“London School of Economics’teki bazı önde gelen düşünürler 1930’larda faşizmin yükselişine tanık olduklarında, Oxford tarih profesörü Ben Jackson’ın BBC’deki yakın tarihli röportajında söylediğine göre, “Bu koşullarda, toplumdaki ekonomik gücü elinde bulunduran insanların, mülk sahiplerinin, -eğer ekonomik çıkarları garanti altına alınacaksa- demokrasiyi feshetmeye, sivil özgürlükleri kaldırmaya ve Naziler gibi siyasi örgütlerle anlaşmalar yapmaya hazır olduklarını” savundular.

Bu analiz, birçok teknoloji sanayicisinin Başkan seçilen Trump’a destek verdiği şu dönemde tehditkâr bir tınıya sahip. Trump yönetiminde Genelkurmay Başkanı olarak görev yapan General Mark Milley’in onu, “dibine kadar faşist” olarak tanımladığının farkında olmamaları pek mümkün değil.

Amazon’un kurucusu Jeff Bezos, seçimden sonraki sabah attığı bir tweet’te, “45. ve şimdi 47. Başkanımıza olağanüstü bir siyasi geri dönüş ve kesin bir zafer için büyük tebrikler,” dedi. Birkaç hafta önce aynı Bezos, Washington Post’un sahibi olarak, gazetenin yayın kurulunun Kamala Harris’e destek vermesini engellemişti.

Bezos, antitröst davalarında milyarlarca dolar kaybedebilirdi, ancak ikinci Trump dönemi sayesinde bu davaları kazanma şansı önemli ölçüde artmış durumda. Geçtiğimiz on yılda Amazon Web Services, Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) ile 10 milyar dolarlık bir anlaşma da dahil olmak üzere, federal hükümetle devasa sözleşmeler yaptı.

Bu nedenle, Bezos’un seçim sonrası tweet’inde aşırıya kaçması şaşırtıcı değil: “@realDonaldTrump’a Amerika’yı sevdiğimiz şekliyle birleştirip yönetme konusunda gönülden başarılar diliyorum.”

Teknoloji endüstrisinin Trump’a yaranma yarışında geri kalmak istemeyen Meta CEO’su Mark Zuckerberg de şöyle yazdı: “Kesin zaferi için Başkan Trump’ı tebrik ederim. Ülke olarak önümüzde büyük fırsatlar var. Sizinle ve yönetiminizle çalışmayı dört gözle bekliyorum.”

2024 Trump kampanyası için dokuz haneli bir bağışçı ve çevrimiçi yalanların önde gelen yayımcısı Elon Musk, Trump ile yakın çalışıyor. Tesla’nın patronu, X’in (eski adıyla Twitter) sahibi ve SpaceX’in yöneticisi olan Musk, yeni yönetimin politikalarını şekillendirme konusunda oldukça avantajlı bir konumda. Seçimden bir hafta sonra, Trump’ın Musk’ı kamu sektörünü doğrama misyonuyla, iyi tanımlanmamış “Devlet Verimliliği Departmanı”na eş lider olarak seçtiği haberleri çıktı.

Musk, Bezos ve Zuckerberg, Forbes’un dünyanın en zengin kişileri listesinde sırasıyla birinci, üçüncü ve dördüncü sırada yer alıyor. Üçünün toplam serveti yaklaşık 740 milyar dolar.

Washington Post’un seçimden sonra temkinli bir şekilde belirttiği gibi: “Birçok teknoloji eliti son yıllarda, bir zamanlar Silikon Vadisi imajının temelinde yer alan idealizmden omuz silkerek, daha kurumsal ve işlem odaklı bir siyasi yaklaşımı benimsedi.” Gazete ayrıca şu yorumu yaptı: “Sağcı teknoloji figürlerinden oluşan büyüyen bir grup, Trump’ın bürokrasiyi ortadan kaldırarak yeni bir Amerikan hakimiyet çağı başlatabileceğini savunuyor.”

Bezos ve Musk gibi ahlaktan yoksun ultra zenginler için Trump’a yanaşmak, büyük kazançlar sağlayacak hesaplı bir yatırım olarak görülüyor. İnsan yaşamı üzerindeki sonuçlar onlar için pek de önemli değil gibi görünüyor. Aslında, toplumsal adaletsizlik ve onun yol açtığı bölünmeler daha kârlı siyasi demagoji için uygun koşulları oluşturuyor; kurumsal vergi indirimlerinden ve bireysel vergi dilimlerindeki gerici değişikliklerden faydalanmak için de sıraya da önce zenginler giriyor

Seçim Günü’nün ardından faşizm uzmanı Jason Stanley karamsar bir değerlendirme yaptı: “Maddi veya sosyal olarak dışlanmış hisseden insanlar, daha eşitlikçi koşullarda reddedecekleri patolojileri —ırkçılık, homofobi, kadın düşmanlığı, etnik milliyetçilik ve dini bağnazlık— kabul etmeye başlar. Ve bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde eksik olan şey tam da bu sağlıklı, istikrarlı bir demokrasi için gereken maddi koşullar. Hatta artık Amerika artık, toplumsal uyumu baltalayıp küskünlüğü artırmaktan başka bir işe yaramayan muazzam bir servet eşitsizliği fenomeniyle tanımlanır hale geldi.

Amerika Birleşik Devletleri’nde faşizm tehdidi artık varsayımsal değil. Bu tehdit, yakında hem yürütme hem yasama organını ve ayrıca federal mahkeme sisteminin de büyük kısmını kontrol etmeye hazırlanan partinin aşırılıklarıyla hızla ivme kazanıyor.

Durum, Stanley’nin belirttiği gibi, “Cumhuriyetçi Parti’nin hükümetin tüm organlarına hakim olmasının ABD’yi tek partili bir devlet haline getireceği” gerçeğiyle sınırlı değil. Toplumsal söylem ve politik dinamikler üzerindeki zehirleyici etkileri çoktan harekete geçmiş durumda; açıkça sergilenen bağnazlıkların ve aleni nefretlerin giderek daha fazla kabul görmesi ve teşvik edilmesi bunun bir göstergesi.

Trump’ın siyasi mücadelesinin başarılı re-lansmanı, onu yeniden iktidarın zirvesine taşıdı. Azınlıktaki bir grup için kurumsal kârlar yeni zirvelere ulaşacak. Bunun bedelini ise yalnızca insanlık ödeyecek.

Bu son derece tehlikeli dönem, gerçekçilik gerektiriyor — ancak kadercilik değil. En kötü zamanlarda, dayanışmaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulur.

Ya umut konusunda ne demeli?

Fred Branfman’ın söylediklerini düşünün.

1960’ların sonlarında Fred, ülkesinde binlerce köylünün yaşamına son verdiğini fark ettiğinde Laos’ta insani yardım gönüllüsü olarak çalışıyordu. Derlediği ve 1972’de yayımlanan Voices from the Plain of Jars (Kavanozlar Ovası’ndan Sesler) adlı kitabın alt başlığı “Bir Hava Savaşı Altında Yaşam” idi. Kitap, uzun süreli ABD bombardımanı altında yaşayan Laoslu insanların denemelerinin yanı sıra, çevrelerindeki dehşeti betimleyen çocukların çizimlerini içeriyordu.

Fred’e Laos’taki deneyimini sorduğumda şöyle dedi: “27 yaşında, önümde aniden ahlaki bir uçurum belirdi. Dünyadaki en dürüst, insancıl ve nazik insanlar arasında yer alan Laoslu köylülerle röportaj yaparken varlığımın özüne kadar sarsıldım. Onlar bana, yıllarca yeraltında yaşadıklarını anlatıyordu; bu sırada sayısız köylü arkadaşlarının ve aile üyelerinin, napalm bombaları sonucu diri diri yandığını, 500 kiloluk bombalarla boğulduğunu ve antipersonel bombalarla parçalandığını gördüklerini dile getiriyorlardı ve bu bombaları atan benim ülkem Amerika Birleşik Devletleri idi.

Fred savaş karşıtı gruplarla birlikte Kongre’de lobi yapmak ve Hindiçin’deki kitlesel kıyımı protesto etmek için Washington’a taşındı ve burada, sonraki on yıllar boyunca, yazar ve aktivist olarak çalışmaya devam etti. Politikaları değiştirmek, savaşları durdurmak ve kendi ifadesiyle “küresel ısınma, biyolojik çeşitlilik kaybı, yer altı su kaynaklarının tükenmesi, kimyasal kirlilik ve insan yaşamının bağlı olduğu biyosfer sistemlerini tehdit eden çok çeşitli yeni tehditlerin etkileşiminin biyosfer üzerindeki etkisine” karşı koymak üzere çalıştı.

2014’teki ölümünden birkaç yıl önce Fred ile konuştuğumda şöyle demişti: “İnsan türünün önümüzdeki on yıllarda kendini daha iyi hale getireceğine dair haddinden fazla ‘umut’ taşımakta zorlanıyorum.”

Ancak Fred şöyle devam etti: “Kendi içsel sorgulamalarımda öyle bir noktaya geldim ki, ‘umut’ kavramının bütünüyle hoşlanmamaya başladım. Eğer beni motive etmek için ‘umuda’ ihtiyacım varsa, umut için mantıklı bir neden göremediğimde ne yapacağım? Eğer ‘umutlu’ olabiliyorsam, aynı şekilde ‘umutsuz’ da olabilirim ve umutsuz hissetmekten hoşlanmıyorum.”

Şöyle devam etti: “Kendi hayatıma daha derinlemesine baktığımda fark ettim ki, hayatım ne şimdi ne de geçmişte ‘umut’ etrafında şekillenmişti. Laos buna bir örnekti. Oraya gittim, köylüleri sevmeyi öğrendim, bombardıman ruhumu ve benliğimi derinden sarstı ve ben karşılık verdim — ne umutlu olduğum için, ne de umutsuz olduğum için, sadece hayatta olduğum için.”

Biz hayattayız. Ne kadar umuda sahip olduğumuzdan bağımsız olarak, bundan en iyi şekilde faydalanalım. En çok ihtiyacımız olan şey iyimserlik değil, kararlılık.

*Görsel, Nicola Jennings, The Guardian’da yayımlanmıştır.