Yıkımın boyutları
6 Şubat 2023 Pazartesi günü, saat 04.17’de, K. Maraş’ın Pazarcık ilçesi merkezli 7.7 büyüklüğünde ve ardından saat 13.24’te Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesi merkezli 7.6 büyüklüğünde iki deprem meydana geldi. Depremler, Türkiye’de K. Maraş, Hatay, Adıyaman, Malatya, G. Antep, Şanlıurfa, Diyarbakır, Adana, Osmaniye, Kilis ve Elazığ illerinde, Suriye’de ise Halep, Efrin, Hama, İdlip, Tartus kentlerinde yaygın bina göçüklerine ve ağır bina hasarlarına yol açtı. Türkiye ve Suriye’de resmi rakamlara göre 18 Şubat tarihi itibariyle Türkiye’de 40 bin 642, Suriye’de ise 5 bin 800 insan hayatını kaybetti. Can kayıplarının daha da artmasından endişe ediliyor.
Bakanlıkça, 17 Şubat tarihine kadar afet bölgesi ilan edilen 11 ilde 684 bin binada yapılan incelemelere göre 84.726 binanın acil yıkılması gereken, ağır hasarlı ve yıkılmış olduğu tespit edildi. Bu tam 3 milyon 9 bin 563 bağımsız bölüm demek. 14 binin üzerinde binanın orta hasarlı, 120 binin üzerinde binanın az hasarlı olduğu tespit edildi. Suriye tarafında ise yıkımın boyutu henüz istatistiklere net bir şekilde yansımış değil. 13 Şubat tarihli İMO deprem ön değerlendirme raporuna göre yıkılmış binaların en az 6.444 tanesinin deprem esnasında yıkıldığı belirtildi. Bu rakamların da ilerleyen aşamalarda güncellenmesi beklenebilir.
Deprem öncesinde yapıların durumu nasıldı?
Kahramanmaraş merkezli depremlerin etkilediği 10 ilde imar affı/barışı kapsamında verilen yapı kayıt belgesi sayısı ise 294.166 oldu. Sonradan afet bölgesine dahil edilen Elazığ’la birlikte, 300 binin üzerinde imara aykırı yapının affedildiği görülüyor. Yıkımın en kötü neticelerinin meydana geldiği Hatay imar barışı başvurularında da zirvede. İmar barışı kapsamında değerlendirilen binaların kaçında yıkım, ağır hasar, orta hasar oluştuğunun ise ayrıca takip edilmesi gerekiyor. Öte yandan imar barışı adlı uygulamayla iktidarın, yahut Erdoğan’la cisimleşmiş devletin, var olan durumu daha da kötüleştirecek, imara aykırılıkları teşvik edecek düzenlemeler yaptığı, uygulamalara gittiği de rahatlıkla söylenebilir. Hatta deprem olmasaydı, yakın zamanda bir seçim yatırımı olarak yeni bir imar barışının da iktidarın gündeminde olduğunu biliyoruz. Yeni imar barışı düzenlemesi beklentisi, bir süredir kaçak ve imara aykırı yapılaşmayı da hızlandırmış durumda. Yani oluşan yıkımın, yeni imar barışı düzenlemesi beklentisi nedeniyle de artmış olması kuvvetle muhtemel.
Depremden etkilenen 10 ilin 8’inde hane halklarının en az yarısının 2001’den sonra inşa edilen binalarda yaşadığı, Türkiye ortalamasında ise hane halklarının yüzde 47.4’ünün ikamet ettiği binaların 2001 sonrasında yapıldığı yine TÜİK istatistikleri çerçevesinde iddia ediliyor. Bu ciddi bir oran ve yıkımın boyutları dikkate alındığında güvenli barınma imkanı konusunda büyük soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. En önemlisi de ‘yeni yapılan binalar da mı güvenli değil?’ sorusu herkesi yaşadığı mekanla ilgili bir güvensizlik hissine soktu.
Buna karşın Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Deprem bölgesinde yıkılan binaların yüzde 98’inin 99 depreminden önce yapıldığını’ öne sürdü. Uzmanlara göre Erdoğan’ın ‘binaların yüzde 98’i 1999 öncesi yapıldı’ açıklaması gerçekçi değil. Bahsi geçen TÜİK verileri, açık kaynaklardan takip edilebilen uydu görüntüleri ve hepimizin yaşayarak şahit olduğu üzere 20 yılı aşkın AKP iktidarı döneminde bina stokunun arttığı, yani yeni binaların çoğaldığı ve bu alanlarda da yıkımların olduğu gözle görülebilen bir gerçek.
Sorun nerede? Mevzuat mı yetersiz? Yeni binalar nasıl oldu da yıkıldı? Kim sorumlu?
19 Ağustos 1999 tarihli, büyük yıkımlara ve can kayıplarına yol açmış olan Gölcük depremi sonrasında deprem yönetmeliklerinin uygulanması için daha sıkı tedbirler alındığı, defalarca değişen veya yenilenen yönetmeliklerin giderek daha iyi hale getirildiği, dolayısı ile bir deprem ülkesi olan Türkiye’de depremden korunmanın en iyi yönteminin de 1999 yılı sonrası inşa edilmiş binalarda ikamet etmek olduğu söylenegeliyordu. Uzmanlar mevzuatın büyük ölçüde yeterli olduğu ancak denetimlerin yetersiz olduğu kanaatinde. Diğer taraftan iktidar 2018 yılında ilan edilen Yönetmelik hükümlerini yeniden revize edecek gibi görünüyor. Denetim eksikliği yanında müteahhit-yapı denetim-belediye-bakanlık düzeyinde farklı şekillerde ortaya çıkan yolsuzluklar, çıkarılan imar afları, yürütme kararları ile riskli alan kararlarının kaldırılması, toplanma alanlarının yapılaşmaya açılması oluşan yıkımın boyutlarını daha da artıran nedenler olarak sayılabilir. Yolsuzluk boyutunda soruşturmalar başlatılmakla birlikte şu anda sadece bir kısım müteahhitlere yönelik adli işlemler yapılırken, siyaset, şirket, bürokrat düzeyinde henüz bir işlem kamuoyuna yansımış değil.
Kentsel dönüşüm yok, rantsal dönüşüm var!
1999 yılı Gölcük ve sonrasındaki Düzce depremlerinin milat olduğu, bu tarihten sonra giderek iyileştirilen ve sıkılaştırılan, yapı denetim düzenlemeleri ile güçlendirilen deprem mevzuatına göre daha güvenli binaların inşa edildiği varsayımı 6 Şubat depremleri ile ciddi manada sarsıldı. Peki bu tarihten yani 1999 tarihinden önce inşa edilmiş yapı stokunun denetlenmesi ve dönüşümü ile ilgili durum ne?
1999 öncesi yapılarla ilgili son derece yetersiz ve rant temelli dönüşüm uygulamalarının olduğu söylenebilir. Zira dönüşüme yönelik riskli alanlar belirlenirken, bölgelerdeki zemin-yapı riskleri ve şehir planlamasından çok rant getirisinin esas alındığına işaret eden oldukça fazla örnek yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Örneğin son olarak Okmeydanı Fetihtepe, Beykoz Tokatköy ve Güngören Tozkoparan olmak üzere pek çok yerde kentsel dönüşüm ve onun yarattığı mağduriyetler biliniyor. Konuyu takip eden Av. Onur Cingil’in şu ifadeleri ise oldukça çarpıcı: “6306 sayılı yasa çıktığı zamandan beri söylüyorum, bu haliyle Sultanahmet Meydanı bile riskli alan ilan edilebilir diye. O yüzden en baştan şunu söyleyeyim; ortada bir kentsel dönüşüm ve deprem riskini azaltma gibi bir amaç yok. Türkiye’nin her yerinde böyle ama özellikle İstanbul’da şu iki başlıkta ilerliyor: Birincisi ranta açılacak boş alan kalmadı, ikincisi Türkiye’nin ekonomisi sadece inşaata dayalı ve Hazine’nin dolması için birilerinin inşaat ekonomisini canlandırması lazım. Yani insan ve deprem faktörü ise en sonlarda, hatta hiç anılmayan hususlar. Zaten bu yüzden kentsel dönüşüm değil, rantsal dönüşüm diyoruz.”
Ne yapılmalı?
Bu soruya güvenli barınma hakkı çerçevesinde cevap oluşturabilmek için detaylı değerlendirmelere ihtiyaç var. Öte yandan yukarıda belirtilen olgular, acilen bazı işlerin yapılması için harekete geçilebileceğini gösteriyor.
Öncelikli olarak güvenin yeniden tesis edilmesi gerekiyor. Bunun için de bilim insanlarının, üniversitelerin, meslek örgütlerinin ve ilgili diğer kurumların uyarılarının dikkate alınması, doğru ve bilimsel planlamaların yapılması, sonrasında uygulamaya geçilmesi gerekiyor. Örneğin İstanbul özelinde deprem haritalarına ilişkin şüpheleri giderecek ciddi bilimsel bir çalışmaların yürütülmesi, neticelerine göre riskli alan ve dönüşüm uygulamalarının sosyal hukuk devleti ilkesi çerçevesinde ele alınması gerekiyor. Yapı denetimi gibi önemi son depremle tekrar anlaşılan bir konunun kamunun kontrolüne alınması veya son derece sıkı takip edilmesi, bu alanda çalışma yeterliliklerinin liyakate dayalı olarak yükseltilmesi ve denetim mekanizmalarının meslek örgütleri eliyle gerçekleştirilmesi gerekiyor.
Kürt sorununu da yakından ilgilendiren aşırı merkeziyetçi üniter yapılanma, ülkeyi yöneten bir avuç grup ülke kaynaklarını istediği gibi dağıtabilsin diye de muhafaza ediliyor. Her şeyi merkezileştiren, gelinen aşama itibariyle de tek adam rejimi olarak adlandırılan bu üniter yapıdan vazgeçilmesi, halkın güvenliği için birtakım yetkilerin ademi merkeziyetçi bir anlayışla, işleri en iyi şekilde yapacak ve takip edecek kurumlara devredilmesi gerekiyor.
Cezasızlık algısının yürütülecek etkin soruşturmalarla ortadan kaldırılması gerekiyor. Bunun yolu da, her biri suç mahalli olan yıkılmış, ağır hasarlı, orta hasarlı binalarda usulüne uygun şekilde numunelerin toplanmasından, imar süreçlerinin dikkatli bir şekilde incelenerek kuvvetli suç şüphesi altındaki tüm sorumluların yargılanmasından geçiyor.
Hepsinden de önemlisi, gerek imar uygulamalarındaki denetimsizlik ve imar affı gibi düzenlemelerle, gerekse deprem sonrası kurtarma çalışmalarındaki kasti veya ağır ihmalleriyle yaşam hakkını gözetmeyecek kadar pervasızlaşmış, demokrasiyle bağını koparmış, meşruiyeti giderek tartışmalı hale gelen yönetim anlayışından kurtulmak gerekiyor.
Yeniden kurmak gerekiyor. Cumhuriyeti, demokrasiyi, kentleri, birlikte yaşam kültürünü….