Suriye Harekâtı Üzerine Bir Ön Değerlendirme
14 Ekim 2019
Aşağıdaki yazı, Toplumsal Gündem Çalışma Komisyonu’nun 12 Ekim 2019 tarihli tek gündemli toplantısında, Suriye harekâtının başlangıcındaki gelişmeleri değerlendiren tartışma üzerine hazırlanmıştır.
Türkiye’nin 9 Ekim’de başlattığı Kuzey Suriye’de “Rojava” olarak adlandırılan Kürt bölgesine düzenlediği askeri harekâtı pek çok açıdan ele almak mümkün. Bölgede yeni gelişmeler yaşandıkça bu konuda yazılar yazılmaya, yorumlar yapılmaya devam ediliyor. Türkiye’nin bu harekatını nasıl okumak gerekir? Bunu bazı sorular etrafında açmaya çalışalım:
Bu askeri harekât Türk Devleti’nin asırlık Kürt sorunu açısından ne anlama gelmektedir?
Türk Devleti’nin kuruluş aşamasından itibaren yaşamış olduğu en büyük meselelerden biri Kürt meselesi oldu. 1925 Şeyh Sait isyanıyla başlayan süreç bugün de devam ediyor. Lozan Anlaşması’yla kuruluşu gerçekleşen Türkiye, Lozan’da dört parçaya bölünmüş tarihsel bir bölge olarak Kürdistan’ın en büyük bölümüne sahip oldu. Burası hem nüfus hem de toprak olarak Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın en önemli parçasıydı. Bu nedenle burayı elinde tutmasının tek yolunun Kürtleri asimile etmek olduğunu düşünen Türkiye neredeyse yüz yıldır bunun için uğraşıyor. Asimilasyonu başaramamış olması nedeniyle Kürtler hâlâ Türk devleti için potansiyel bir iç tehlike olarak görülüyor. Özellikle Ortadoğu’nun diğer bölümlerinde Kürtlerin şu veya bu derecede kendi kendilerini yönettiği özerk veya federal bir bölgenin kurulması Türkiye için bir kâbus haline gelmiş durumda. Bu gerçekleşirse, uzun vadede kendi Kürt bölgesini elinde tutamayacağını düşünen Türk devlet aklı için, bunun gerçekleşmemesi için her yol denenmelidir. Herhangi bir parçada Kürtlerin siyasi haklara sahip olduğu özerk veya federal bir bölgenin kurulması Türkiye için bir beka sorunu olarak görülmektedir.
Hatırlanacak olursa 2011’de Suriye savaşı başladıktan ve Rojava Devrimi şekillendikten sonra devletin planı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu plana göre; IŞİD çeteleri Suriye’de Kürt bölgesini ele geçirecek ve bölgedeki tüm Kürtleri temizleyecekti. “Kobane düştü düşecek” sözleri bu çerçevede gündeme gelmişti. IŞİD, Suriye Kürtlerini ezip geçtikten sonra bölgeye girecek olan Türkiye, İŞİD’i temizleyerek hem dünyada büyük bir prestij kazanacak, hem Suriye’den gelen mültecileri buraya yerleştirecek hem de Suriye’deki Kürt bölgesini tamamen yok ederek bir Arap kuşağı kuracaktı. Böylece hem mültecilerden kurtulacak hem de Suriye meselesinde masanın baş köşesine kurulacaktı. Yani bir taşla bir kuş sürüsü vurulacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı, Kürtler beklenmedik bir hızla organize olup IŞİD’e karşı direnişe geçtiler ve IŞİD’in ilerleyişini durdurdular. İlk başlarda ne olacak diye bekleyen ABD ve Avrupa, Kürtlerin gerçekten başarılı bir direniş sergilediğini görünce destek verdiler. Gelen destekle IŞİD’in Rojava Devrimi’ni boğma hamlesi geri püskürtülmüş oldu. Böylece Türk devletinin en büyük kâbusu tekrar ortaya çıkıverdi. Rojava’da Kürtler hâkim duruma gelmişlerdi ve üstelik bunun liderliğini de PKK ile örgütsel bağı olduğu iddia edilen Kürtler gerçekleştirmişti. Rojava’da birbirleriyle bağlantı halinde üç Kürt kantonunun birleşerek federal bir bölgeye dönüşme olasılığı Türk devlet aklı için kabul edilemez bir beka sorunu olarak ortaya kondu. O günden itibaren devlet içindeki “neo-ittihatçı” kesim bölgeye bir operasyon gerçekleştirilmesi için harekete geçmişti zaten.
Türkiye’nin Suriye ile ilgili oluşturmuş olduğu A planı tutmadı; bugün sıra B planını gerçekleştirmeye geldi. Bu plana göre; Türkiye, Suriye Kürt bölgesini tamamen işgal edecek, IŞİD’in yapamadığını yaparak bölgeyi Kürtlerden temizleyecek (en azından büyük bir bölümünü) ve İdlib’tekiler de dahil, ne kadar cihatçı, mülteci varsa bölgeye yerleştirerek Arap kuşağını oluşturacak. Bu plana göre Türkiye Devleti, hem en başından tasarladığı amaca ulaşmış, Kürtlerin kazanımlarını geri almış olacak, hem de Suriye meselesinde yine masanın asıl aktörlerinden biri haline gelecek.
Türk devleti uzun zamandır planladığı operasyonu sonunda gerçekleştirdi. Bununla birlikte, bu planın uygulanması konusunda da çok ciddi sorular ortada duruyor. Gelişmeler halen devam ettiği için evdeki hesap Suriye çarşısına uyar mı bilinmiyor. Kürtlerin göstereceği direniş ya da Şam’la kuracağı olası ittifak, on binlerce IŞİD’linin ne olacağı, Türk ekonomisinin kırılgan yapısı, Rusya ve Suriye rejiminin alacağı tavır, Türkiye tarafından kontrol edilecek alanın sınırlarının ne olduğu konusundaki belirsizlik ve bu konudaki (başta ABD ile) olası görüş ayrılıklarının gelişmesi, özellikle Filistin (ve Arap Birliği), Kuzey Kıbrıs, ve bazı AB ülkelerinde gelişen müdahale karşıtı tepkilerin ciddi bir karşı duruşa evrilip evrilmeyeceği ve daha sayılabilecek pek çok faktör her an her şeyi değiştirebilir. Yani bu köprünün altından daha çok sular akacak gibi görünüyor.
Bu müdahale Türkiye’nin iç politik dengeleri açısından ne anlama gelmektedir?
Bu işgal harekâtının sebeplerinden biri de iç politikada yaşanan gelişmelerdir. Yerel seçimlerde AKP’nin yaşadığı yenilgi, AKP içinden yeni iki partinin çıkıyor olması, yaşanan ekonomik krizin yarattığı tepki ve son anketlerde AKP’nin oy oranlarında görülen büyük düşüş, AKP’nin iktidardan uzaklaşmaya başladığını açıkça gösteriyor. Bu koşullarda yapılacak bir seçimde AKP’nin tek başına iktidara gelmesi imkânsız görünüyor. Diğer yandan Türkiye’nin Suriye politikası uzun bir süredir muhalefet partileri tarafından eleştiriliyor. Barış Pınarı Harekâtı’ndan kısa bir süre önce CHP, Uluslararası Suriye Konferansı’nı yaptı. Bu konferans Kürtlerin dahiliyeti olmadan yapılsa da sonuçları iktidarı memnun etmedi. Çünkü iktidar üzerinde Suriye rejimi ile yani Esad ile masaya oturması yönünde baskı kuruluyordu. Bu da AKP için kabul edilebilir bir teklif değildi. Dolayısıyla iktidar açısından milliyetçi muhafazakâr kitleleri mobilize etmek ve çekirdek oyları yeniden toparlayabilmek için ülkeyi bir savaşa sokmak ve toplu bir seferberlik ruhu yaratmaktan başka çare kalmamış durumdaydı. Bu harekât sayesinde hem kitlesini konsolide ederek oy oranlarını koruyacak, hem krizin neredeyse tüm yükünü vatandaşın sırtına yükleyen zamlar unutturulacak, hem de muhalefet pasifize edilmiş olacaktı. Öyle de oldu. HDP dışındaki tüm partiler bu savaşa tezkere verdi. Böylece uzun süredir gündemde olan HDP’siz “Türkiye İttifakı” kurulmuş oldu. Yerel seçimlerde AKP’ye oy kaybettiren “Millet İttifakı” bu milli mesele nedeniyle AKP’nin arkasında yer aldı, Erdoğan’ın liderliğinde hizaya girmiş oldu. Kurulan “Türkiye İttifakı” yeni yeni başlayan işçi direnişlerini, çevre tahribatına karşı eylemleri, KHK mağdurlarının hak mücadelelerini şimdilik gündemin geri plana itmiş oldu. Bunun AKP içi ayrışmalara Babacan ve Davutoğlu’nun yeni parti kurma konusundaki girişimlerini nasıl etkileyeceğini de göreceğiz. Harekat sonrası yaptığı konuşmada Erdoğan’ın herkesi AKP içinde saf tutmaya davet etmesi tesadüf olmasa gerek. CHP’nin “içi yana yana” tezkereye “evet” demesiyle belediye seçimlerinde etkisi güçlü bir şekilde hissedilen HDP-CHP yakınlaşmasının devam edemeyeceği söylenebilir. CHP’nin tezkereyi onaylamasından sonra Kürtlerden oy alma ihtimali elbette oldukça düşmüştür. Bu açıdan AKP’nin yine bir taşla bir kuş sürüsü vurmuş olduğu düşünülebilir. Öte yandan belki de bu müdahalenin siyaset açısından tek faydalı sonucunun, bir süredir Kürt siyaseti içinde tartışılan, kutuplaşmış iki ittifak içinde olmama ve kendi siyasetini, “üçüncü yolu” izleme gerekliliği yönündeki görüşlerin ne denli önemli olduğunun farkına varılması olması umulabilir.
Sonuç olarak zaten uzun zamandır Suriye’deki Kürt bölgesine girmek isteyen “neo-ittihatçı” kesimin istekleriyle AKP’nin çaresizliği örtüşmüş oldu ve operasyon kararı alındı. Ancak iki taraf da şunu iyi biliyordu ki, hem ABD’yi hem Rusya’yı hatta hem de AB’yi ikna etmeden bu operasyona girişilemezdi. Türkiye uzun zamandır bu olurları almak için uğraşıyor ve öyle görülüyor ki belirli sözler vererek bunu almış durumda. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde, ender görülebilecek gelişmelerden biri olarak hem Rusya’nın hem de ABD’nin, (Almanya, Belçika, Polonya, Fransa, Britanya, Estonya tarafından verilen) Türkiye’yi kınama önerisini veto etmeleri bu desteği açıkça gösteriyor.
Bu işgal uluslararası politik dengeler ve Ortadoğu’daki güç savaşı açısından ne anlama gelmektedir?
Bu operasyonun bir ucunda da ABD, AB ve Rusya bulunuyor. Gösterilen tepkinin büyük bölümünün göstermelik olduğu açık. Elbette muhalif Avrupalılar samimi tepkilerini iletiyordur ancak görünüşte operasyona karşı olduklarını ya da şartlı destek sunduklarını söyleseler de hem AB’nin patron devletleri (Türkiye’ye silah satışını askıya alma kararlarına karşın) hem de ABD bu operasyona belirli şartlar ileri sürerek olur vermiş gibi duruyorlar. Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla Türkiye’ye şu söyleniyor: “Madem operasyon konusunda bu kadar ısrarlısın tamam gir; ancak iki şartımız var: sivil halka dokunmayacaksın, kitlesel katliamlar olmayacak ve bölgedeki IŞİD’lilerin tüm sorumluluğu ve kontrolünü üstleneceksin. Eğer bu şartlara uymazsan kırılgan ekonomini darmadağın ederiz”. AB ve ABD’nin, Türkiye’nin sözlerini tutacağına dair en büyük garantisi Türkiye’nin ekonomisinin zayıflığı. Böylelikle Suriye’nin Kuzeyine doldurulmuş ve istenmeyen IŞİD’liler Türkiye’nin eline bırakılmış oluyor. Bölgedeki Kürtlerin durumu, nüfus mühendisliği, Kürtlerin yaşadığı bölgelere Arap mültecilerin ve cihatçıların yerleştirilmesi ne AB’nin ne de ABD’nin umurunda. Bu ülkeler mültecilerin ve cihatçıların ülkelerinden uzak durmasını istiyorlar. Zaten Suriye savaşıyla mülteci akını başladığından beri Türkiye’ye biçilen rol, Türkiye’nin bir tampon bölge olması ve mülteci kampına dönüştürülmesiydi. Bunun kirası da AB ülkeleri tarafından Türkiye’ye ödeniyor. Türkiye bu pozisyonu kabul ederek AB karşısında kullanışlı mülteci kozunu da ele geçirmişti. AB’nin politikalarını beğenmediğinde “kapıları açar salarım mültecileri” tehdidini savurup duruyordu. AB açısından, kendi ülkelerine gelmedikçe Türkiye’nin bu insanları Suriye’nin kuzeyine yerleştirmesi kendisi için en uygun çözüm olarak görünüyor. Ancak onların yaptıkları hesabın da çarşıya uymama ihtimali çok yüksek görünüyor. Bu müdahale IŞİD’i güçlendirip yeniden harekete geçirebilir ki şimdiden bunun emareleri görülmeye başlandı. Ayrıca Türkiye’nin sözlerini tutacağına dair güvenceleri hiç de yeterli görünmüyor. Türkiye hâlâ mültecileri Avrupa’ya göndermekle ilgili tehditlerini sürdürüyor. IŞİD’i de kontrol ederse AB’ye karşı elindeki kozlar daha da güçlenmiş olacak. Artık AB’ye ‘salınacak’ sıradan mülteciler değil cihatçılar olacak.
Rusya’ya gelince; öncelikle Rusya, ABD’nin bölgedeki iki müttefikinin yani PYD, YPG ve Türkiye’nin çatışmaya girmesinden dolayı oldukça memnun görünüyor. Böylelikle ABD’yi büyük bir sorunla baş başa bırakmış durumda. ABD, Türkiye’yi karşısına almak ya da Rusya’ya yakınlaştırmak istemeyecektir. Ancak bu durumda Kürtleri satması gerekecektir. Bunu yaptığında ise Kürtleri kendi eliyle Şam’a, Suriye Rejimi’ne yani Rusya’ya teslim etmiş olacaktır. Bu nedenle ne olursa olsun bu operasyondan dolayı Rusya çok mutlu olmuş olmalı. Zaten BM’deki oylamalarda da veto haklarını Türkiye lehine kullanmaya devam ediyor. Ancak Rusya’nın hesaplarının da aleyhine dönme riski taşımadığı söylenemez. Bu bölgelere yerleşen Türkiye’nin sonradan gerçekten bu bölgelerden çekilip çekilmeyeceği belirsiz. Kuzey Batı Suriye’deki sicili de biliniyor. Ayrıca unutulmamalıdır ki Türkiye hâlâ bir NATO ülkesi ve ABD’nin bölgedeki müttefikidir. En son haberlere göre Kürtler Şam’la, Suriye rejimi ile anlaşmış görünüyor. Tartus ve Lazkiye üslerini kırmızı çizgi olarak gören Ruslar, Kuzey Suriye’de cihatçıların toplandığı yeni bir bölge inşasına razı olabilir ancak bu konuda Şam’ı ikna etmesi gerekecektir.
Son süreçte aldığı pozisyon açısından en “şaşırtıcı” konumda olan gücün ABD olduğunu görmek zor değil. ABD bir yandan operasyonu desteklemiyor görünse de başta Başkan Trump’ın söylemlerinde de görüldüğü üzere Türkiye’ye bir tür yeni misyon veren tavrıyla (IŞID artık Türkiye’nin sorumluluğunda) gerekse Kürtleri yüzüstü bırakan tavrıyla son yıllardaki Ortadoğu ve Kürt politikası açısından “yeni” bir görüntü arzediyor. “Askerlerimizi eve getireceğiz” çizgisiyle “bölgeyi İran, Rusya ve Şam yönetimine” terketme çizgisi arasında sıkışan Trump’ın ülke içinde gelişebilecek farklı dengeler sonrasında nasıl bir tavrı sürdüreceği belirgin görünmüyor. Bir yandan Türkiye’nin girdiği alanlardaki askeri noktalardan “çatışmama” gerekçesiyle çekilirken diğer yandan Türkiye sınırları aşarsa “çok ağır yaptırımların” uygulanacağının dile getirilmesi dikkat çekiyor. Fiili durumda Türkiye’nin askeri müdahalesini (desteklemediğini belirtse de) onaylayan pozisyonunda olan ABD’nin öteden beri süregelen ve İsrail’in de çıkarlarıyla örtüşen Ortadoğu politikalarında nasıl bir yönelim göstereceği merak konusu haline gelmiş durumda.
Sonuç yerine
Emperyal devletlerin Suriye’de konuşlanmaları ve bölge hakimiyetleriyle Rojava Devrimi boğulmuş, Kürtlerin kaderi ulus-devletlerin eline bırakılmıştı. Bu son gelişmelerle Kürtler, bir kez daha her ülkenin kendi çıkar hesapları gündeme geldiğinde ilk gözden çıkarılabilecek unsur olduklarını açıkça gördüler. Türkiye’nin mülteci tehdidi nedeniyle ağzını bile açmayan AB, güçlü bir NATO ülkesini kaybetmek istemeyen ABD her an Kürtleri katliam, asimilasyon ve tehcirle baş başa bırakıp gidebilir.
Ulus-devletlerin savaş oyunları içinde barış siyasetinden yana olan odaklar bir güç oluşturamıyor. Bu savaşı değerlendirirken dünyada ve Türkiye’de savaş karşıtı muhalefetin zafiyeti de göz ardı edilemez. Bugün Türkiye’de de toplumsal muhalefetin yıllardır barış siyaseti, barış iradesi ortaya koyamamasının sonuçlarını yaşıyoruz. Türkiye’de Kürt siyasetinin kazanımlarının kayyumlarla ele geçirilmesi, Kürt siyasetçilerin cezaevlerine tıkılması terör retoriği üzerinden meşrulaştırılmaya çalışıldı. Şimdi de Kürtlerin başka bir ülkedeki, Suriye’deki kazanımları ellerinden alınmaya çalışılıyor. Bunu meşrulaştırmak için de terör söylemi, milliyetçilik, milli birlik hamaseti devreye sokuluyor. Bu kazanımları kaybetmemek için Kürt hareketleri birlik içinde hareket eder mi bilemeyiz ancak savaş karşısında, Türkiye’de, Suriye’de barış talep eden kesimler birlikte barış iradesini ortaya koyamadıkça yıllara yayılan savaşlara tanıklık etmeye devam edeceğimiz çok açık.