Türkiye’de yaşananları değerlendirirken artık inkar edilemeyecek kadar açık olan iki gerçeği kabul etmek gerekiyor. Birincisi direnişin araçlarının buharlaşmış olması, ikincisi de yüksek siyasetin kısa yoldan sonuca ulaşma taktiklerinin toplumdan kopukluğu.
Direnenlerin olmayacak duaya “âmin” demeyi bırakması gerekiyor.
Türkiye’de yaşanan süreci tarif eden birçok analiz yapıldı, yapılıyor. Spekülatif tanımlamalardan kaçınarak, herkesin ortak yorumu ile baskıcı bir rejim olduğu tespitinde ortaklaşabiliriz. Giderek artan bu baskının neden bir patlama yaratmadığı, niteliksel olarak artan muhalefetin ufak da olsa neden bir sonuç alamadığını ele almakta fayda var.
Muhalif yapılar ve tekil düzeyde bireyler, hak arama mücadelelerinde, seneler içinde tüm dünyada geliştirilmiş mekanizmaları kullanırlar. İlgili idari amire şikâyet dilekçesi vermek, hukuki olarak haklarını aramak, suç duyurusunda bulunmak, protesto hakkını kullanmak, kınamak, basın açıklaması yapmak, mecliste soru önergesi vermek, imza kampanyası yapmak, sokakta eylem yapmak, sendikalar, grev hakkı vb.
Türkiye’de son dönemde gerçekleşen direnişler ve sonuçlarına bakalım; Can Atalay’ın vekil seçilmesine rağmen tutukluluk halinin sonlandırılmaması için tüm direniş mekanizmaları kullanıldı, ancak sonuç değişmedi. Durum hukuka aykırı, ama sonuç ortada. Akbelen ormanları için tüm hukuki yollar kullanılmış, sonuç da alınmış, ancak fiili durum değişmedi. Bir başka karar ile kararın etrafında dolanıldı. Muhalif direniş mekanizmaları işledi, ülke gündemine oturdu. Sonuç değişmedi. Ağaçlar kesildi. Hukuka aykırı, dünyanın geleceği için yanlış, ama sonuç ortada. Sağlık Bakanlığı’nın farklı dilde reçete yazılabilmesi yönündeki kararında Kürtçe’nin de yer alması için meclis önergesi hamlesinden de sonuç alınamayacağı açık.
Örnekler çoğaltılabilir. Muhalefet mekanizmalarının bir kısmının buharlaştığını, bir kısmının da dönüştüğünü söyleyebiliriz. Kınama, dilekçe verme, soru önergesi verme, dava açma, imza kampanyası gibi mekanizmalar çoktan buharlaştı. Hukuk mekanizmasının büyük ölçüde dönüştüğü, dönüştürülemeyen alanlarda ise farklı mekanizmalarla hukukun arkasından dolanıldığı pek çok örnek var. Önce aksiyon alınıyor, sonra kitabına uyduruluyor. Bazı konularda ise hukuksuz eylemden sonrasında geri adım atılıyor ama toplumsal mesaj yerine çoktan ulaşmış oluyor. İstanbul için gündeme gelen alkol yasağı haberi de bu şekilde değerlendirilebilir.
Sistemik olarak demokrasiyi, dolayısı ile de bu mekanizmaları kullanmayı savunan bir kesimin elinden en temel silahı alınmış durumda. Mekanizmaların kullanılması zaten iyice zorlaştırıldı. Muhalif yapıların pek çok emek ve fedakarlıkla kullanabildiği bu mekanizmalar ise aslında işlemiyor. Bu tespiti yapıp, her konu için ne yapılabileceğini ayrı ayrı düşünmek gerekiyor. Tabi ki en temel demokratik mekanizmaların işletilmesi konusunda ısrarcı olmak önemli. Lakin bir yandan, işlemeyen mekanizmalara bel bağlamayı bırakıp, sonuç alıcı yeni nesil mekanizmalar kurmak gerekiyor. Var olmayan bu mekanizmalardan sonuç alınamadığı için sönümlenen direnişleri, inisiyatifleri canlandırmak gerekiyor.
Tüm bu süreci, kontrollü bir toplum yaratma çabası ile paralel düşünebiliriz. Cemevlerinin devlet kontrolüne alınmasının yolunu açmak için Alevi Dedelerine maaş vaadi, devlet kontrolünde bir Alevilik yaratma çabası olarak öne çıkıyor. Alevi toplumunun bir kesiminde var olan bu talebi karşılamak, Aleviler içinde bir ayrılık yaratma fırsatı olacak. Hüda-Par ile Kürtler arasında yapılmaya çalışılan, kısmen başarıya ulaşan bu kontrollü toplumsal kesimler yaratma çabası, eski mekanizmalara takılıp kalan muhalif yapılar için kaçınılmaz sonu hazırlıyor.
Konserlere koyulan yasaklar önce alkollü eğlencelerle başladı, sonra her türlü etkinliğin yasaklanması ile devam etti, gelinen son noktada, belediyelerin düzenleyeceği herhangi bir eğlence belediyeler için gereksiz harcama olarak kodlanıyor. Muhafazakâr kesimin içinde de bu yasaklarda kantarın topuzunun kaçtığına dair yorumlar olsa da, iktidarın bu dalganın önünü kesmediğini, söylemler reelde uygulanmasa da oluşturduğu algının desteklendiği çok açık. Festival iptallerinin tüm gençlik kesimlerinin sosyalleşmelerinin engellenmesi gibi bir işlevi ve anlamı da var.
Seçim taktikleri, bizi stratejisiz siyasete mahkum ediyor.
14-28 Mayıs seçimlerinin ardından, siyasi partiler bir iç hesaplaşma dönemine girdiler. Yapılan açıklamaların bir kısmında ve/veya sızan kulislerde yer bulan bazı özeleştiriler, siyasi anlamda bir özeleştiri umudu olabilecek değerlendirmeler de içeriyor. Hatta iktidar partisinde yaşanan değişimler, kazanan tarafın bazı reformlar yaptığı yorumlarına bile neden oldu. Ancak Mart 2024’te gerçekleşecek yerel seçim, kısa dönem taktiklerinin öne çıkmasına sebep oldu.
Meral Akşener’in Altılı Masa’dan kalkması ve tüm süreçte yaşananlara dair son açıklamaları, süreçte gerekli duruşu göstermediğini iddia ettiği CHP’ye dair eleştirileri de bu kısa dönem pragmatizmi içinde eridi gitti. Akşener’in kendini aklama çabası olduğu kadar, sürece dair stratejik duruşların deşifresi açısından önemli olabilecek bir tartışma, “kazanmak için yerel seçimde ittifak mecburiyeti” baskısının altında sönümlenmiş görünüyor.
Akşener’in yerel seçimlere dair, herkesin kendi adayı ile girmesi çağrısına gelen yanıtlarda da partiler adına bir netlik olduğu söylenemez. Muhalefetin yerel seçimde büyük şehirlerde ayrı aday çıkarması, belediyeleri Ak Parti’ye teslim etmek demek. Zamanında taraflar kesin bir dille yalanlamış olsa da, Altılı Masa sürecinde yaşanan pazarlıklar sonradan gün ışığına çıktı. Bugün de kapalı kapılar ardından seçim pazarlığının sürdüğü, Akşener’in de görüşmeler öncesi el yükseltmeye çalıştığı yorumu da yapılabilir.
CHP’nin, kurultayı beklediği, CHP’lilerin yorumlarının da kurultay öncesi parti içi çekişme amacıyla yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Dolayısı ile CHP’de yerel seçimden daha da kısa vade için bazı taktik hamleler söz konusu. İyi Parti de sanki CHP kurultayında seçilecek başkana göre tavır belirleyecek. Millet ittifakından ayrılıp Cumhur ittifakına yaklaştığını düşündürecek tavırlar ve eylemleri de ayrıca not edilmeli. 2015 Haziran seçimlerinden sonra yaşananlara benzer bir siyasi tasarımı, MHP’nin muhalefetten ayrılıp, ben diğer taraftayım dediği gibi bir durumu, şu an için spekülatif görünse bile İYİ Parti ile de yaşayabiliriz.
HDP cephesi de seçim sonrası bir özeleştiri ile YSP bünyesinde yoluna devam edeceği bir süreç tarif etti. Ancak yerel seçime dair ittifaklar konusunda HDP tarafında da bir netlik yok. Taktiksel işbirlikleri ve kovalanan fırsatlar iç içe geçmiş durumda.
Tüm bu süreçte, iktidar dahil tüm partilerde sesi en net çıkanların ortak söylemi şu şekilde; “seçim öncesi bu tartışmaların zamanı değil, bu söylemleriniz yapıya / partiye / harekete / ittifaka zarar veriyor.” 14/28 Mayıs seçimlerinden önce çok aşina olduğumuz bu söylem, şu anda da siyasetin göbeğine oturmuş durumda. Bu durum çıkarcı siyasetin, kendi çıkarının peşinde, çıkacağı siyasi arenadaki ana gündemlerden azade olması çabasıdır. Muhalefet bu nedenle kendine destekçi bulamamakta, iktidar tarafından en basit temel muhafazakâr konulara sıkıştırılan gündem, kendi sığ kulvarında destekçi toplamakta.
Arenadaki tüm oyuncuların, kendi rolünden memnun olduğu bu sistemik stratejisizliğin nasıl değişeceği ayrı bir tartışma konusu. Ancak “mecburi taktiklerin” bizi “stratejisiz siyasete” mahkûm ettiği bir gerçek.
Yaşanan baskıların hiçbiri Türkiye için yeni değil. Hatta belirli dönemlerde her birinin daha fazlasının, daha aşırısının ve sertinin yaşandığını anlatanlar olacaktır. Bu dönemin en önemli farkı ortada bir muhalefet olmaması, olamaması. Kültürel direniş ortadan kalkmış görünüyor. Her bir mücadele, kayıp yeni bir dava olarak zihinlerimizdeki raflarda yerini alıyor. Fikri takip anlamında bile dönüp ne olduğuna bakmıyor muhalefet, bakamıyor çünkü inancı yok.
Belki de buharlaşan veya dönüşen en büyük muhalif mekanizma olarak CHP’yi tanımlamak gerekiyor. Özellikle 2019 yerel seçimlerinden sonra muhalif cenahta herkes, CHP’nin peşine takıldı. Muhalif kültür sanat yapılarının yeniden ayağa kalkıp kendi söylemini kurması gerekiyor. Zira iktidar kültürel hegemonya kuramıyor, sadece beğenmediğini yasaklayabiliyor. Bu acziyetin de farkına varmak ancak henüz başarılı olamasa da kendi kültürel hegemonyası için yaptıklarını da takip etmek gerekiyor.