Bu tarih aralığında öne çıkan gündemler Devlet Tiyatrolarındaki gelişmeler, sanata yönelik baskı ve sansür ile kadına yönelik şiddete dair sanatçıların açıklamaları oldu. Değerlendirmede yararlandığımız haber akışına buradan ulaşabilirsiniz.
Devlet Tiyatroları
Devlet Tiyatroları genel müdürü Tamer Karadağlı’nın Devlet Tiyatroları çalışanlarıyla ilgili olarak “çalışmayacaksanız istifa edin, Lale Devri bitti!” açıklaması sonrası başlayan tartışmalar, geçtiğimiz haftalarda da kültür-sanat dünyasının önemli gündemlerinden biri olmaya devam etti. Gerek Devlet Tiyatroları Sanatçıları Derneği (DETİS), Kültür Emekçileri Sendikası, Devlet Tiyatroları Devlet Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı gibi kurum ve sendikalar, gerek sinema ve tiyatro alanından sanatçılar, gerekse de siyasi partilerden kimi temsilciler tarafından tepkiyle karşılanan bu açıklamalar Devlet Tiyatroları çalışanlarını töhmet altında bırakması, çalışanların açlık sınırındaki maaşlarını, kötü yaşam koşullarını görmezden gelmesi ve antidemokratik uygulamaları, yıllardır kronikleşen yönetim mekanizmaları sorunlarını örtbas etmesi gibi gerekçelerle oldukça eleştirildi. Karadağlı ve ekibinin kurumu itibarsızlaştırmaya ve yok etmeye çalıştığı ifade edildi. Konu, CHP Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal’ın 23 soruluk önergesi aracılığıyla Meclis’e de taşındı; Karadağlı’nın beyanatının kaynağının ne olduğu, DT bünyesinde kaç sanatçı bulunduğu, geçtiğimiz sezon kaç oyun sahnelendiği, Karadağlı’nın bu oyunlarda sahne alıp almadığı, “yıllardır çalışmadığı” iddia edilen sanatçıların neden görevlendirilmediği vb sorularla kurum içi gayriresmi ve yasadışı uygulamalar tartışmaya açılmaya çalışıldı.
Tamer Karadağlı’nın açıklamasının tepki çekmesinin ardından Devlet Tiyatroları’nın eski genel müdürü Nejat Birecik, Karadağlı’nın açıklamalarına hak verdiğini ifade ederken görev sürecinde DT’de çalışan bazı oyuncuların arasında CIA ve FETÖ bağlantılarının olduğunu iddia etti. Bunun yanında birkaç yayın organı senelerce DT’de çalışmayıp dizi ve filmlerde oyunculuk yapan ve buradan emekli olan yetmişten fazla oyuncu olduğunu ileri sürdü, iki sanatçının ismini yayınladı. Tartışma olgusal verilerden ziyade spekülasyonlarla ilerledi.
Tartışmalar yoğun bir şekilde devam ederken, Ankara DT sanatçısı Gaye Filiz Alacacı Tamer Karadağlı’yı eleştirdiği bir sosyal medya paylaşımı nedeniyle Devlet Tiyatroları Özel Kalem Müdürü ile Karadağlı’nın danışmanı tarafından telefonu alınarak üç saat bir odada alıkonulduğunu, ilgili paylaşımını kaldırması ve özür dilemesi için tehdit edildiğini tüm kamuoyuna duyurdu, suç duyurusunda bulundu. Bu şikâyet sonrası Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın konuyu araştırmak üzere müfettiş görevlendirdiği aktarıldı.
Yalnızca söylem düzeyindeki sorunlar değil, arka planda yürüyen ihalelere ilişkin tartışmalar da gündeme getirildi. DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Sevilay Çelenk, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nün 2023 yılı Sayıştay denetim raporunda yer alan usulsüzlükler hakkında Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Gürsoy’un yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. DT muhasebesinde ciddi usulsüzlükler olduğunu, özellikle harcırah ödemelerindeki yasaya aykırı uygulamaların dikkat çektiğini belirtti.
DT gündemleri tüm bunlarla da sınırlı kalmadı. Okan Bayülgen’in yazıp yönettiği Drakula tiyatro oyunu, geçtiğimiz günlerde Ankara Devlet Tiyatrosu programından sessiz sedasız çıkarıldı. Ancak sürpriz bir şekilde Tamer Karadağlı’nın başrolünde (!) olduğu bir “Drakula” oyununun Ankara’da sahneye koyulacağı ortaya çıktı. Bu kez de CHP İstanbul Milletvekili Dr. Gamze Akkuş İlgezdi, Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından hazırlanan Drakula oyununun bilet satışına çıkmasına rağmen sahnelenmesine günler kala iptal edilmesini Meclis gündemine taşıdı.
Birçok kurumda ve mekanizmada liyakatsizliğin hâkim kılındığı böylesi bir ortamda Devlet Tiyatroları, Şehir Tiyatroları, özel tiyatrolar, ödenekli tiyatrolar, amatör tiyatrolar gibi yapılar birçok tartışmanın konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor. Devlet ve şehir tiyatroları gibi kurum tiyatroları yıllardır kadrolaşma ve liyakat sorunlarıyla boğuşurken şeffaf ve sürdürülebilir üretim ve kültür politikalarının oluşturulması ihmal ediliyor. Devletin kamu yararını ve sanatçıları gözetmesi, sosyal güvenlik haklarını güvence altına alması, sanat üreticileriyle sağlıklı bir ilişki içerisinde sanat politikaları üretmesi; DT gibi kurumlar içerisinde demokratik bir işleyiş oluşturulması, sanatçılara kurum içi kararlarda ve sanat üretimlerinde söz hakkı tanınması, kısacası kamusal bir tiyatro modeli yaratacak mekanizmalar kurulması temel bir ihtiyaç olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Sansür ve Yasaklar
Sinema, tiyatro ve müzik alanlarında sansür ve yasaklama haberleri karşımıza çıkmaya devam ediyor.
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) yakın zamanda tarihi bir karara imza atarak 30 yıldır alternatif yayıncılığın çok önemli kanallarından biri haline gelen Açık Radyo’nun karasal yayın lisansını iptal etti. 24 Nisan’da “Açık Gazete” programında kullanılan “Ermeni soykırımı” ifadesi nedeniyle Açık Radyo’ya 5 kez program durdurma cezası veren Üst Kurul, karara uyulmadığı gerekçesiyle radyonun lisansını iptal etti. Kamuoyunda tepkiyle karşılanan bu karar, dinleyicilerin #AcıkRadyoSusturulamaz etiketiyle yaptığı paylaşımlarla protesto edildi ve kararın durdurulması çağrısı yapıldı. Ancak kamuoyundan gelen bu tepkilere rağmen 16 Ekim Perşembe günü saat 13.00’da Açık Radyo’nun karasal yayını sona erdi. Radyonun yayıncı olarak başvurma hakkı olan farklı lisans biçimleri olduğu, bunlardan biriyle farklı bir mecrada yayın hayatına devam etme ihtimali bulunduğu aktarılsa da Açık Radyo 30 yıldır yayın yaptığı haliyle yayın yapamayacak. Konuyla ilgili hukuki süreç devam edecek.
16 Ekim günü, radyonun genel yayın yönetmeni Ömer Madra dinleyicilerine şu sonsözlerle veda etti: “Açık Radyo’nun sürekli kamusal parklar, ormanlar gibi müştereklerden biri olduğunu hatırlatıyoruz. Açık Radyo dendiğinde akla başka bir mecrada hak ettiğini bulamamış bir uzun şarkı, radyo tiyatrosundan aklınıza kazınmış müthiş bir tirad, edebiyatın görünür kıldığı bir büyük hikâye, İnsanlığın renk ve titreşimlerini sesle çepe çevre kuşatan bir mecra gelir… Açık radyo dendiğinde akla ekoloji mücadelesinin, sosyal dayanışmanın, hak mücadelesinin seslerine daima kürsü ve megafon olan sakin, kararlı bir radyo istasyonu gelir. Açık Radyo kamusal faydanın sesidir. Kurulduğu günden bu yana herhangi bir kişinin ya da kurumun çıkarını gözetmeksizin kamu yararına yayın yapmıştır. Gücünü ve dirayetini buradan alır… RTÜK kararıyla Açık Radyo’nun karasal yayınının iptal edilmesi hangi teknik ya da bürokratik gerekçeye dayandırılıyor olursa olsun kesinlikle kamunun sesini kısma girişimidir. Tarihe öyle geçecektir ve daima öyle hatırlanacaktır.”
Açık Radyo 30 yıldır kendi olanaklarıyla ayakta duran, her koşulda bağımsız bir yayıncılık yapabilmek için mücadele eden, farklı görüşlerden, kimliklerden insanların, hak ve özgürlük mücadelesi veren kesimlerin kendini özgürce ifade edebildiği, sesini duyurabildiği bağımsız bir alandı. Bu yanıyla fiziksel varlığını bir radyo kanalı olarak sürdüremese de Türkiye’de alternatif radyoculuk, bağımsız yayıncılık denilince akla ilk gelecek platformlardan biri olarak hatırlanacak; kezâ muhalif sesleri kısmaya, özgürlük alanlarını daraltmaya ve sansürü olağan hale getirmeye çalışan yasa-koyucular da öyle…
Açık Radyo sansür ve yasaklar konusunda bu dönemin en dikkat çekici gündemlerinden biri olsa da her dönem sıkça yasaklara maruz kalan Kürt sanatçılar/Kürtçe üretimler yine bu gündemin önemli maddelerinden birini oluşturdu.
Özkan Küçük’ün yapımcılığını üstlendiği ve bir grup Kürt tiyatrocunun 25 yıl sonra bir araya gelme hikâyesini anlatan “Rojbash” filmi Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “ticari dolaşıma uygun değil” kararı üzerine yasaklandı. Çoğunluğu Kürtçe olan film değerlendirilirken bir tercümana dahi ihtiyaç duyulmaması dikkat çekiciydi. Yönetmen Özkan Küçük karara ilişkin olarak, “bu karar, bir sanat eserinin sansürlenmesi de değil, yasaklanması anlamına geliyor. Bugünkü politik atmosferin etkisiyle bu kararı kolaylıkla alanların yaptıkları şey, yıllarca verdiğimiz emeği, alın terimizi, düşünce ve ifade özgürlüğümüzü, umutlarımızı hiç etmek ve değersizleştirmekten başka bir şey değil” değerlendirmesinde bulundu. Gelişmeler üzerine Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği (MLSA) 9 Ekim’de bu kararın iptali için dava açtığını duyurdu.
Bir başka gelişme, Kürt yönetmen Kazım Öz’ün, Zer filminin YouTube gösteriminden dolayı ifadeye çağrılmasıydı. “Terör örgütü propagandası” yaptığı iddiasıyla Öz’e soruşturma açıldı. Öz genel olarak Kürt sineması ve sansür ilişkisi konusunda, özellikle sinemada Kürt sorununa ışık tutan yönetmen ve yapımcıların “cezalandırma” politikasıyla karşı karşıya kaldığını belirtti. Öz’ün ifadesiyle, Kürt sineması, sinemada çizilen sınırların dışına çıktığı için Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın fon desteğinden yararlanamıyor. Kürt halkının gerçekliklerini konu alan filmler ya tamamen yasaklanıyor ya da festival gösterimlerinden çıkartılıyor.
Kürt sinema ve tiyatrosuna dönük yasaklar bu süreçte Meclis gündemine de taşındı. DEM parti Van Milletvekili Sinan Çiftyürek, Meclis Başkanlığına verdiği önergede Rojbash filminin neden yasaklandığını sordu. Yine ilgili önergede yer alan, son beş yılda toplam kaç Kürtçe tiyatro ve sinema filmine destek verildiği, son beş yılda kaç Kürtçe tiyatro ve sinema filminin Bakanlık tarafından yasaklandığı, yasaklanma gerekçeleri ve yıllara göre sayısal dağılımları, yönündeki sorular, Kürtçeye ve Kürtçe sanata dönük baskıların genel bir devlet politikası olduğunu deşifre etmesi açısından önemliydi.
Sinema ve tiyatro alanındaki yasaklamalar bunlarla da sınırlı kalmadı. Altın Portakal Film Festivali’nin 61.yıldönümünün kutlandığı şu günlerde, geçen yıl Altın Portakal film seçkisinden çıkarılan Nejla Demirci’nin belgeseli Kanun Hükmü, bu sene yine yasaklandı. Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi tarafından, sansürlenip gösterimi yasaklanan filmlerden oluşan bir seçkiyle Antalya Altın Portakal Film Festivali’ne alternatif olarak hazırlanan Özgür Portakal Film Günleri’nde Kanun Hükmü filminin gösterimi, Antalya Valiliği tebligatıyla engellendi. Demirci yasaklanan filmi için hukuk mücadelesini sürdüreceğini, yasak kararına karşı savcılığa suç duyurusunda bulunacağını ifade etti. Geçen yıl Kanun Hükmü’ne sansür kriziyle gündeme gelen Antalya Altın Portakal Film Festivali ise sansürü masaya yatırmak üzere bir Sinema Çalıştayı düzenledi.
Bu dönemki bir diğer yasaklama haberi de Borçka’dan geldi. 13-20 Ekim tarihlerinde 3. Borçka Tiyatro Festivali’nde sergilenmesi planlanan Dof Tiyatro’nun Dans Eden Ev oyunu, hiçbir geçerli açıklama yapılmadan yasaklandı. Kaymakamlık, Dof Tiyatro’nun oyunlarıyla beraber festival programındaki diğer çocuk ve gençlik tiyatrosu alanında faaliyet gösteren toplulukların oyunlarına da yasak getirdi ve bu toplulukların oyunlarının bir daha Artvin’de kaymakamlığın sorumluluk alanlarındaki okullarda oynanmayacağını beyan etti.
Müzik alanına ilişkin olarak, Diyarbakır’da Amed Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ve Koma Hevra ile Kardeş Türküler’in sahne aldığı konserin ertesinde Koma Hevra üyeleri gözaltına alındı, ifade veren grup üyeleri serbest bırakıldı.
Kültür-sanat alanındaki baskılara karşı mücadelenin ve toplumsal barışın tesisi için çağrı yapan, kuruluşu 18 Ağustos 2024’te deklare edilen Özgürlük İçin Sanat İnisiyatifi, 5-6 Ekim’de Şişli Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir çalıştay düzenledi. “Mevcut İktidarın Kültür Politikaları: Sansür-Otosansür Baskısında Kültürel Kapan” başlığıyla düzenlenen çalıştayın sonuç bildirgesinde, “yapılan oturumlarda ve forumda, sansürün ve otosansürün yarattığı kültürel baskılar üzerine görüşler, deneyimler ve öneriler paylaşıldı” ifadelerine yer verildi. Buluşmaya katılan sanatçılar, sansürün siyasi konjonktüre göre uygulandığına dikkat çekerek, kültür alanında yaratılan tecride karşı ortak mücadelenin geliştirilmesi gerektiğini belirttiler.
Kadına Yönelik Şiddet
Kadınlara, çocuklara, doğaya dönük şiddet eylemleri ne yazık ki katlanarak artmaya devam ediyor. Kültür-sanat alanına da yansıyan ve gerek sosyal medya platformlarında gerekse festivallerde/etkinliklerde sanatçıların tepkisine yol açan birçok eylem gerçekleşti bu dönemde yine.
“Hikayemiz Birlikte” temasıyla düzenlenen 61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin açılış konuşmasını yapan Saadet Işık Aksoy ve Farah Zeynep Abdullah son günlerde yaşanan kadın katliamlarıyla ilgili konuşma yaptı. Aksoy, “Türkiye’de yaşanan kadın cinayetleri karşısında inanılmaz bir acıyla bu sahnedeyim… İzin verirseniz şu anda, burada onları saygıyla anmak istiyorum ve hepimiz için adalet diliyorum” ifadelerini kullanırken Farah Zeynep Abdullah ise ödülünü, “dün kötüydü, bugün daha kötü… Çok korkuyorum daha da kötü olacak diye. Kısa keseceğim. Ben bu ödülü izninizle bu erkekçiliğin ve erkeklerin egemen olduğu, henüz daha sektör bile diyemeyeceğimiz bu düzende var olmaya çalışan, konuşmaktan korkmayan, yorulan ama pes etmeyen kadınlar için almak istiyorum” sözleriyle aldı.
Yine Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü paylaşan Nur Sürer ve Binnur Kaya, İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmesi çağrısında bulundu.
Festivalde gösterimi yapılan ‘Acı Kahve’ filminin söyleşisinde konuşan oyuncu Nazan Kesal ise bu filmin aslında Türkiye’deki aile yapısını sorgulayan, kutsal aile algısı üzerine düşünmemizi sağlayan bir yanı olduğunu ifade etti: “Aile her şeyse, o ailelerin içinde küçücük kız çocukları neden öldürülüyor?”
Oyuncu Hazal Kaya kişisel hikâyesinden yola çıkarak kendisinin de şiddete uğradığını aktardı ve “biz de çaresizlik içindeyiz. Biz de bu şiddete en ağır maruz kalanlardan biriyiz” diyerek kanunların uygulanması ve İstanbul Sözleşmesi için çağrıda bulundu.
Müzik dünyasından popüler isimler de son dönemde yaşanan şiddet eylemlerini eleştirdi. Pop müzik sanatçısı Hadise, önceki akşam verdiği bir konserde, “biz ne yaşıyoruz? Biz kadınlar rahatlıkla arabamıza yürüyemeyecek miyiz? …bu ülkede çok acil bir şeyler değişmeli. Biz bunun için yalvarmak zorunda mıyız? O yüzden umarım devlet, bizi duyuyordur. Çünkü bizler bunu tek başımıza yapamayız. Devlet, kadınlarımıza, çocuklarımıza ve hayvanlarımıza sahip çıkmalı…” diyerek isyanını dile getirdi.
Yine pop müzik dünyasından Hande Yener, son günlerde kadınlara ve çocuklara yönelik artan şiddet vakaları ve kadın cinayetlerine ilişkin cezasızlığa karşı kamuoyundan yükselen tepkilere sahneden destek verdi. Yener’in sık sık gündeme getirilen “idam”, “hadım” tartışmalarını eleştirmesi dikkat çekiciydi: “Caydıracak ceza istiyoruz. Yok hadımmış, yok idammış… Saçma sapan… Başka suçsuz olan insanları da yanlışlıkla yakabileceğiniz cezalara gerek olduğunu düşünmüyorum. Demokrasi deniliyorsa, demokrasinin kurallarında can almak yok. Faşistlik de yok. Ama ne var? Adalet var, gerçek adalet. Ömür boyu hapis cezası.”
Müzisyen Ceylan Ertem, sanat camiasında yaşanan kadınlara yönelik şiddete dikkat çekerek bir boykot çağrısı yaptı. Ahmet Kural ve Kaan Boşnak gibi isimleri işaret eden Ertem, “ölmemelerinin tek sebebi belki de bu kadın arkadaşlarımın ‘ucuz kurtulmasıdır’” dedi.
Müziğin de kadın düşmanlığının aparatı haline geldiğine dikkat çeken Aydilge, sadece sanatçıların ya da kadınların değil, artık herkesin her an uyanık ve duyarlı olması gerektiğini ifade etti. “Sosyal medyada, sokakta, aile içinde, akrabalar arasında bu zehirli yapıyı destekleyenlere karşı insan olan herkesin birbirine omuz vermesi gerekiyor” çağrısında bulundu.
Yazar Buket Uzuner, Türkiye’de artan şiddet olayları ve kadın cinayetlerine ilişkin açıklamalarında, ülkenin toplumsal ruh haline dair tespitlerde bulundu: “Dünyanın en barışçıl kültürlerinden biri değiliz. 80’lerin toplumsal şiddeti ve askerî darbesi sırasında öğrenci olmuş biri olarak, bugün yaşadığımız ‘Yeni Türkiye’nin her yerinde her an patlayan şiddet olaylarının sosyal ve ruhsal alt yapısının çok farklı bir cinnet hâlini yansıttığını düşünüyorum.”
Müzisyen ve MÜYORBİR yönetim kurulu başkanı Burhan Şeşen, müzikle uğraşan insanların bile ya bu cinayetlerin faili ya da azmettiricisi olabildiğini; kendi aralarında yazıştıkları platformlarda, hatta yazdıkları şarkı sözlerinde kadını aşağılayan, küfür eden, kadına her türlü şiddeti normalleştiren üslupları olduğunu ifade etti ve ekledi: “Hiçbir zaman sansürün, yasakların yanında olmadım ama bu tür şarkıların önünü kesmek hepimizin görevi olmalı. Bu zanlılar arasında müzik meslek birliklerine üye olanlar bile var. Belki de üyelik kriterlerimizi yeniden gözden geçirip, kadına şiddeti normalleştiren, şiddet çığırtkanlığı yapan sözlerin sahibi, eser sahibi ya da yorumcuyu meslek birliklerine almamalıyız.”
İçinde bulunduğumuz şiddet sarmalı yalnızca kadınları ve çocukları değil hayvanları da katlediyor. Geçtiğimiz günlerde Gebze Belediyesi’nin hayvan barınağında meydana gelen katliam kamuoyunda büyük bir tepkiyle karşılandı. Katliamla ilgili olarak bugün belediye önünde yapılacak basın açıklaması öncesi Seren Serengil ve Hande Yener birer konuşma yaparak destek verdiler. Tarkan: “Yürürlükteki sokak hayvanları yasasının bu katliamlara çanak tutacağı belliydi. Bunlara sebep olanlar, bunun vebalini nasıl ödeyeceksiniz? O sızlamayan vicdanlarınıza yazıklar olsun!” paylaşımında bulunarak #GebzedeKatliamVar #YasayıGeriÇek etiketiyle tepkisini dile getirdi. Ayrıca Gebze Kitap Fuarı’na katılması beklenen çok sayıda yayınevi Gebze Belediyesi Sokak Hayvanları Rehabilitasyon Merkezi’nde 45 hayvanın ölü bulunmasının ardından fuardan çekilme kararı aldı.
Kadınlara ve çocuklara dönük cinayetler, Gebze örneğinde olduğu gibi devlet eliyle yapılan hayvan katliamları ve savaş gündemine karşı kültür-sanat alanında ağırlıklı olarak bireysel ya da sembolik tepkiler oluşuyor. Bu tepkileri oluşturmamayı tercih eden sanatçılar ise eleştiriliyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Şevval Sam’ın, katıldığı bir programda bu gündeme dair konuşmak istemediğini belirtmesi tepki çekmişti. Şevval Sam tepkilerin ardından yaptığı açıklamada, bu konuyu magazin ortamında tüketemeyecek kadar ciddi bulduğunu ve kamuoyunda bilinen bazı isimlerin buradaki mağdurlar üzerinden popülizm yapmaya çalışmasını tehlikeli bulduğunu belirtti.
Kültür sanat alanının, içinde bulunduğumuz şiddet sarmalına dair hangi araçlarla, nasıl söylemler üreteceğinin tartışılmaya devam etmesi elzem görünüyor. Mücadelenin kültür-sanat dünyası içinde daha aktif ve örgütlü hale gelebilmesi, temel konularımızdan biri olmalı. Narin cinayetinde olduğu gibi uzaklarda bir yerdeki feodalizm ve töre kalıplarıyla, Ayşenur ve İkbal cinayetlerinde olduğu gibi satanizm vb. sosyolojik fenomenlerle açıklanmaya çalışılan bu şiddet sarmalının toplumsal cinsiyet ekseninde, erkek egemen ve militarist sistemle hesaplaşarak; İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun, Lanzareto Sözleşmesi gibi yasa ve sözleşmeleri gündeme getirerek tartışılması; kültür-sanat üretimlerindeki cinsiyetçi, ayrımcı ve şiddet içeren dilin deşifre edilerek, sanatın bu alanda dönüşüm sağlayacak etkili üretimlerle beslenmesi hepimiz için hayati bir önem arz ediyor.