Bilindiği gibi 13 Eylül’de Merkez Bankası (MB) aynı zamanda politika faizi olarak da nitelendirilen bir haftalık repo faizini 6,25 puan artırdı. Böylece bankanın politika faizi % 17,75’ten % 24’e çıkmış oldu.

Bu yazıda öncelikle neden bu kadar yüksek bir faiz artışına gerek duyulduğunu, faiz artışıyla birlikte krizin yükünün rejimin dayandığı sermaye tabanı içinde hangi kesimlerin sırtına yüklendiğini ve  AKP yanlısı iş insanları derneklerinin bu politika tercihine yönelik tepkilerini ele almaya çalışacağım. Ardından yüksek faiz artışının zaten daralmakta olan Türkiye ekonomisi üzerindeki muhtemel etkilerine değineceğim. Bununla bağlantılı olarak, Erdoğan liderliğindeki rejimin rant dağıtıma dayalı toplumsal örgütlenmesini sürdürebilmek için hâlâ belirli bir manevra alanının kalıp kalmadığını tartışacağım. Son olarak, MB’nin faiz artışına karşın özel sektör borçları meselesini çözüme kavuşturmak için izlenecek olası kurtarma planlarını ve bunun geniş toplum kesimleri açısından sonuçlarını kısaca gündeme getirmek istiyorum.

MB Yüksek Faiz Artışına Neden Gerek Duydu?

Öncelikle şunu anlamak gerçekten önem taşıyor. Yeni rejim kuruluş ve güçlenme aşamasını zaafa uğratmamak için Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) parasal genişlemeye son vereceğini açıkladığı Mayıs 2013’ten sonra ciddi önlemler almaktan kaçındı. Küresel likiditedeki daralma ve fonların merkez kapitalist ülkelere geri çekilme eğilimlerine rağmen gayrimenkul, inşaat, enerji gibi sektörlerdeki şirketlerin artan şekilde dövizle borçlanmasına göz yumuldu. AKP’nin toplumsal tabanını oluşturan Anadolu aslan ve kaplanlarının her koşulda “dönmesini” sağlamak için döviz kurundaki yükseliş eğilimine karşın MB’nin faizleri artırmasına izin verilmedi. Böylece kur şokları art arda gelmeye başladı. Rejimin kurumsallaşma aşamasında ise önce 16 Nisan referandumunu, ardından 24 Haziran seçimlerini kazanabilmek için kredi ve teşvik paketleriyle ekonomi fazlasıyla zorlandı. Sonuçta Haziran seçimleri geride kalırken çok hızlı değer kaybeden TL, yükselen ve tam olarak nerede duracağı belli olmayan bir enflasyon ve artan cari açıkla karşı karşıya kalındı.

Ben rejim açısından ekonomide gelişmeleri kontrol edebilme eşiğinin artık aşıldığını ve yakın tehlikeleri bertaraf etmek için kendisi açısından “daha az kötüyü” seçmek zorunda kaldığını düşünüyorum. 

MB’nin çok yüksek faiz artışını da böyle değerlendirmek gerekiyor. MB  politika faizini bu kadar yüksek oranda artırmak zorunda kaldı, çünkü kurdaki çılgınca yükselişin önünü alması gerektiğini, aksi halde döviz borçlusu şirketlerin kontrolsüz bir şekilde batacağını ve bu iflasların bankacılık sektörünü de tehdit edeceğini öngördü. Bu kadar yüksek bir faiz artışına karşın dolar kurunun bu satırların yazıldığı sırada 6,35 TL civarında seyretmesi ise “piyasaların” mali politikalarda köklü değişiklikler talep ettiğini, yani bu hafta açıklanacak Orta Vadeli Program’ı (OVP) beklediğini gösteriyor.

MB Faiz Artışı, İktidarın Sermaye Tabanı İçinde Hangi Kesimlerin Lehine, Hangilerinin Aleyhine Oldu?

MB’nin kararı uluslararası finans çevrelerinin talebi doğrultusunda şekillendi. Tayyip Erdoğan’ın karar açıklanmadan önce MB’yi eleştirmesi, “ben halkın yanındayım, başınıza geleceklerden MB sorumlu” mesajını iletmeye dönük bir orta oyunundan başka bir şey değildi.

Bu karar elbette TÜSİAD’ta temsil edilen seküler büyük sermayenin ve döviz borcu konusunda ön sırada yer alan, aynı zamanda mega projeleri de yürüten yandaş sermaye kesiminin işine geldi. TÜSİAD’ta temsil edilen seküler büyük sermaye açık bir krize dönüşmedikçe belirli bir süre ekonomik durgunluğa dayanabilir. Üstelik bu sermaye gruplarının finansman olanaklarına erişim kanalları açıktır. Yüklü döviz borcu içindeki yandaş büyük inşaat ve enerji şirketleri ise kur şoklarına karşı son derece kırılgan durumdalar.

O halde MB faizlerindeki yüksek artış, rejimin dayandığı sermaye tabanı içinde en çok kimleri etkiledi? Elbette ekonomik durgunlukla baş etmekte ve finansman bulmakta zorlanan, artık % 40-45’lere ulaşan ticari kredilerle işletme sermayesi bulmakta bile büyük güçlük çekecek olan KOBİ’leri.

Nitekim AKP yanlısı iş insanları derneklerinin tepkileri de bu tespiti doğrular nitelikte oldu. Örneğin MÜSİAD Malatya Başkanı Hüseyin Kalan “MB’nin yüksek faiz artışı karşısında ‘Faiz ile büyümenin mümkün olamayacağına inanıyor ve kurdun ağacı çürüttüğü gibi faizin de işletmeleri çürüterek bitireceğine inanıyoruz’” dedi. Merkez Bankası’nın yüksek faiz artışını eleştiren Anadolu Aslanları İşadamları Derneği (ASKON) Genel Başkanı Hasan Ali Cesur ise “Dünyanın en çok faiz veren ülkelerinden biri olmamıza rağmen yine de faiz artışını bir çare olarak görüyorsak farklı argümanlarımız üzerinde tekrar çalışmamız gerektiği kanaatindeyiz” açıklamasında bulundu. “Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜMSİAD) Genel Başkanı Yaşar Doğan da Merkez Bankası’nın faiz kararının maliyetleri iyice artırdığını vurguladı. Doğan, ‘Bu kararı şık bulmadık. Dövizin de ateşi çok sönmüş gibi gözükmüyor. Faizlerin çıkması hoş bir durum olmadı. Bu maliyetlerle yatırımlar daha yavaşladı. Endişelenme var’” dedi.[1] Adı geçen iş insanları derneklerinin ağırlıklı olarak KOBİ’leri ve Anadolu’daki biraz daha büyük işletmeleri temsil ettiği biliniyor.

Kriz geliştikçe şirket borçlarının yeniden yapılandırılmasına yönelik düzenlemeler de gündeme geldi ve “öncelikli olarak kurtarılacak” olanların büyükler olduğu açığa çıkmaya başladı.

Bilindiği gibi, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK) şirketlerin bankalara olan borçlarının yeniden yapılandırılması için düzenlemeler yapıyordu. Finans ve ekonomi medyasında çıkan haberlerde, Türkiye Bankalar Birliği’nin (TBB) bu konudaki çalışmasının son aşamaya geldiği ve borçlarını yeniden yapılandırmak için bankalara başvurabilecek şirketlerin “toplam borcu 100 milyon TL ve üzerinde olan şirketler” olduğu belirtiliyor.[2]    Böylelikle KOBİ’lerin, şirket borçlarının yeniden yapılandırılması düzenlemesinin dışında tutulacağı anlaşılıyor.

Türkiye Ekonomisi Resesyona Giriyor: İflaslar ve İşçi Çıkarmalar Kaçınılmaz Görünüyor.

MB faiz kararından önce de 2018’in ikinci yarısında Türkiye ekonomisinin resesyona, yani durgunluğa gireceğine dair işaretler belirgin hale gelmeye başlamıştı. Bunun başta gelen sebeplerinin ilki, iki yıldır ekonomiyi zoraki büyütmek için uygulanan çeşitli teşviklerin etkisini yitirmeye başlamasıydı; diğeri ise kurlardaki ve enflasyondaki artış, dolayısıyla alım gücünün düşmesi ve Mayıs ayındaki kur şokunun ardından MB’nin faizleri arttırmasıydı. Yurtdışından yeni kredi bulma maliyetleri artan bankalar, kur artışlarının TL bazında kredi borçlarını şişirdiği şirketlere yeni kredi açmakta isteksiz davranıyorlardı. 

Ekonomideki hızlı resesyon eğilimi verilere de yansımaya başlamıştı. Örneğin krediler belirgin bir duraklama içindeydi. Haziran başında 964 milyar TL olan toplam TL ticari kredilerin, Ağustos sonunda 957 milyar TL’ye gerilemiş olması kredi hacminde net bir gerilemeyi gösteriyordu. Diğer yandan “ortalama ticari kredi faiz oranları Ağustos sonunda % 32,4’e çıkmıştı. Oysa bu oran daha 4 ay önce % 16’lardaydı.” Üretim hacmi, istihdam, yeni siparişler gibi önemli verilerden türetilen “Satın Alma Yöneticileri Endeksi (PMI) Temmuz’da 49.0 olarak ölçülmüşken Ağustos’ta hızla 46,4’e düşmüştü”. Bu, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında çok hızlı bir düşüştü. Tüketici, reel kesim, hizmet, perakende ticaret ve inşaat sektörleri güven endekslerinin birleştirilmesiyle elde edilen (100’ün üzerindeyse olumlu anlamına gelen) ekonomik güven endeksi de Ağustos’ta hızla değer kaybederek 83.9 seviyesine geriledi. Böylece 2008’deki küresel krizden bu yana Türkiye’de görülen en düşük düzeye ulaşmış oldu.[3]

13 Eylül’deki faiz artışı, zaten belirginleşmeye başlamış olan bu resesyon eğiliminin üzerine geldi. Böylece ticari kredi faizleri % 40’ların üzerine tırmandı. Bu koşullar altında geçmişte yüklüce borçlanmış olan şirketlerin yeni faiz oranlarıyla yeni krediler kullanarak “dönmesi” ve daralan iç taleple başa çıkması çok zor görünüyor. Dolayısıyla pek çok iktisatçı ve finansçı önümüzdeki aylarda zincirleme şirket iflaslarına ve işçi çıkarmalara tanık olacağımız konusunda hemfikirler.

Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Rejim, klientalist (kayırmacı) ilişki ağlarıyla çeşitli düzeylerde rantlar aktararak “yandaş” konumunda tuttuğu toplumsal kesimleri muhafaza edebilecek mi? Bunu için hâlâ belirli bir manevra alanına sahip mi?

Ben rejimin kendisi açısından orta vadede olumlu sonuçlar üretebilecek anlamlı bir manevra alanına sahip olmadığını düşünüyorum. Öncelikle rejimin önündeki seçenekler son derece daralmış görünüyor. Şimdiye kadar ekonomideki durgunlaşma Erdoğan/AKP’nin dayandığı tabanı aşındırmaya başladığında başvurulan yöntem belliydi: 16 Nisan referandumu ve 24 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi Hazine’nin teminatı altında kapsamlı kredi paketleri açılıyor, kamu alacakları erteleniyor ve devletin öncülük ettiği altyapı-inşaat  yatırımlarıyla ekonomi canlandırılıyordu.

Şimdi durum farklı. Çünkü uluslararası finans çevreleri ekonomik daralmayı aşacak genişlemeci maliye politikalarına karşı kesin bir tavır almış durumdalar. Söz konusu merkezler verdikleri borçları geri almak derdindeler; bu yüzden bütçe açığının büyümemesini, talebi canlandırmak yoluyla enflasyonun daha da yükseltilmemesini ve bütün bunların sonucunda yeni kur şoklarının oluşmasını istemiyorlar. Kısacası en son istedikleri şey, Türkiye’nin kur şokları nedeniyle borçlarını ödeyemeyecek duruma düşmesi.

Dolayısıyla bu hafta açıklanacak Orta Vadeli Program’da (OVP) kamunun ekonomiyi canlandırmaktan vazgeçeceğine ve yüksek borçlu büyük şirketlerin bir program dahilinde kurtarılacağına ilişkin somut adımlar yer almazsa, Türkiye’ye para akımının tekrar başlamayacağı, dolayısıyla ekonomik krizin daha da derinleşeceği öne sürülüyor. Rejimin sıkışmışlığı da buradan kaynaklanıyor. Elbette bu tablo devam ederse, Mart 2019 yerel seçimlerinin kaderinin ne olacağı sorulabilir. Bence ekonomik krize ilişkin dinamikler o kadar hızlı gelişiyor ki bulunduğumuz noktadan bakınca 2019 Mart’ı çok uzak bir tarih gibi görünüyor. Mart 2019’a kadar ekonomide ve dış politikada yaşanacak gelişmeler şimdiden tahmin etmenin epey zor olduğu sonuçlar doğurabilir.

Devlet Şirketleri Kurtaracak ve Faturayı Halk Ödeyecek

Son olarak özel sektör şirketlerinin borçlarının ne olacağı meselesine değinmek istiyorum. MB yüksek faiz artışıyla en azından belirli bir süre için kurdaki anormal artışın önüne geçmiş olsa da yılbaşından bu yana TL’deki değer kaybı yüksek döviz borcu olan şirketlerin bilançolarını çoktan vurmuş durumda. Ekonomi ve finans basınında bu şirketlerden yaşatılabilecek olanların nasıl kurtarılacağı yazılıp çiziliyor.[4] Zira üretim ve ticaret kapasitesi yüksek olan şirketlerin bir bölümü kurtarılmazsa, borçların ödenememesinden kaynaklanacak iflasların bankalara ve diğer şirketlere zarar vermesinden endişe ediliyor.

BDDK’nın Türkiye Bankalar Birliği (TBB) aracılığıyla uygulanacağını duyurduğu “borçların yeniden yapılandırılması” planı bir yere kadar işe yarayabilir. Sonuçta devletin, yani Hazine’nin bankalar aracılığıyla kötü durumdaki şirketlere kaynak aktarması gerekecek. Kapitalizmin ve mevcut rejimin dinamikleri, aşırı şekilde dövizle borçlanıp gereksiz bir konut fazlası yaratmış olsa da “yeterince büyük” olan firmaların, özellikle de yandaş firmaların borçlarının kamulaştırılmasını gerektiriyor.

Devlet, bankalara aktaracağı kaynakları iki şekilde edinecek. Birincisi, iç borçlanmayla; ikincisi ise iç borçlanmanın sürdürülebilir olabilmesi için halkın sırtına vergiler yükleyerek, kamu yararı taşıyan sağlık, eğitim, sosyal yardımlar gibi harcamaları kısarak ve ücretler üzerinde baskı kurarak.

Toplumun geniş kesimleri, hiçbir şekilde sorumluluk taşımadığı söz konusu borçların sırtına yıkılmasına karşı direnç göstermek durumunda. Aksi halde 2001 krizinden daha şiddetli olacağı tahmin edilen ve henüz başında bulunduğumuz mevcut krizin yükü sadece halihazırda çalışanlara değil gelecek kuşaklara da fatura edilecek. 

Güncelleme

Yazıyı bitirip kontrol ederken Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Yeni Ekonomi Programı (YEP) adıyla beklenen OVP’yi açıkladı. YEP, 2019-2021 dönemini kapsıyor. Kısa süre içinde açıklamadan ve yapılan değerlendirmelerden anladığım kadarıyla vardığım sonuç şu oldu: Gayet yuvarlak sözler söyleniyor; sanki ekonomik bir kriz içinde değilmişiz de koşullar normalmiş gibi gelecek yıllara ilişkin kur, enflasyon, cari açık, büyüme ve işsizlik tahminlerine yer veriliyor. Sadece kriz ima edilerek kamuda tasarruf yapılacağı belirtiliyor. Sonuç olarak rejim ve ekonomi yönetimi bırakalım krize dönük önlemleri, öncelikle kriz olduğunu kabul etmiyor. “Önümüzde zorlu geçecek bir iki yıl var, ardından toparlayacağız” demeye getiriliyor.

[1] http://www.paraanaliz.com/2018/guncel/yeni-safak-tcmb-is-dunyasini-soke-etti-26169/

[2] http://www.paraanaliz.com/2018/guncel/borc-yapilandirmanin-detaylari-belli-oldu-26276/

[3] Bkz. https://www.dunya.com/kose-yazisi/daralmanin-isaretleri-iyice-belirginlesti/427481

[4] Bu konuda iyi bir söyleşi için bkz. https://m.dw.com/tr/g%C3%BCrkaynak-maliye-politikas%C4%B1-devreye-girmeli/a-45480477