Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından yürütülen “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi” (ETCEP) MEB’in açıklamasına göre Ocak ayının birinci haftasında durduruldu. Bu açıklama Bakan Ziya Selçuk’un daha bir hafta önce, 2018’in son günlerinde, bu projenin 81 ilde ve 162 okulda pilot uygulamaya geçeceği yönündeki beyanının ardından yapılmıştı. Anlaşılan o ki, 2014 yılında Avrupa Birliği fonlarıyla, MEB Ortaöğretim Genel Müdürlüğü yürütücülüğünde başlatılan ETCEP, geniş Türkiye coğrafyasını yayılan okullardaki saha tespitlerinin ve müfredat incelemelerinin ardından uygulamaya konacağı aşamada birileri tarafından engellendi.
Yaklaşık bir buçuk ay sonra, Şubat ortasında Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), “Yüksek Öğretim Kurumları Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesini” durdurduğunu açıkladı ve “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesini” internet sitesinden kaldırdı. MEB vakasında Bakan Selçuk konu hakkında sessiz kalırken YÖK Başkanı Yekta Saraç “toplumsal cinsiyet kavramı toplumsal değerlerimize mütenasip değil” şeklinde konuştu. Tutum belgesinde önerilen derslerin içeriğinin “adalet temelli kadın çalışmaları” anlayışıyla geliştirilmesi gerektiğini savundu.
ETCEP’in amacı ortaöğretimi toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hale getirmekti. Öğretmenleri, öğrencileri, mevzuatı ve müfredatı kapsayan kapsamlı bir girişim olma iddiasındaydı.[1] YÖK belgesi de yüksek öğretim kurumlarını toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı duyarlı kılmayı amaçlıyor ve bu konuda akademisyenlere ve üniversitelerin idari ve akademik kurullarına belli görevler hatırlatıyordu. Ayrıca bu kurumlarda cinsel taciz ve saldırılara karşı alınması gereken önlemlere dair bir çerçeve sunuyordu.[2]
Bahsi geçen proje ve belgeler Türkiye’nin 2010’lardan itibaren içine sürüklendiği İslami muhafazakâr cinsiyet politikasıyla, ayrıca iktidarın bazen İslami tabanı kışkırtmak, bazen de bu tabandan gelen baskılara göğüs germek üzere yöneldiği Selefi cinsiyetçilikle elbette çelişkiliydi. Türkiye’nin Batı değerleriyle flört ettiği dönemlerde, kadın hareketlerinin itici gücüyle altına imza atılmış olan 1985 tarihli “Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi” (CEDAW) ve 2011 tarihli “Kadına Karşı Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Birliği Sözleşmesi” (İstanbul Sözleşmesi) gibi belgelerden besleniyordu. YÖK tutum belgesi, kadın ve toplumsal cinsiyet alanında çalışan akademisyenler tarafından hazırlanmış ve 2015 yılında yayınlanmıştı.
YÖK belgesinin varlığının, eril cinsiyetçi kültürün son derece kuvvetli olduğu Türkiye üniversitelerinde cinsel taciz ve saldırılara karşı mücadelede önem taşıdığı yadsınamaz. Bir tutum belgesinin belli bir uygulamayı garanti etmesi beklenemez, ama Türkiye’de yüksek öğretimin YÖK’te merkezileşmiş hiyerarşik yapısı dikkate alındığında, bu belgenin önemi daha iyi anlaşılır. Çeşitli üniversitelerde cinsiyet eşitliği, cinsel taciz ve saldırı konularında harekete geçen oluşumlar bu belgeyi referans alarak meşruiyetlerini savunabiliyorlardı. Boğaziçi Üniversitesi gibi liberal gelenekten beslenen bir okulda dahi kurumlaşma güçlüğü yaşayan bu tür oluşumlar için YÖK strateji belgesi önemli bir kazanımdı.
Eninde sonunda, YÖK tarafından yayınlanmış ama hiçbir zaman kuvvetle savunulmamış bir belgenin kaldırılması, YÖK’üyle ve rektörleriyle her geçen gün daha da erkekleşen üniversiteleri ertesi gün daha da erkek egemen hale getirmeyecek veya bu kurumlarda yürütülen cinsiyet eşitliği mücadelesini yok etmeyecek. Yine de, Türkiye’nin bugünkü aile ve cinsiyet politikası açısından bir anomali teşkil eden bu proje ve belgelerin şimdi neden, niçin kaldırıldığı hakkında fikir yürütmek, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi için faydalı olacaktır.
Feminist araştırmalar tarafından tesis edilmiş olan ve biyolojik cinsiyetle kişinin toplumsallaşarak edindiği cinsel kimlik arasında fark gözeten “toplumsal cinsiyet” kategorisinin Yeni Akit haberciliği ve yazarlığında temsil bulan Selefi İslami yorum tarafından “mide bulandırıcı” bulunduğunu biliyoruz. Onlara göre doğuştan gelen, yalnızca erkek veya kadın olarak tanımlanabilecek iki biyolojik cinsiyet dışında toplumsal cinsiyet olarak adlandırılabilecek bir kategori yoktur. LGBTİ gibi cinsiyet kimliklerine kapı aralayan bu kategori, gülünç bir alıntıyla, “haçlı oyunudur” ve terk edilmesi gerekir. Kadın biyolojik cinsiyetine sahip olan bireylerin çocukluk ve evlilik yaşları ve kamusal hakları konusunda ise, modern bireyin aydınlanma sonrası ve son yüzyıla ait tüm hukuki kazanımlarına aykırı bir yaklaşım içindedir bu anlayış.
Akit yazarlığında temsil bulan, bazı diyanet yayınlarına, hizmetlerine ve İslami vakıf faaliyetlerine sızan bu anlayış, Müslüman halkımızın yaygın görüşü ve öz değeriymiş gibi sunulur ve bu propaganda üzerinden kurumlar üzerinde baskı kurulur. Oysa bu, belki propagandistlerin kendilerini de inandırdıkları bir çarpıtmadır, çünkü Müslüman halk, muhafazakârlığın çok farklı renklerine ve önemli bir kesimi de seküler dünya görüşüne sahiptir. Selefi baskı yukarıdan aşağıya, sponsorlar aracılığıyla örgütlenir, muhafazakâr toplumun kafası karıştırılır, sonra da buna “halkın gerçekliği” süsü verilir.
Selefi baskı karşısında YÖK, aslında bu görüşle çatışma halindeki İslami muhafazakâr projeye, “cinsiyet adaleti” kavramına sığınmış gibi görünmektedir. “Cinsiyet eşitliği” yerine “cinsiyet adaleti”, AKP’nin muhafazakârlık iddiasını taşıyabildiği bir dönemde üretilmiş bir söylemdir. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın 2010’da Dolmabahçe’de “kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum” çıkışının ardından cinsiyet politikasında bir şeylerin değişmeye başladığı anlaşılmıştı. 2013 yılında, Sümeyye Erdoğan’ın hâlâ başkan yardımcısı olduğu Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) kuruldu. Kamu yararına dernek statüsündeki bu kuruluş, kamu kaynaklarından ölçüsüzce yararlandırılarak adeta Cumhurbaşkanlığı’nın bir ofisi gibi çalışıyor ve kadın ve cinsiyet sorunları etrafında kendisine rakip olarak seçtiği feminizme karşı faaliyet üretiyor. YÖK Başkanı Yekta Saraç’tan duyduğumuz “adalet temelli kadın araştırmaları” kavramının sponsoru bizzat KADEM’dir.
Adalet temelli kadın araştırmalarının temelinde, benim Selefi olarak adlandırdığım görüşe benzer bir şekilde, biyolojik cinsiyetle edinilmiş cinsiyetin özdeşleştirilmesi, LGBTİ kategorilerin reddi yatıyor. Yine Selefi görüşe benzer bir şekilde, erkek ve kadın cinslerinin doğuştan gelen, Allah tarafından bahşedilmiş farklı özelliklerine (fıtrata) vurgu yapılıyor. Bununla birlikte “adalet” retoriği, kadını ekonomik ve kamusal haklardan mahrum edilmesi gereken bir varlık olarak görmez. Kadınların ekonomik ve siyasi hakları üzerine tartışma yürütürken, onun “fıtratına” uygun rollere yabancılaştırılmaması, örneğin eş, annelik ve bakıcılık gibi hususiyetlerinin yadsınmaması gerektiğini savunur. Çünkü yadsınırsa, kadına zulmedilmiş, toplumsal cinsiyet adaleti zedelenmiş olur. İktidar gücüyle hakim kılınmaya çalışan bu İslami muhafazakâr retorik, kariyer potansiyeli taşıyan varlıklı kadınlar için yer yer dokunulmaz bir toplumsal alan açarken, ataerkinin işlerlikte olduğu mikroiktidar alanlarını, ev, aile ve akrabalığı eleştirmez, geniş yoksul kadın topluluğunun mağduriyetine karşı ilgisiz kalır.
MEB projesi durdurulurken, YÖK tutum belgesi kaldırılırken sahnede iki değil, üç farklı görüş var: Birincisi, aydınlanma geleneği ve feminist hareketlerden beslenen, “eşitlik” ve “toplumsal cinsiyet” kavramlarını merkeze alan, ataerkiyi çözümlemeye çalışırken tüm cinsiyet gruplarının iyiliğini hedefleyen bir görüş. İkincisi, aydınlanmadan ve feminist literatürden midesi bulanan Selefi anlayış; üçüncüsü ise kadına sınırlı ekonomik ve siyasal haklar tanıyan modernist muhafazakâr görüş. YÖK tam da 31 Mart seçimleri öncesinde AKP tabanından örgütlü Selefi baskıyla karşılaşınca, hasbelkader devraldığı eşitlik belgesini sahiplenmiyor, bunun yerine şimdilik muhafazakâr projeye sığınmış gibi görünüyor.
Ataerkiyi çözümlemeye gayret eden, toplumsal cinsiyet kategorisini inşa eden ve eşitliği savunan feminist programın ahlaki üstünlüğü tartışma götürmez. Bu görüşler politik arenada çarpıştığında, Türkiye’nin bugünkü politik ve kültürel belirsizlik ortamında hangisinin galip geleceği ise bilinemez. O nedenle MEB, YÖK ve eğitim kurumlarının kısa dönemde ne tür adımlar atacağını takip etmek, ahlaki açıdan üstün olan programın başarısı için çalışmak gerekiyor.
[1] Bkz. https://www.britishcouncil.org.tr/sites/default/files/proje_oykusu-son.pdf
[2] Bkz. https://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/205680-yok-un-kaldirdigi-toplumsal-cinsiyet-esitligi-tutum-belgesi