi.
Şimdilik, HDP’nin yönlendirdiği Kürt seçmen kitlesinin sadece genişletilmiş Türk birliği projesine oy vermekle kaldığı söylenebilir. Kürt hareketinin geliştirdiği yerel seçimlere dönük stratejisi 2010 mini anayasa referandumunda “Yetmez ama evet” diyenlerin stratejisine benziyor. “Yetmez ama evet” diyenler barış ve demokratikleşme adına AKP hükümetinin atacağı adımlara bağımlıydı, Kürt hareketi ise başta CHP olmak üzere Millet İttifakı’nın atacağı adımlara. Aradaki fark, Millet İttifakı’nın zaten ve baştan itibaren Kürt toplumuna umut vermekten kaçınması. Somut olarak barış müzakeresinin canlandırılması talebi yerel seçimlerin gölgesinde kaldı ve tamamen Leyla Güven’in öncülüğünde başlatılan açlık grevlerinin konusu haline geldi.